Melameti Sufiliğin Ahlak Anlayışı ve Dağdaki Vaaz – I

0
1332

GİRİŞ

Bu çalışmanın konusu, zühdî, vecdi ve tasavvufi hayatın tümü olmayıp, ilgili kavramın tahlilini ileride yapacağımız Melametiye ismiyle bilinen zümredir.

Cambridgeli meşhur oryantalist Prof. Arberry’nin Melametiye hakkındaki ifadeleri çoğunlukla eleştirel bir tarzdadır. O, Melametileri “kendinden geçmiş Sufiler” olarak isimlendirirerek anılan hareketi “müfrit çatışmacılık” şeklinde tanımlamaktadır. Başka bir ifadeyle Arberry, Melametileri hukuku ve yerleşik düzeni kendilerine göre bir yana atmakla itham etmektedir. Ben bu ithamın kısmen haksız olduğu kanaatindeyim. Eğer konunun üzerine biraz eğilinse, söz konusu durumun bu hareketin yozlaşmasının hemen akabinde vaki olduğu görülürdü. Şu da var ki son aşamada Melametiler kendilerinin küçümsenmelerini ve insanlar tarafından hor görülmelerini sağlayacak bir koz vermek için şeriatı ihlal etmiştir.

Arberry’nin Melameti hareketle ilgili tasvirlerine dönecek olursak o, bu sıra dışı mezhep, Allah’a kulluğun en iyi şekilde, hakir görülmek suretiyle icra edilebileceğini kabul eder ve ona göre bu hakirliği benimseyen Sufinin ehlullah olduğu düşünülür.[1]

Arberry Melamet ehlini “kendinden geçmiş Sufiler” olarak isimlendirmektedir. Ayrıca, bilebildiğimiz kadarıyla Roma Valisi Festus,[2] Aziz Pavlus[3] hakkında, “Bu adam delidir,” demiş, Hoşea[4] zamanında da insanlar, “Bu peygamber akılsız ve bu ruh adamı delidir,”demişlerdi (Hoşea, 9: 7).

I

Melametiler kimdir? Onlar bu ismi nereden almışlardır? Bu izah edilmesi güç bir kelimedir. Kelimenin kökü, “kınama” anlamındaki lâme’dir. Peki, kınayacak olan kimdir? Bu hükme kim varacaktır? Ve bu kınama arzusunun sebebi nedir?

Melametilerin, başkaları hakkında bir yargılamada bulunduklarına işaret eden bir bilgiye sahip değiliz. Kaldı ki bu, onların prensiplerine de aykırıdır. Onlara göre birini kınamak kesinlikle yanlıştır. Bununla birlikte, onların bu ismi daima kendi nefislerini kınamaları ve ona karşı sürekli uyanık durmaları nedeniyle almış olmaları daha büyük bir olasılıktır. Zira nefs, Melametilerin en büyük düşmanı olup, onu kınamaları ve daima kendisine karşı teyakkuzda bulunmaları gereken bir objedir. Başka bir ifadeyle Melametilik, kişinin kendine dönük merkezli bir ekoldür. Çünkü Melamet ehli, içe dönük, daha ziyade kendisini eleştiren, hataları nedeniyle nefislerine karşı daima tetikte duran kimseler olup; onlara göre nefs, ne pahasına olursa olsun kontrol altına alınmalı, aşağılanmalı ve horlanmalıdır. Çünkü nefs, kurnaz bir mahlûktur; üstelik insanı tuzağa düşürmek ve onu yoldan çıkarmak arayışındadır. O nedenledir ki, sürekli gözetim altında tutulmalıdır. Kısaca, kişinin bütün kaygıları, başka insanların değil, kendi kusurları olmalıdır.

Melametiye ile ilgili bize bilgi veren temel kaynağımız, 11. yüzyılda yaşamış olan ve 1021’de vefat eden Nişaburlu Arap yazar Ebu Abdurrahman es-Sülemî’dir. Sülemî ilim ve hal erbabını üç grupta değerlendirmektedir.[5] Birinci grup, hükümleri bilen, onları toplamak, muhafaza etmek ve yaymakla meşgul olan şeriat âlimleri, fakihlerdir. Onlar, havasa ait gizli ve özel bilgilerden ziyade, zahiri bilgilerle meşgul olan ve Sülemî’nin “zahir uleması” şeklinde isimlendirdiği âlimlerdir. Bununla birlikte anılan grup, kendilerini Kur’an ve sünnetle meşgul olmaya adamış ve esasen “ulema” diye bilinen kimselerden oluşmaktadır. İkinci grup, Sülemî’nin “marifet ehli” ve “havâs” diye isimlendirdiği kimseler olup, Allah onlara kendini bilme yeteneğini vermiştir. Onlar halkın uğraşılarından kendilerini soyutlamış ve kendilerini sadece Allah’a ve onun emirlerine adamıştır. Onların dünyaya düşkünlükleri de yoktur. Temel gayeleri sadece, kendilerini işlerin aslına nüfuz edebilme gücüyle donatan, onlara lütuflarda bulunan Allah’tır. Bu “seçkin” insanlar, batıni sırlara vakıf olsalar bile yine de zahirde dinin gereklerini harfiyen yerine getirmektedir. Sülemî’nin sözünü ettiği üçüncü ve en seçkin grup ise Melametilerdir. Bunlar, Allah’ın özel lütfuna muhatap olmuş ve onunla birlik halindedir. Aşkın bir varlığa inanan Müslümanlara nazaran bu anlayış, oldukça belirgin bir farklılık olup, böylesi bir yüceltme tamamen İslam dışıdır.

Sülemî, Allah ile birlik fikri üzerinde önemle durmaktadır. O, Melametilerinilahi varlığı müşahedeyi ve birlik halini yaşamayı önemsediklerini söylemektedir. Ona göre Melametilerinbatınları Allah ile mahremiyet ve kurbiyet arzederken, zahirlerinde dinin gereklerini yerine getirmektedir. Yani onların yaşantıları iki düzeyde gerçekleşmektedir. Esasen Sülemî, onları her iki düzeyin niteliklerine en iyi şekilde sahip olmakla tanımlamaktadır. Şöyle ki Melametiler zahirde dinin gereklerini yerine getirmekte ve fakat batınlarında Allah ile olağandışı imtiyazlı bir birliktelik halini yaşamaktadır. Sülemî’nin Melametilere dair bu apolojist tavrı oldukça dikkat çekici bir durumdur. Oysaki Arberry, Melametileri dinin gereklerine riayet etmemekle, başka bir ifadeyle çatışmacılıkla itham etmektedir. Buna karşı Sülemî de onların zahir ve batın şeklinde iki düzeyde yaşantıları olduğunu, ikisi arasında bir bağlantının ve çekişmenin olmadığını düşünmektedir.

Sülemî’ye göre Melametiyedini ve mistik tecrübenin zirvesine tam olarak ulaşmıştır. Zira onlar Sülemî’nin hayranı olduğu hususların zirvesini temsil etmektedir. Bu noktada, bu Sufi tarihçinin Kuşeyrî’nin (ö. 1074) hocası olduğunu hatırlamak da yerinde olacaktır.

Hakkında daha çok çalışmaya ve aydınlanmaya ihtiyaç duyulan Melametiyenin kökenleriyle ilgili ortada çok sayıda soru vardır. Örneğin biz Melametinin ne olduğunu veya ne olmadığını tam olarak bilemiyoruz. Ancak bildiğimiz bir şey var ki o da eğer buna Melametilik denirse, o da bu hareketin hicretin ikinci asrının son ve üçüncü asrında yaygınlaştığıdır. Yine bildiğimiz kadarıyla Ebû Hafs el-Haddâd (ö. 260) ve Hamdûn el-Kassâr (ö. 271) Melameti Sufiliği yayan ilk Sufilerdir. Bu rolü oynayan diğer iki kişi ise Ahmed b. Hadraveyh (ö. 240) ve Ebû Osman el-Hîrî’dir (ö. 298).[6]

Sülemî, sözü edilen bu seçkin zümreyi, onların üzerinde durdukları temel hususları kırk beş ana maddede sıralayarak tanıtmaya çalışmaktadır. Ancak bu kırk beş ilke sistematik bir düzen içerisinde sunulmuş olmayıp, Melameti doktrininin dikkatlice yapılmış bir dökümü de değildir. Esasen bu ilkeler onların çeşitli konulardaki fikirlerinin sıralanmasından ibaret olup, Melametilerin ahlaki ve manevi tecrübelerinin -dağınık ve hatta mükerrer- beyanlarıdır. Bu ilkelerin aynı zamanda Dağdaki Vaaz[7] ile oldukça müştereği olması bizim için özel bir öneme sahiptir. Ancak biz burada her ikisinin de ayniyet arzettiğini ya da aralarında önemli bir farklılığın olmadığını söyleyecek değiliz. Bu ilkelerde ortaya konulan müşterek fikirler, bizim gerek yaşantı biçimimizi ve gerekse hayat tarzımızı aşan bir ahlak ideali sunmaktadır.

Burada amacım, İslam tasavvufunu yüceltmek olmadığı gibi, Melameti ilkelerin Yeni Ahit’teki ilkelere ne kadar yakın olduğunu ya da İsa’nın öğretilerindeki ahlaki yüceliği kanıtlamak da değildir. Benim yapmaya çalıştığım, hakkında oldukça az malumatımız olan Sufiliğin bu evresine dikkati çekmeye çalışmaktır.

Ayrıntılı Mukayese

İleride göreceğimiz üzere, bir yanda Melametiye ilkeleriyle diğer yanda İsa’nın bize bıraktığı ahlaki öğreti arasında hatırı sayılır paralellikler mevcuttur. Ayrıca okuyucunun fikirler kadar üsluptaki benzerliklere de dikkatini çekmek isterim. Bununla birlikte çoğu defa, hükümler aynı ve fakat bu şekilde davranmamız konusunda bizi ikna için ileri sürülen gerekçeler farklıdır. Bu farklılıklar da ciddi bir ahlaki yaklaşım farklılığını ortaya koymaktadır.

Şimdi birkaç somut konu üzerinde duralım. Her bir konuyla ilgili olarak Dağdaki Vaaz’dan veya İncil’in diğer pasajlarından olduğu kadar Melametiyenin kırk beş ilkesinden de ilgili iktibaslarda bulunacağım.

Fakr, Tevazu, Ubudiyet

Gerek Melametiye ve gerekse İsa tevazu ve ubudiyet anlayışını ve bize kalbi dünya malına bağlanmamayı öğütlemektedir. Ancak bu davranış biçiminin altında yatan gerekçeler birbirinden oldukça farklıdır. Şöyle ki Melametiyeye göre nefs en büyük düşman ve tevazu da nefsi baskı altına almanın en iyi yoludur. İsa’ya göreyse tevazu, tüm insanların Allah indinde aynı kategoride olması nedeniyle benimsenmelidir. Ona göre nefsi baskı altına almaksızın onun tamamen diğer insanların hizmetine adanması tevazuun gereğidir.

Bu konuda birkaç örnek verilecek olursa, Melametiye otuz birinci ilkesinde dünya malı peşinde koşmanın insanı helake sürüklediği, tevekkül ve sükûnet içinde olmanınsa mutluluk sebebi olduğu görüşünü savunmaktadır. İsa da şöyle der: “Serveti olanlar Allah’ın melekûtuna ne kadar zor gireceklerdir!” (Markos, 10: 23), “Ne mutlu size, fakirler” (Luka, 6: 20).

Yine Melametiye yirmi üçüncü ilkede, fakrın sadece Allah tarafından kişinin kendisine verilen bir fazilet olduğu ve bu niteliğin başkaları tarafından bilinmesi durumunda onun bu makamdan, sayısı çok olan yoksulların mertebesine düşeceğini; kırk birinci ilkede de kişinin ölümü esnasında evinin onun halini yansıtması, fakir insanların evi gibi olması gerektiğini ifade etmektedir. Bu fikirler, “Yeryüzünde kendinize hazineler biriktirmeyin,” (Matta, 6: 19) ifadesindeki vurguya büyük ölçüde benzemektedir.

Ubudiyet konusunda Melametiler doğal olarak nefsi aşağılamayı benimsemektedir. Nitekim otuz ikinci ilkede onlar insanların kendilerine hizmet etmelerine, hürmet göstermelerine karşı olduklarını ifade ederek, bu konuda kendileri hizmet etmeyi ve fakat böylesi bir itibara muhatap olmamayı arzu etmişlerdir. Bu anlayışın Hristiyanversiyonu en iyi şekilde İsa’nın, “Aranızda kim büyük olmak isterse hizmetçiniz olsun ve aranızda kim birinci olmak isterse hepsinin kulu olsun” (Markos, 10: 43-44) ifadesinde mevcuttur.

Melametiyekırk dördüncü ilkesinde -ki bu ilke onların en karakteristik ilkelerinden biridir- başkasının yardımını içinde zillet varsa kabul, izzet varsa reddetmek anlayışı üzerinde durmaktadır. Dokuzuncu ilkede ise inanan kimsenin gerçek karakterini gizlemesi -özellikle Allah ile aralarındaki sırrı- ve insanlar nazarında kendisini daha ziyade aşağılatan ve küçük düşüren davranışlar ifşa ederek küçümsenmesini ve reddedilmesini temin etmesi gereğini vurgulamaktadır. İsa da, “Ne mutlu halim olanlara,” (Matta, 5: 5) diyerek hilm sahibi olmayı öğütlemekte ve fakat buyruklarında Melametiyenin bu tür mazoşist ve nefsi aşağılayıcı tavsiyelerini andırır bir imada bulunmamaktadır.

Toplumsal İlişkiler

Melametiye otuz dördüncü ilkede inanan kişiye, kardeşine gece bir aydınlık, gündüz de bir asa gibi hizmet etmesini öğütlemektedir. Burada, “Dünyanın ışığı sizsiniz… Sizin ışığınız insanların arasında parlasın,” (Matta, 5: 14, 16) sözüyle açık bir paralellik görülmektedir. Yine yirmi beş ve yirmi sekizinci ilkelerde de kişinin kendisiyle ilgilenmesi yerine başkalarının kusurlarını araştırmaması öğütlenmekte, bu meyanda İsa da, “Niçin kardeşinin gözündeki çöpü görürsün de kendi gözündeki merteği seçmezsin?” (Matta, 7: 3) demektedir.

Melametiye dokuzuncu ilkesinde kişiye, kendisine kaba davrananlara kibar olması, kendisini onların yerine koyarak saygılı olması, böyle davrananları mazur görmesi ve onlara kendisine davrandıkları gibi karşılık vermemesini öğütlemektedir. Bu yaklaşım, dikkat çekici bir şekilde, “Size eza edenlere iyilik yapın. Yalnız kardeşlerinizi selamlarsanız fazla ne yapmış olursunuz?” (Matta, 5: 44, 47) ifadesiyle benzeşmektedir.

Birinci ilkede de Melametiye hak sahiplerine haklarını vermeyi ve fakat kendi hakkı peşinde koşmamayı tavsiye etmemektedir ki bu da, İsa’nın, “Senden her isteyene ver ve senin eşyanı alandan geri isteme,” (Luka, 6: 30) sözüyle aynı doğrultudadır.

Dua ve İyi Ameller

Melametiyenin bir diğer karakteristik özelliği de dua etme konusunda ileri derecede bir telakkileri olmasıdır. Onlar bu konuda kendileri hakkında son derece katı düşünmektedir. Örneğin yirmi dokuzuncu ilkede onlar, zorunlu olmanın dışında dua etmemek gerektiğini beyan etmiştir. Onlara göre ne Allah ve ne de halk nazarında bir beklentisi olmayıp, gerçekten çok zor durumda kalan kişinin Allah’a her şeyden arınmış bir şekilde yönelerek dua etmesi gerekir. İşte ancak o zaman dua etmek mümkündür ve bu duanın karşılık göreceği umulur.

İsa da aynı şekilde, dua sırasında dile getirilen yararsız tekrarlamaları doğru bulmamakta ve fakat gönülden yapılan istekleri onaylamaktadır: “Dileyin, size verilecektir; arayın bulacaksınız; kapıyı çalın, size açılacaktır. Çünkü her dileyen alır” (Matta, 7: 7-8). Öte yandan Melametiler yukarıdaki tutumlarıyla çelişkili bir şekilde, dualarına icabet edilmesinden de oldukça çekinmektedir. Nitekim kırk üçüncü ilkede onlar, şeytanın bir iğvası olabileceği endişesiyle dualarının kabul olmasından duydukları rahatsızlığı dile getirmektedirler.

Melametiler iyi ameller ve fazilet konusunda da İsa’nın ortaya koyduğu öğretilere oldukça yakın düşünmektedir. Sözgelimi yirmi yedinci ilkede onlar, Allah’ı en az tanıyan kulun, (yapmış olduğu fiilin) kendisine Allah’ın ihsanını getirdiğini düşünen kişi olduğunu kabul etmektedir. Onlar sahip oldukları bilgiyi hiçbir surette kendi kazanımlarının bir gereği olmayıp, ancak Allah’ın lütfu ile elde ettiklerine inanmaktadır. Melametiler bu görüşlerini desteklemek için Hz. Peygamber’in bir sözünü aktarmaktadır. Buna göre o, hiç kimsenin kendi ameliyle cennete giremeyeceğini söylemesi üzerine, kendisine, “Sen de mi ey Allah’ın elçisi?” şeklinde sorulmuş, o da, “Evet ben de,” karşılığını vermiştir.[8] Luka (17: 10)’da geçen, “Size emredilen bütün şeyleri yaptığınız zaman, ‘Biz faydasız kullarız, biz sadece görevimizi yaptık’ deyin,” ifadesi de yukarıdaki ana fikre oldukça yakındır.

Morris S. SEALE

Çev. Dr. Ali BOLAT


[1]     Arberry, A.J.Sufism, An Account of The Mystics of Islam. London, 1956, s. 70, 74.

[2]     Festus hakkında bkz. Resullerin İşleri, 25. ve 26. bablar; ŞGündüz, Şinasi. Pavlus Hristiyanlığın Mimarı, Ankara, 2001, s. 75-76.

[3]     Asıl adı Saul olan Pavlus (MÖ. 5/10-MS. 62/67), Tarsus’ta doğan ve Roma vatandaşı olan bir Diaspora Yahudisidir. Bir Ferisî olarak yetiştirilen Pavlus, Hristiyangeleneğine göre İsa’nın çarmıha gerilişi sonrası Şam yolunda geçirdiği bir vizyon sonucu İsa’nın müritleri arasına katılmıştır. Gittiği yerlerde özellikle Romalı putperestler arasında faaliyet gösteren Pavlus’un yaşamının sonu hakkında bir belirsizlik hâkim olmakla birlikte geleneksel inanç, onun Nero döneminde öldürüldüğünü ileri sürmektedir. O, teslisi temel alan kristolojisi, Mesih doktrini, ilk günah tasavvuru vb. konulardaki fikirleriyle Hristiyanlığın gerçek kurucusu sayılmaktadır. Bkz. Resullerin İşleri, 7: 58, 8: 1-3, 9: 1-30, 11: 25-30, 13: 1-28; Gündüz, Şinasi. Din ve İnanç Sözlüğü, Ankara, 1998, s. 302-303;Pavlus Hristiyanlığın Mimarı, s.209-251.

[4]     Bir Eski Ahit peygamberi. Kitab-ı Mukaddes’in Hosea Kitabı ona atfedilir. Burada Hosea, inançsız karısıyla ilgili tecrübelerini Tanrı ile İsrail arasında yer alan durumla ilgili bir kinaye olarak yorumlar. O, aile ilişkilerini Tanrı ile insan arasındaki ilişkiyi gösterme konusunda kullanan ilk Kitab-ı Mukaddes yazarıdır. Onun MÖ. 721 öncesi vaaz yaptığı söylenir. Bkz. Gündüz. Din ve İnanç Sözlüğü. s.174.

[5]     Abu’l-‘Ala Afifi, al-Malamatıya. Cairo, 1945, s. 86, 87.

[6]     Al-Qushain, al-Risala (Cairo, trs.) s. 17 vd.; Abu’l-‘Ala Afifi, al-Malamatıya, s. 33-39; Hartmann, R. “as-Sulamî’s Risalat al-Malamatija.”Der Islam. VIII (1918), s. 157-203.

[7]     Dağdaki Vaaz: Hz. İsa’nın müritlerine ve kalabalık bir halk kitlesine Zeytin Dağı olarak adlandırılan bölgede yaptığı vaaza verilen addır. Bu vaaz, genel olarak İsa’nın, taraftarlarının yerine getirmesi gereken temel ahlaki kuralları ve yasal prensipleri içermektedir. Bkz. Matta, 5: 1-12; Luka, 6: 20-23; Benedict, T. Viviano. “The Gospel According to Matthew.”The Jerome Biblical Commen. Reymond E. Brown vd. London, 1998, s.639-641; Gündüz. Din ve İnanç Sözlüğü. s. 89.

[8]     Ebu Abdullah Muhammed b. İsmail el-Buhârî. El-Cami’u’s-Sahîh. nşr. Mustafa Deyyib el-Buğâ. Beyrut, 1987, 78/ Kitâbü’r-Rikâk,  s. 18 (V, 2373-2374).

Views: 258

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz