Tekniğin kendini çoğaltmasının iki boyutu var. Şu an için teknik, kendi gelişiminde, dönüştürüldüğü ve neredeyse insanın önemli bir müdahalesi olmadan ilerlediği bir noktaya geldi. Modern insanlar tekniğe çok düşkün, üstünlüğünden çok emindir. Teknik ortamdan çok etkilenir ve istisnasız teknik gelişmeye dönüktür. Hepsi onunla iş görür; her meslek veya zanaata herkes teknik iyileştirmeleri sokmak ister. Esas olarak teknik, bu ortak çabanın bir sonucu olarak ilerler. Teknik gelişme ve ortak insani çaba aynı kapıya çıkar. Vincent, her biri teknik gelişmeye küçük çapta müdahil olan çok sayıdaki faktörü incelikle analiz ediyor. Bunlar: tüketici, sermaye birikimi, araştırma kuruluş ve laboratuarları ve “bir anlama mekanik olarak işleyen” üretimin organizasyonu. Teknik gelişme, Vincent’e göre, tüm bu faktörlerin bir “ürünü” gibidir. Bir anlama teknik, gerçekten anlık gelişmeler yoluyla ilerler. Bu anlık gelişmeler, insanların ortak çabalarının sonucudur ve önemli bir ileri aşamaya imkan verecek bir yeni koşullar kitlesini oluşturuncaya kadar sürekli katılıma açıktır. Ancak tekniğin insanın müdahalesini de keskin bir şekilde azalttığı da aynı derecede doğrudur. Bir şeyleri keşfeden, artık deha insanlar değil. Belirleyici olan artık bir Newton’ın vizyonu değil. Belirleyici olan, ileri hamleler için koşulların bu anonim gelişimidir. Tüm bu koşullar aynı zamana denk geldiğinde, önemli ilerlemeleri gerçekleştirmek için yalnızca asgari insani müdahale gerekil”. Neredeyse, teknik bir sorunun gelişiminin bu aşamasında soruna kim el atarsa çözümü o bulur bile diyebilecek durumdayız.
Buharlı motor ve onun daha sonraki türlü türlü biçimleri örneği iyi bilinmekte. Bu örnek bugün tüm alanlarda tekrarlanıp duruyor. Çeşit çeşit anlık detayların (her biri bütünü tamamlamaya yarayan) biraraya gelmesi, yeni verileri toplayan, durumu dönüştüren birtakım unsurlar ilave eden ve sonuçta da kendi adını taşıyan bir makine veya şahane bir sisteme hayat veren bir bireyin müdahalesinden çok daha belirleyici öneme sahiptir.
Eğitim alanında da gelişmenin oluş şekli budur. Başlatan kimselerin (Decroly ve Montessori gibi) gösterdiği genel istikametten sonra tekniğin gelişmesini dur durak bilmeden besleyen şey, binlerce eğitimcinin bulgularıdır. Aslında eğitim sistemleri, hiç kimse bunun farkında olmasa da uygulamanın bir sonucu olarak tümüyle dönüştürülür. Sanayi tesislerinde ayrıntıların keşfi bir başka şekilde, işçinin işine ilgisini uyandırmak için kullanılır. İşçiden sadece çalıştırdığı makineyi kullanması değil, çalışmasındaki kusurları bulmak için incelemesi, sonra da hatalara çare bulması, bunun yanında verimliliğinin nasıl artırılabileceğini belirlemesi de istenir. Varılan sonuç, işçilerin iyileştirmeler için fikir ve planlarını belirtebilecekleri “öneri kutusu’dur. Bu kollektif, anonim araştırmalar, dünyada hemen her yerde benzer bir güdüyle teknikleri geliştirir. Bu, kendini çoğaltma özelliğinin çarpıcı bir sonucudur. Benzer teknik yeniliklerin pek çok ülkede eşzamanlı olarak ortaya çıkarıldığı gözden kaçmamaktadır. Bilimin giderek daha fazla teknik bir boyut kazanması ölçüsünde bu keşifler her yerde aynı zamanda yapıl¬makta. Bu, bilimsel keşiflerin aslında teknik tarafından yönetildiğinin bir başka göstergesidir.
Atomun parçalanması ve atom bombası bu eşzamanlılığın karakteristik örneğidir. Almanya, Norveç, Sovyetler Birliği, Birleşik Amerika ve Fransa’da araştırmalar 1939’da neredeyse aynı noktaya ulaşmıştı. Fakat koşullar Avrupa’nın teknik gelişimini sarsmış, üstünlüğü ABD’ye vermişti. Bu koşullar arasında Norveç ve Fransa’nın işgali, keşiften birkaç ay sonra Almanya’nın çöküşü ve SSCB’deki araç ve ham madde sıkıntısı vardı. Bilimsel yenilikler için doğru olan, teknik yenilikler için çok daha doğrudur. Yalnızca araçlardan yoksunluk belli ülkelerdeki gelişmeyi durdurur. Bir ülke tekniğin kullanımında ne kadar ileri olursa o kadar fazla malzeme (insan sayısı, ham maddeler veya makinelerin karmaşıklığı olsun) gerekir. Teknikleri azami ölçüde kullanabilmek için bir ülkenin varlıklı olması gerekir. Ülke bunu yapabilecek durumdayken teknik ülkenin refahında yüz katı bir artış getirir. Bu, kendini çoğaltma özelliğinin bir başka boyutudur.
Kendini çoğaltma kavramını gerekçelendirmek hâlâ gerekli, çünkü kavram, az önce anlata geldiklerimle çelişiyor gibi. Eğer teknik gelişme her biri kendi katkısını yapan binlerce teknisyenin ortak çabası tarafından sağlanıyorsa kendini çoğaltmadan bahsetmek imkansızlaşır. Ancak, aydınlatılması gereken bir başka boyut daha var.
Tekniği ilgilendiren her şeyin otomatik büyümesi (yani hesabı yapılmayan, arzu veya tercih edilmeyen büyüme) sözkonusudur. İnsanlar için de geçerlidir bu. İstatistiksel olarak, bir buçuk asırdır bilim adamı ve teknisyenlerin sayısı her on yılda ikiye katlanmıştır. Öyle anlaşıyor ki bu kendi kendini üreten bir süreçtir; teknik kendisini doğurmaktadır. Yeni bir teknik biçim tezahür ettiğinde bir miktar başka biçimleri de mümkün kılar, şekillendirir. Basit ve temel bir örnek vermek gerekirse; içten yanmalı motor, otomobil, denizaltı vb. tekniklerini mümkün kıldı, şekillendirdi. Aynı şekilde, bir teknik yöntem bir kere bulununca özellikle kendisi için bulunduğu sahanın dışında pek çok alanda uygulanabilir. Örneğin, “yöneylem araştırması” teknikleri, birtakım askeri kararlan almada katkıda bulunsun diye geliştirildi. Fakat çok geçmeden görüldü ki karar verilmek zorunda olunan her yerde uygulanabilirdi. Bu tekniklerde uzman biri olan Barache’nin dediği gibi, “Sorunların kendilerinin niteliği ikincildi… yaklaşım yöntemleri ve kullanılan tekniklerin genel bir ölçeği olduğu kanıtlandı”. Aynı şey, organizasyon tekniği için de söylenebilir. Bu nedenle, uygulama alanlarının çoğalması sözkonusudur.
Bu, tekniğin mutlaka sonsuz veya sınırsız bir çoğalması anlamına gelmiyor. Burada tahmin yürütme alanına girmek istemiyorum, ama teknik gelişmenin hızlı veya yavaş yok olacağı tahminleri bana öyle geliyor ki gerçekler tarafından çürütülüyor. Diyelim ki, mekanik gelişmenin neredeyse sonuna gelindiğini ilan eden Lewis Mumford olsun; veya ikincil mekanik faaliyetlerin üçüncül faaliyetlere geçişini ilan eden Colin Clark olsun, tehlikeli bir güven denebilecek şeyi sergiliyorlar. Lewis Mumford, buluşlarımızın bir kısmının geliştirilemeyeceğini, mekanik faaliyetin mümkün alanının genişletilemeyeceğini, mekanik gelişmenin fiziksel dünyanın doğasıyla sınırlı olduğunu gösteriyor. Ancak, fiziksel dünyanın toplam imkanlarını bilebilmenin fersah fersah uzağındayız. Mumford o satırları yazdıktan on beş yıl sonra da servomekanizması, radar ve atomun parçalanması bulundu. Makinelerin çoğalmasının sınırsız olamayacağı açıktır. Ancak, iddia edilen bir durgunluğa (stagnasyon) bel bağlamamak için, bu gelişmenin bir yüzyıl daha devam etmesi yeterli olur.
Mekanik teknikler için geçerli olan, ekonomik teknikler için de geçerlidir. Leon Hugo Dupriez’in, “stagnasyonculann” (mesela Wolf’un) hatalarından bahsederken kullandığı ifadelere tümüyle katılıyorum. Şöyle diyordu Wolf: “Teknik-ekonomik gelişmenin sınırı kanunu, geçmişteki gelişmenin gelecekteki gelişmeye kapıyı kapatmasıdır. Gelecekteki gelişme için her durumda geçmiş gelişmenin yalnızca bir marjini, bir parçası, gerçekten sadece küçük bir parçası kalmaktadır”. Dupriez’in bu türden ifadelerin hatalarını ifşa etmesi bana çok ikna edici geliyor. O yüzden okuyucu için onun çalışmasına atıfta bulunmakla yetineceğim.
Diğer yandan Lewis Mumford, en iyi organizasyonun belli makinelerin kullanımını azaltma eğiliminde olduğunu gösteriyor -bir anlama Colin Clark’ın da düşüncesidir bu. Bu kesinlikle doğru. Fakat o “en iyi organizasyonnun kendisi biltekniktir ve üstelik bir mekanik unsur da taşır. Fourastie üçüncül, mekanize sektörün çoğalmasının sözkonusu olduğunu ilan ederken, son on yılın idari mekanizasyonundaki fevkalade ilerleme de dikkate alınmalı. Bu mekanizasyon, “organik ve psikolojik olanını mekanik olanla değiştirilmesi” adı verilen yolla insanın çalışmasının koşullarını değiştirmektedir. Bu gerçeğin, “ikincil” sektörde olduğu gibi toplumda aynı işsizlik krizini gerektireceği kesindir. Bir örnek vermek gerekirse, tabülatör, saatte 45.000 numara ekleyip basar (eğitimli bir işçinin 1500 tanesine karşılık). Dakikada 150 satın okur, hesap eder, analiz eder ve basar. Ona tutuşturulmuş bir delgeç de, sonuçlan özetleyen delikli kartları üretir. Gamma (bir manyetik bobin makinesi), 200.000 bireysel veri kapasiteli bir “hafızaya” sahip. 1960 model bir hesap makinesi, bir saniyede 40.000 işlem yapabilir. Makine, organizasyonel gelişmeyle birlikte, gerek çalışanların sayısını ve masrafları gerekse kollektif bir düzlemde insan gücünün üçüncül sektörünü azaltmanın bir aracıdır.
Mekanik çoğalmanın hızının azaldığına pek katılmıyorum. Teknik gelişmenin bir başka aşamasındayız, o kadar. Asimilasyon, organizasyon ve başka alanların fethi aşamasıdır bu. Burada gerçekleştirilecek ilerleme sınırsız görünüyor ve esas olarak toplumun etkin sistematizasyonu ile insanoğlunun fethinden ibarettir. Tüm söylenebilecek olan, olsa olsa, teknik faaliyetin kendi operasyon alanını değiştirmiş olmasıdır. Yavaşlamış olduğu söylenemez.
Bundan başka, sonunda teknik faaliyetin yenilenmiş bir zindelikle makineler dünyasına tekrardan dönmeyeceğini hiç kimse iddia edemez. Genel olarak, kendini çoğaltmaya neden olan şey, tekniklerin birleşimi ilkesidir.
Kendini çoğaltma, iki yasayla formüle edilebilir:
- Verili bir medeniyette teknik gelişme geriye döndürülemez.
- Teknik gelişme, genellikle aritmetik değil geometrik ilerlemeye göre seyreder.
Bu yasaların ilki (düşüncemizi tarihin tümüne dayandırıyoruz), her yeniliğin diğer alanlarda başka teknik yenilikleri icap ettirdiğinden emin olmamızı sağlar. Sürecin dünyasından asla kuşku duyulmaz; geriye doğru bir gidişten hiç mi hiç kuşkulanılmaz. Durma ve gerileme, yalnıza bütün bir toplum çöktüğünde gerçekleşir. Halef bir topluma geçişte belli sayıda teknik yöntem kaybolur. Fakat aynı medeniyet çerçevesinde teknik gelişme asla sorgulanamaz. Bunun nedenlerini daha sonra ele alacağım. Teknik gelişme, numaralandırmayla aynı niteliğe sahip. İlerlemeyi durduracak iyi bir sebep yoktur, çünkü her numaradan sonra her zaman 1’i ilave edebiliriz. Teknik gelişmede de artık sınırların varolmadığı görülüyor. Tekniğin eldeki maddeye uygulanmasından doğan gelişmeler (fiziksel ya da sosyal olsun), kesintisiz olarak eklenebilir; süreci durdurmak için bir neden yoktur. Bunu öne sürerken, bunun yalnızca teknikler topluluğu için, teknik olgusunun toplamı için sözkonusu olduğu, herhangi özel bir teknik için olmadığı kaydı düşülmeli. Oraya kendisi tarafından götürülen her teknik için daha fazla gelişmeyi engelleyen bariyerlerin, yeni buluşların eklenmesine engellerin olduğu anlaşılıyor, ancak bunlar bazen ortadan kaldırılabilir -ses bariyerinin uçaklar için kaldırılması gibi. Bununla birlikte bütünü içindeki teknik olgusu için sınırsız bir gelişme açıktır. Wiener’in gösterdiği gibi bu gelişme bir gerekliliktir. Teknikler gelişmeleriyle orantılı biçimde tabiatın kaynaklanın tükettikleri için böylece yaratılan boşluğu daha hızlı bir teknik gelişmeyle doldurmak vazgeçilmezdir. Yalnızca giderek sayıca çok fazla ve otomatikman artan yenilikler, görülmemiş harcamaları ve orman, kömür, petrol, hatta su gibi ham maddelerin geri döndürülemez tüketimini hoş karşılatabilir.
Bu ilerlemeyi bugün belirleyen nedir? Ekonomik veya sosyal bir durum olduğunu, eğitim veya başka herhangi bir insani faktör olduğunu artık söyleyemeyiz. Temel olarak, bir önceki teknik durum tek başına belirleyicidir. Verili bir teknik buluş gerçekleştiğinde, neredeyse mecburiyetten belli başka buluşları izlemiştir. Bu birbirini takip edişe insanın müdahalesinin yalnızca tesadüfi bir neden olduğu görülüyor; bunu da hiç kimse tek başına yapamaz. Ancak teknik açıdan günceli bilen herkes, öncekileri rasyonel şekilde izleyen ve gelecek olanları da rasyonel biçimde haber veren geçerli bir buluş yapabilir.
Burada iki nokta daha bir kesinliğe kavuşturulmalı. Birincisi, teknik bir gelişmenin teknik sonuçlan mutlaka bir tür değildir. Bu yüzden, tamamen mekanik bir buluş, sosyal teknikler alanında veya organizasyon teknikleri alanında yansımalar bulabilir. Sözgelimi, delikli kartları kullanan makineler, belli iş teşebbüslerinin istatistiğini ve organizasyonunu etkiler. Tersi örnekse; bir tür sosyal teknik, mesela tam istihdam, ekonomik üretim tekniklerinde bir iyileştirmeyi gerektirebilir.
Burada, kendini çoğaltmanın ikinci yasasında belirtilen tekniğin karşılıklı bağımlılığını görüyoruz. Teknik gelişme, geometrik ilerlemeye göre cereyan etme eğilimindedir. Teknik bir buluşun yansımaları vardır ve yalnızca bir alanda değil, tekniğin çeşitli şubelerinde de gelişmeyi gerektirir. Ayrıca, birbiriyle birleşen teknikler ve verili tekniklerin daha fazla birleştikçe, daha fazla kombinasyonlar mümkün olur. Sonuçta, neredeyse bilinçli bir irade olmadan, yeni verilerin basit bir kombinasyonuyla her yerde artan buluşlar gerçekleşir, çeşitli akımların birleşmesi sayesinde tüm alanlar tekniğe açılır. Maddi iletişim teknikleri, psikolojik teknikler, ticari teknikler, otoriter yönetim teknikleri, hepsi birleşip önemli propaganda olgusunu oluştururlar. Propaganda, geri kalan tümünden bağımsız bir yeni tekniği temsil eder ve önceki olguların gerekli sonucu olarak ortaya çıkar.
Kendini çoğaltmanın bu ikinci yasası, teknik hareketin çağdaş sosyologların dikkatini celbeden bir özelliğini açıklar. Bu, teknik gelişmenin eşitsizliğidir. Yalnızca küresel yayılma alanları arasında değil, çeşitli sektörler arasındaki her alanda da muazzam orantısızlıklar vardır. Teknik, bir şubede başka şubede olduğundan daha hızlı ilerler. Birtakım geriye gidişler de her zaman mümkündür. Frankel’e göre gelişmedeki bu eşitsizlik, dengedeki bozulmaların ve teknik olgunun kışkırttığı toplumsal güçlüklerin anahtarıdır. Ona göre, eğer tüm şubeler aynı ritimle gelişmiş olsaydı hiçbir sorun olmazdı. Elbette çok basit olan Frankel’in görüşü, belki tamamlanmış değil. Yine de çok az şeyi açıklıyor. Oysa bu çarpışan ritimler, teknik otomatizm yüzünden değiştirilemezler.
Teknik gelişmenin öngörülemez olduğunu söylerken Fourastie haklı. Tam da yeniliklerin çoğunun kendini çoğaltma süre-cinin bir sonucu olmasından dolayı, kısa bir süre öncesinde bile teknik yeniliğin nerede gerçekleştirileceği kesin olarak bilinemez. {Yenilik ile keşif arasında elbette bir ayrım yapılmalıdır). İleri bir sektörde gelişmeyi güçle durdurmaksızın bu ritimleri tekrar uyum içine geri döndürmenin bir aracı yoktur. Bireyin rolü de giderek zayıflamaktadır.
Kendini çoğaltmayı tartışırken belirtilecek son nokta, gelişme sürecinde tekniğin temelde teknik sorunlar ortaya çıkardığı, bunların da yine sadece teknikle çözülebileceğidir. Şimdiki teknik düzeyi yeni ilerlemeler getirmekte, bunlar da mevcut teknik zorluklara ve sorunlara eklenmekte, bu durum da fazla-dan bir ilerlemeyi gerektirmektedir. Şehir planlamasında somut bir sorundur bu. Büyük bir şehir ulaşım, hava kontrolü, trafik organizasyonu ve benzeri araçlarının yoğunlaşacağını varsayar. Bunlardan her biri, şehrin daha da büyümesine imkan tanır ve yeni teknik gelişmeleri teşvik eder. Örneğin, ev işleri kolaylaşsın diye atıkların mutfak lavabolarından akıp gitmesini sağlayan atık imha üniteleri devreye sokulmuştur. Sonuç, nehirlerdeki aşın kirlenmedir. O halde suyun içme amaçlı kullanılabilmesi için nehirleri temizleyici yeni bir araç bulmak gerekir. Bu organik maddeleri yoketmek amacıyla bakterilere çok büyük oranlarda oksijen gerekir. Peki nehirlere oksijeni nasıl vereceğiz? Bu, tekniğin kendisini doğurma biçimine bir örnektir.
İşletme ofislerinde idari işlerin mekanizasyonu, tanım gereği farklı bir organizasyon sorununu gündeme getirir. İnsanları makinelerle değiştirmekten yahut işleri hızlandırmaktan (mesela defter tutmayı) ibaret bir mesele değil bu. Daha ziyade, yeni bir organizasyon türüne entegre edilmesi gereken yeni tür işlemleri devreye sokma meselesidir. Örneğin, tüm bir envanter analiz sisteminin (giriş, gruplama, toplama ve mukayese olmak üzere dört aşamasıyla) organizasyonu gerekli olur. Bir yeni teknikler topluluğunun düşünülmesi gerekir, ki bu olmadan da ilgili makine bir işe yaramaz, Masum “sahte-sistematizasyon” dediği şeye yolaçar.
Kendini çoğaltmanın yansımaları açıklığa kavuşuyor. Teknik gelişmede bireyin rolü giderek daha az önemlidir. Ne kadar çok faktör olursa o kadar kolayca birleşirler ve her teknik gelişmeye duyulan acil ihtiyaç daha belirginleşir. Kendi başına gelişme orantısal olarak daha büyük; insanın özerkliğinin ifadesi orantısal olarak daha zayıftır. İnsanlar, gerçekten her zaman gereklidir. Fakat, eğitim aldığı takdirde gerçekten herkes işi yapabilir. Bundan böyle insanlar, üstünlük veya bireyselliklerinde sahip olduklarıyla değil, sadece en yaygın ve en düşük tabiatlarıyla davranabilecekler. İlerlemesi için tekniğin gerek duyduğu nitelikler, bireysel aklı temsil etmeyen o teknik nitelikli karakteristiklerdir. İşte bu noktada bir başka alana, teknisyenin doğasına giriş yapıyoruz.
Bu belirleyici gelişmede insanoğlu bir rol oynamıyor. Teknik unsurlar kendi aralarında birleşirler; bunu da giderek daha spontane olarak yaparlar. Gelecekte insan, öyle görünüyor ki tekniklerin bir başka teknik üzerine etkilerini gözlemleyip sonuçları kaydedecek bir kayıt cihazı rolüne indirgenecek.
Bu noktada bütünüyle yeni bir spontane eylem türü cereyan ediyor ve biz bunun ne yasalarını ne de sonuçlarını biliyoruz. Bu anlamda, kendi içeriği, özel varolma biçimi ve bizim karar gücümüzden bağımsız bir yaşamı olan teknik “gerçeğinden sözetmek mümkün. Tekniklerin gelişimi, bu durumda özellikle nedenselleşir; tüm kesinliğini kaybeder. Alfred Sauvy gibi iktisatçıların “küçük bir” geriye gidişle… üretim, tüketiciler olarak kararlarından ziyade, giderek üretici sıfatlarıyla bireylerin istekleri tarafından belirlenmektedir” derken kastettikleri işte budur. Gerçekte kontrol eden, “üreticilerin” “istekleri” değil, kendini tüketiciler üzerine empoze eden üretimin teknik gerekliliğidir. Tekniğin üretebildiği her şey, tüketici tarafından üretilmekte ve kabul edilmektedir. İnsanlardan oluşan üreticilerin hâlâ üretimin efendisi olduğu inancı tehlikeli bir yanılsamadır.
Teknik, kapalı bir dünya olarak organize olur. İnsan kitlesinin anlamadığı şeyleri kullanır. Hatta insanın cehaleti üzerine kuruludur. Charles Camicherin dediği gibi “İşçi, modern sanayinin işleyişini anlayamaz”. Teknik araçlardan yararlanmak için birey, artık kendi medeniyetini bilmek zorunda değildir. Ve artık tek başına hiçbir teknisyen tüm bir komplekse egemen değildir. Parçalı eylemleri ve bireylerin kopukluğunu birleştiren, onların işlerini koordine ve sistematize eden bağlar, artık insani bağlar değildir; tekniğin iç yasalarıdır. İnsan eli artık araçlar kompleksini çekip çevirmiyor; ne de insan beyni onun eylemlerini senkronize ediyor. Yalnızca tekniğin içkin monizmi insan araçlarıyla eylemleri arasında tutarlılığı sağlıyor. Teknik tek başına hüküm sürer; kör bir kuvvettir ve en iyi insan aklından daha açık görüşlüdür.
Bu kendini çoğaltma olgusu, tekniğe tuhaf şekilde bir katı boyut verir. Teknik, kendisi dışında başka bir şeye benzemez. Uygulandığı alan ne olursa olsun, insana veya Tanrı’ya, teknik tekniktir ve varlığı ve özü olan harekette hiçbir değişiklik geçirmez. Biçim ve varlığın özdeş olduğu tek yerdir. Yalnızca bir biçimdir, ama her şey ona uyar. Bu noktada teknik, kendisini ayrı bir şey yapan özgün karakteristiklerini üstlenir. Onu, kesin, iyi tanımlanmış bir sınır çevreler; bir yanda teknik nitelikteki şeyler; diğer yanda o nitelikte olmayan her şey vardır. Bu sının kim geçer, tekniğe adım atarsa, onun özelliklerini benimseme zorunluluğunu hisseder. Teknik, dokunduğu her şey değiştirir ama kendisi dokunulmazdır. Tabiatta, toplumsal veya insani yaşamda hiçbir şey onunla karşılaştırılamaz. Sanat aklı veya savaş aklı, teknik aklına karıncaların veya anların çalışkanlığından daha fazla yaklaşamaz bile. Melez ama steril olmayan ve kendini üretme yeteneğine sahip bir varlık olarak teknik, kendi sınırlarını kendisi saptar, kendi imajım kendisi yapar.
Tabiatın veya koşulların ondan talep ettiği adaptasyonlar ne olursa olsun teknik, özelliklerinde ve seyrinde kendine özgü olmaya devam ediyor. Engellemeler, onu başka bir şey olmaya değil, daha fazla kendisi olmaya zorluyor. Asimile ettiği her şey onun özelliklerine güç katıyor. Güzel, hoş bir şeye dönüşmesini ummak boşuna. O, ne Ariel’dir ne de Caliban, Ama teknik, Arlel ve Caliban’ı kendi evrensel yönteminin doğuştan gelen dairesine almayı başarmıştır.
Monizm. Tüm ayrı teknikleri kapsayan teknik olgusu bir bütünü teşkil etmektedir. Tekniğin bu monizmi, kanıtlara da-yanarak teknik olgusunun her yerde ve gerekli olarak aynı özellikleri sunduğunu söylediğimizde bizim için zaten açıktı. Farklılaşmaları aramanın faydası yok. Vardır, ama sadece ikincil olarak. Teknik olgusunun ortak özellikleri öylesine keskin çizilmiştir ki neyin teknik olgu neyin olmadığım çıkarmak kolaydır. Tekniğin incelenmesinde karşılaşılan güçlükler, kısmen kullanılacak yöntemden kısmen de terminolojiden kaynaklanıyor. Belirlemesi son derece kolay olan olgunun kendi-sinden kaynaklanmıyor.
Bu ortak özellikleri analiz etmek hüner ister ama onları yakalamak kolay. Aynen, bir telsiz sitemi ile içten yanmalı bir motor gibi birbirinden farklı şeyler arasında ortak ilkeler olması gibi, bir ofisin organize edilmesiyle bir uçağın yapımı arasında da birtakım benzer özellikler vardır. Bu kimlik, görünüşlerindeki çok büyük çeşitliliğe rağmen teknik olgusunu tek bir öze dönüştüren o esaslı birliğin temel nişanesidir. Bunun bir sonucu olarak, şu veya bu unsuru bu açıdan analiz etmek imkansız. Bugün bilhassa yanlış anlaşılan bir geçektir bu. Teknikleri inceleyen tüm kimselerin en büyük eğilimleri, ayrımlar yapmaktır. Tekniğin bir kısmını sürdürüp bir kısmını atan farklı unsurları arasında ayrım yaparlar. Teknik ile sunuldukları kullanım arasında ayrım yaparlar. Bu ayrımlar hepten geçersizdir ve yalnızca, bunu yapanların teknik olgusundan hiçbir şey anlamadığını gösterir. Tekniğin parçalan ontolojik olarak birbirine bağlıdır, kullanımı varlığından ayrılamaz.
Örneğin, tekniğin başka şubelerinden başka birine umut bağlamak için teknik: kompleksin birliğini reddetmek, çok başvurulan bir yol. Matbaa makinesinin azametiyle gazetenin kabalığını karşılaştırırken Mumford bunun çok güzel bir örneğini veriyor. “Bir yanda bir düşünce mucizesi devasa matbaa makinesi var, öte yandaysa, en kaba ve temel duygusal halleri kaydeden gazetelerin içeriklerinin kendisi… Birinde şahsi olmayan, işbirlikçi ve objektif unsurlar; ikincisindeyse sınırlı, sübjektif, serkeş, ego, şiddet ve tam nefret ve korku vesaire…”. Ne yazık ki, gazetelerimizin içeriğinin insana makinenin empoze ettiği sosyal biçim tarafından mutlaka belirlenip belirlenmediğini sormak Mumford’un içinden geçmedi. Bu içerik şansın ya da bir ekonomik biçimin ürünü değildir. Kesin psikolojik ve psikanalitik tekniklerin sonucudur. Bu tekniklerin amacı şunlar: makinenin kendisini yerleştirdiği koşullarda tatmin bulması için elzem olan şeyi bireye getirmek; içindeki devrin anlayışına ket vurmak ve pohpohlamak suretiyle bireye boyun eğdirmek. Bir başka deyişle, gazetelerin içeriği inşam makineye adapte etmeyi açıkça hedefleyen teknik bir komplekstir. Yüksek bir entelektüel seviyesi ve büyük bir manevi ağırlığı olan bir basın ya okunmayacak ya da uzun vadede her teknik toplum türüne, makine dahil, karşı sert bir tepkiyi kışkırtacaktır. Bu tepki, böyle bir basının yayacağı fikirler yüzünden değil, okuyucu içinde bastırılmış arzularını açığa çıkaracak vazgeçilmez aracı artık bulamadığı için doğacaktır.
Sorunun sağlıklı bir değerlendirmesinde şu asla denmemeli: bir yanda teknikler vardır, diğer yanda da onun istismarı. Farklı ihtiyaçlara karşılık gelen farklı teknikler vardır. Ancak tüm teknikler ayrılmaz biçimde birleşiktir. Mekanik dünyada olduğu gibi teknik dünyada da her şey birliktedir. İzole araçların makullüğü, mekanik “kompleksin” makullüğünden ayırt edilmelidir. Mekanik “kompleksin” iddiaları, diyelim ki çok pahalı veya aşın işlem görmüş bir makinenin topluluğu berbat etmekle tehdit etmesi durumunda üstün gelmelidir. Görünüşte tüm teknik sorunları çözecek cazip bir düşünce var. Yanlış olanın teknik değil, insanın onu kullanmasıdır şeklindeki düşüncedir bu. Sonuçta, eğer kullanım değiştirilirse artık tekniğe bir itiraz olmayacaktır.
Bu anlayışa birden fazla yerde döneceğim. Şimdi onun tek bir boyutunu ele alalım. Her şeyden önce bu anlayış, açıkça makine ile teknik arasındaki bir kafa karışıklığına dayanıyor. Bir kişi, otomobilini seyahate çıkmak için de kullanabilir, komşularını öldürmek için de. Fakat ikinci kullanım bir kullanım değil, bir suçtur. Otomobil insanları öldürmek için üretilmemiştir. Yani gerçek önemli değildir. İnsanları öldürmenin, meseleleri bu şekilde açıklayanların akıllarında olmadığını elbette biliyorum. İnsanın arayışlarını kötü yöne değil iyi yöne yönlendirdiğini söylemeyi yeğlerler. Tekniğin, zehirli gazın değil faydalı tedavilerin peşinde olduğunu, atom bombasını değil faydalı enerji kaynaklarım aradığım, askeri değil ticari uçakların arayışında filan olduğunu söylerler. Bu onları doğruca insana, araştırmalarını hangi yöne yönlendireceğine karar veren insana götürür. (Bu durumda insan daha iyi hale geliyor değil mi?). Fakat tüm bunlar bir yanlışın içinde. Bu anlayışta, teknik gerçekliği tanımak kararlı biçimde reddediliyor. Bir kere, insanların tekniği moral ve sonuçta teknik dışı nedenlerle verili bir istikamette yönlendirdiğini varsayıyor. Fakat tekniğin temel bir karakteri ki uzunlamasına inceleyeceğiz, moral yargılara hoşgörüyle bakmayı reddetmesidir. Teknik, mutlak biçimde moral yargılardan bağımsızdır, onları kendi alanından temizler. Moral kullanım ile moral olmayan kullanım arasındaki ayrıma asla uymaz teknik. Aksine, tamamen bağımsız bir teknik moralite yaratma eğilimindedir.
O halde burası, bu bakış açısının zayıf noktasının unsurlarından biridir. Bu görüş, tekniğin moral değerlere göre keskin özerkliğini algılayamıyor. Teknik, ortaya koymaya çalıştığım gibi, bu düşünceyle hiç ilgisi yoktur ve açık veya zımni bir amaç gütmez. Tamamen nedensel bir yolda ilerler; önceki unsurların birleşmesi yeni teknik unsurları besler. Bir amaç ya da kademe kademe gerçekleştirilen bir plan yoktur. İnsani sonuçlara doğru bir eğilim bile yoktur. Entegral nedensellik alanında geleceği gözü kapalı bir olguyla karşı karşıyayız. Bu yüzden, keyfi olarak şu veya bu hedefi koymak, teknik için bir istikamet önermek, tekniği reddetmek ve onu karakter ve gücünden mahrum bırakmaktır.
Bu tavra karşı son bir argüman daha var. Tekniğin kullanımının kötü olduğu söyleniyordu. Fakat bu tezin hiçbir anlamı yok. Belirttiğim gibi, makineden bir dizi kullanım elde temek mümkün, ama onlardan yalnızca biri teknik kullanımdır. Otomobilin bir cinayet silahı olarak kullanımı, teknik kullanımı, yani bir şeyi yapmanın en iyi yolunu temsil etmiyor. Oyun için bir kurallar dizisi olan bir araçtır teknik. Benzersiz olan, keyfi tercihe de açık olmayan şey, ‘kullanım yöntemidir”. Eğer kullanılması gerektiği gibi kullanılmıyorsa makineden veya organizasyondan bir kazancımız yoktur. Kullanımı için bir yöntem, bir imkan vardır. O yoksa bu teknik değildir. Tekniğin kendisi bir eylem yöntemidir, ki bu da tam olarak kullanım demektir. Böyle bir teknik araç hakkında kötü kullanılmıştır demek teknik olarak kullanılmamıştır, verebileceği veya vermesi gerektiği faydayı vermemiş demektir. Arabasını dikkatsizce kullanan bir sürücü onu kötü kullanmaktadır. Aklıma gelmişken; bu kullanımın moralistlerin tekniğe atfetmek istediği kullanımla bir ilgisi yoktur. Teknik bir kullanımdır. Moralistler, başka kriterleri olan bir başka kullanım daha uygulamak istiyor. Kesin söylemek gerekirse, istedikleri, tekniğin artık teknik olmamasıdır. Bu şartlar altında, daha başka önemli sorunlar yoktur.
Teknik ile onun kullanımı arasında hiç ama hiç fark yoktur. Birey, özel bir tercihle, ya teknik kurallara göre kullanılması gerektiği gibi kullanmak ile hiç kullanmamak arasında bir tercih ile karşı karşıya. Teknik kuralları dışında kullanmak mümkün değil. Ne yazık ki insanoğlu bu gerçeği bugün ancak güçlükle kabul ediyor. İşte bu nedenle, Mumford, “Ordu, saf bir mekanik endüstriyel sistemin yönelmesi gereken ideal biçimdir” dedikten sonra “Fakat sonuç ideal değil” demekten de kendini alamıyor. “İdeal” burada ne yapıyor? İdeal sorun değil. Sorun, yalnızca, bu organizasyon biçiminin teknik kriterlere cevap verip vermediğini bilmektir. Tekniği makinelerle sınırlandırdığı için Mumford, bunu gösteremiyor. Ancak ordunun örgütlenmesinde insani tekniğin rolünü kabul etmiş olsaydı, ordunun kusursuz bir teknik organizasyon modeli oluşu gerçeğini ve ordunun değerinin bir idealle ilişkisinin bulunmadığını açıklayabilirdi. Makineyi ideal kriterine teslim etmek istemek çocukça birşey.
Tekniğin negatif, yıkıcı ve yoksullaştırıcı olanı atmak suretiyle pozitif, yapıcı ve zenginleştirici bir tarzda yönlendirilebileceği de savunuluyor. Demagojik bir anlatımla, barış teknikleri geliştirilmeli, savaş teknikleri reddedilmeli. Daha az basit bir söyleyişle, araçların, tekniğin mahzurlarını artırmaksızın hafifletmesi gerektiği söyleniyor. Atom motorları ve atom enerjisi, bombayı yaratmadan bulunamaz mıydı? Bu şekilde düşünmek, haklılığı olmayan teknik unsurları ayırmak demektir. Barış teknikleri ve onların yanında savaşın diğer ve farklı teknikleri, açıkçası varolamaz; iyi insanlar bunun tersini düşünseler bile.
Bir ordunun organizasyonu, giderek büyük bir sanayi tesisininkine benziyor. Ayrılamaz nitelikteki tüm parçalarında muazzam bir birlik sunan, teknik olgudur. Atom bombasının atom motorundan önce üretilmiş olması gerçeği, mutlaka teknik adamların tersliklerinin bir sonucu değildi. Bu sıraya karar veren, ne de yalnızca devletin davranışıydı. Devletin davranışı elbette ki atom araştırmalarında karar verici faktördü. (Bu konuya daha sonra değineceğim). Araştırmalara savaşın icra planı hız kattı ve sonuçta bombaya yönelindi. Eğer devlet savaş amaçlarına dönük olmamış olsaydı, atom araştırmalarına bu kadar çok para harcamayacaktı. Tüm bunlar, müdahale etmek için yadsınamaz bir eğilim faktörüne sebep oldu. Ancak devlet bu çabalan teşvik etmemiş olsaydı, savaşta kullanım ve barışta kullanım arasındaki ayrımı olmaksızın durdurulacak olan tüm atom araştırmaları kompleksi olacaktı.
Atom araştırmaları teşvik edilirse, mecburen atom bombası aşamasından geçilecek. Bomba, atom enerjisinin en basit kullanımını temsil ediyor. Atom enerjisinin askeri kullanımındaki sorunlar, sanayideki kullanımda sözkonusu olanlardan çok daha çözümü basittir. Endüstriyel kullanım için bombada sözkonusu olan tüm problemler çözülmelidir. J. Robert Oppenheimer’in 1958’de Paris’te verdiği konferansta teyit ettiği diğer sorunlar da çözülmelidir. Büyük Britanya’nın 1955-1960 döneminde nükleer kaynaklı elektrik üretmedeki tecrübesi bu açıdan önemli.
O halde normal sona yani atom kaynaklı enerjiye ulaşmadan önce bombayla sonuçlanan bir araştırma döneminden geçmek gerekiyordu. Atom bombası dönemi, bu tekniğin gelişiminde geçiş niteliğinde ama maalesef mecburi bir aşamaydı. Bombanın temsil ettiği geçici dönemde, elinde böylesine güçlü bir araç bulan sahibi, kullanmaya yöneldi. Neden? Çünkü teknik olan her şey, iyi veya kötü ayrımı yapmadan elde edilir edilmez mutlaka kullanılır. Bu, çağımızın temel kanunudur. Bu noktada, Jacques Soustelle’in atom bombası hakkında 1960 Mayıs’ında söylediği meşhur sözlerini, hepimizin derin hislerini ifade eden sözlerini aktarabiliriz: “Gerekli idi; çünkü mümkündü”. Gerçekten, tüm teknik gelişme için şaheser bir ifade bu.
Mumford gibi makineye çok açık bir yazar bile, ihtiyaç olsa da olmasa da tüm yenilikleri kullanma eğiliminin varolduğunu kabul ediyor. “Ecdadımız, demirin ısıyı geçiren bir madde olduğunu bilmesine rağmen duvarlarda sac kullandı… Anestezinin devreye girmesi, lüzumsuz ameliyatların yapılmasına yolaçtı…”. Bunun tersinin olabileceğini söylemek, insanın soyutlanmasından başka bir şey değildir.
Bir başka örnek polistir. Polis, teknik yöntemleri gerek araştırma gerekse faaliyet olarak görülmemiş derecede geliştirmiştir. Suçlulara karşı giderek daha etkin koruma sağlayacağı için herkes bu gelişmeden hoşnuttur. Poliste yozlaşma sorununu bir an için bir kenara bırakıp teknik aygıta (belirttiğim üzere, son derece kesin hale gelmektedir) yoğunlaşalım. Bu aygıt sadece suçlulara karşı mı uygulanacaktır. Bunun böyle olmadığını biliyoruz. Bir tepki olarak, bu teknik aygıtı ayrım gözetmeksizin kullananın devlet olduğunu söylemekten de kendimizi alamıyoruz. Fakat burada bir perspektif hatası vardır. Araçlar, genellikle uygulanabileceği her yerde uygulanır. Ayrım gözetmeksizin işlev görür, zira kendisi ayrım gözetmeden vardır. Son derece hızlı bir tempoyla gelişmekte olan polis teknikleri, gerekli amaçları olarak tüm bir ulusun bir toplama kampına dönüştürülmesini alır. Bir parti veya hükümet açısından bu sapık bir karar değildir. Suçluları yakalamaktan emin olmak için herkesin gözetlenmesi gerekir. Her yurttaşın ne yaptığını, ilişkilerini, eğlencesini filan tam olarak bilmek gerekir. Devlet de giderek bu şeyleri bilebilecek bir konumdadır.
Bir terör egemenliği veya keyfi tutuklamalar anlamına gelmiyor bu. En iyi teknik, kendini en az hissettiren ve en az külfeti temsil edendir. Fakat her yurttaş, polis tarafından etraflıca bilinmeli, dürüst gözetleme koşullan altında yaşamalı. Tüm bunlar teknik yöntemlerin gelişmesinden kaynaklanmaktadır.
Tam kontrolü olmadığı taktirde polis, teknik gelişmeyi başaramaz. Ve, Ernst Kohn-Bramstedt’in ifade ettiği gibi, bu tam kontrolün hem objektif hem de sübjektif bir yanı var. Sübjektif olarak kontrol, iktidar arzusunu ve birtakım sadistçe eğilimleri tatmin eder. Fakat sübjektif boyut başat olan değildir. Gerçekte, kontrolün objektif boyutu (yani bir çevre, bir atmosfer, hatta sosyal bilimlerde bir davranış biçimi yaratan saf teknik) giderek daha fazla egemen oluyor. Polis, kestirimlerde bulunabilmeli, suçu önceden önleyebilmelidir. Er geç olan müdahalenin faydası yok. Bu hal iki şekilde ortaya çıkabilir. Birincisi sürekli gözetim ile. (Zararlı niyetler önceden ne derece bilinirse, tasarlanmış suçlar işlenmeden polisin harekete geçmesi o derece mümkün olur). İkincisi; bahsettiğimiz sosyal uyum iklimi ile. Bu amaç, her yurttaşın babacan şekilde gözetlenmesini ve bunun yanında diğer tüm tekniklerle (idari, organizasyonel ve psikolojik) mümkün olan en yakın bağlantıyı önceden varsayar. Polis kontrolü tekniği, ancak polisler sendikalar ve okullarla yakın temas içinde olurlarsa bir değer ifade eder. Bilhassa propagandayla yakın bir ilişkisi vardır. Olgunun gözlemlendiği her yerde bu ilişki vardır. Propagandanın kendisi, tüm bir devlet organizasyonunu, bilhassa da polis gücünü işin içine sokmadığı sürece etkili olamaz. Tersinden bakıldığında, polis gücü, yalnızca, polis gücünün bütünlüğü için gerekli psikolojik ortamda öncü bir rol oynayan propagandayla tamamlandığı zaman gerçek bir tekniktir. Fakat propaganda, polis gücünün ne olduğunun ve ne olması gerektiğinin kabul edilmesini de öğretmeli. Polis gücünü hoşa gidecek hale getirmeli, eylemlerini meşrulaştırmalı, ona insan kitleleri arasındaki psiko-sosyolojik yapısını kazandırmalı.
Tüm bunlar, polis ve propagandanın terör üzerine yoğunlaştığı diktatörlük rejimleri içinde, mesela filmlerin polisin iyi yönlerini gösterdiği ve halkın sevgisini kazandırdığı demokratik rejimler için de geçerlidir. Ernst Kohn-Bramstedt’in sözünü ettiği kısır döngü (terör şu anki propagandanın üzerinde dururken şu anki propaganda gelecekteki terörün zeminini hazırlar), terör kavramının verimlilik kavramıyla değiştirilmesi durumunda diktatöryal rejimler için olduğu kadar demokratik rejimler için de geçerlidir.
Bu tür bir polis örgütlenmesinin gelecekte varolması pek de uzak bir ihtimal değil. Her yurttaşın kendi yeteneklerinden bihaber bir şüpheli sayıldığı her otoriter yönetimde bu tür örgütlenme sürdürülmektedir. ABD’de eğilim bu yöndedir; Fransa’da da ilk unsurlarını görmeye başlıyoruz. Fransız polisinin idaresi, 1951 yılında sistemin “derinlemesine” organizasyonuna yöneltildi. Bu, örneğin siciller dairesi düzeyinde gerçekleşti. Belli unsurları basit ve iyi bilinir: parmak izi dosyaları, ateşli silahlara ait kayıtlar, polise en kısa sürede en fazla değişen bilgiyi elde etme ve tüm biçimleriyle suçluluğun mevcut durumunu günlük bazda bilme imkanı tanıyan istatistik yöntemlerinin uygulanması. Diğer unsurlar bir ölçüde daha karmaşık ve yenidir. Sözgelimi, suçlar departmanında delikli kart mekanik endeks sistemi konuldu. Bu sistem, dört yüz muhtemel kombinasyon sunar, suçun herhangi bir unsuruyla (işleniş saati, tabiatı, çalınan eşya, kullanılan silah filan) soruşturmayı başlatmaya imkan tanır. Kombinasyon elbette ki çözümü vermez ama bir tahminler dizisini verir.
Bu polis teknikleri kataloğundaki en önemli kalem, “şüpheli dosyaları” denen dosyaların oluşturulmasıdır. Bu dosyalar, polisin herhangi bir bireyden herhangi bir nedenle ve herhangi bir zamanda hiç kuşkulanıp kuşkulanmadığını (aleyhine bir kanuni belge yahut işlem olmasa bile) gösterir (Polis Şefi M. Baylot’un 1951’deki basın toplantısında verdiği bilgiler). Bu demektir ki suç olmayan sebeplerle bile hayatında bir kere polisle işi olan her yurttaş, gözetim altında tutulur. Bu gerçek, dar bir tahminle bile yetişkin erkek nüfusun yarısını etkilemek durumundadır. Bu listelerin yalnızca bir kalkış noktası olduğu açıktır, çünkü dosyaları toplanmış olabilecek tüm gözlemlerle tamamlamak çok çekici ve gerekli olacaktır.
Son olarak, polise bu teknik bakış, toplama kampları müessesini dramatik boyutlarıyla değil, idari boyutlarıyla varsayar. Nazilerin toplama kamplarını kullanışı, bizim perspektiflerimizi çarpıttı. Toplama kampı, doğrudan doğruya teknik polis anlayışından kaynaklanan iki fikir üzerine dayanır. Bunlar, önleyici tutuklama (önlemeyi tamamlar) ve yeniden eğitmedir. Toplama kampında sistemin çok ileri bir biçimini görmeyi reddetme gereği hissetmemiz, bu kavramların gerçeğe tekabül etmemiş olması dolayısıyla değildir. Ne de, yeniden eğitim yöntemleri denen şeyler genelde yıkım yöntemleri oldukları için böyle bir “yeniden eğitimi” iğrenç bir şaka olarak görmek istiyoruz. Ne kadar ileri gidersek, toplumdaki uyumsuzların yeniden eğitimi için polis o derece sorumlu tutulacaktır. Bu hedef, korumakla yükümlü oldukları aynı düzenin bir parçasıdır.
Şimdilerde bu gelişmenin meşrulaştırılmasına tanık oluyoruz. Polis gücünün gelişmesinin devletin Makyavelizminin ya da geçici bir etkinin sonucu olduğu doğru değildir. Tabiatın güçlerini daha fazla seferber ettikçe, insanları daha fazla seferber ederiz; daha fazla düzene ihtiyacımız olur. Bu da bugün için en yüksek değeri temsil etmektedir. Bunu reddetmek, modern zamanların bütün bir seyrini reddetmek olur. Bu düzende spontane olan hiçbir şey yoktur. Daha ziyade, bin tane teknik ayrıntının sabırla büyümesidir. Hepimiz de, bu düzeni daha etkin geleceği de daha güvenli kılan gelişmelerin her birinden bir güvenlik hissi çıkarırız. Düzen bizden tam bir onay alır. Polise hasmane duygular beslediğimizde bile tuhaf bir şekilde düzenin ateşli taraftarıyızdır. Modern buluşların ve bizim kendi gücümüzün çoğalmasında, bize bu ihtiyacı çok aşın derecede hissettiren bir baş dönmesine tutulduk. Bir kere, dışarıdan bakıldığında, örgütlenmeyi ve manevi değerleri kapsayan bu düzeni sağlama almakla görevli olan polistir. O halde, yöntemlerindeki vazgeçilmez gelişmeleri polise vermememiz nasıl mümkün olur ki? Bizler Fransa’da bu gelişmenin henüz hazırlık aşamasındayız, ama örnek olsun diye söylemek gerekirse Kanada ve Yeni Zelanda’da polis gücünün organizasyonu çok ileri gitmiştir. Teknik gereklilik, ulusal toplama kampını (belirtmem gerekir ki bu kavram genelde onunla ilişkili acı çekmeyi içermemektedir) dayatmaktadır.
Bir başka örnek daha verelim. Yeni devreye sokulan ve büyük bir üretken güce sahip bir makine, büyük miktarlarda iş “çıkarır”; pek çok işçinin yerini alır. Tekniğin kaçınılmaz bir sonucudur bu. Eğip bükmeden söylemek gerekirse bu işçiler işten atılırlar. Kapitalizm bu durumdan sorumlu tutuluyor; bize de teknolojik işsizlikten tekniğin kendisinin sorumlu olmadığı, sosyalizmin kurulmasının işleri rayına koyacağı söyleniyor. Kapitalistin cevabıysa şu: Teknolojik işsizlik her zaman kendisini ortadan kaldırır. Mesela, uzun dönemde vasıflı işçiler için istihdam yaratacak yeni faaliyetler yaratır”. Bu berbat bir geleceği anlatır gibidir, çünkü zaman içinde bir yeniden adaptasyonu ve uzun sayılabilecek bir işsizlik dönemini ima ediyor. Fakat sosyalizm neyi öneriyor? “Kurtarılmış” işçinin bir başka yerde ve bir başka görevde kullanılacağını. Sovyetler Birliğinde işçi ya mesleki eğitim yoluyla yeni bir vasfa uyarlanır ya da ülkenin başka bir köşesine yollanır. Beveridge Planına göre işçi, devlet nerede herhangi bir fabrika açsa orada istihdam edilir. Bu sosyalist çözüm mekanda yeniden adaptasyonu içerir. Fakat bu çözüm de insan doğasına tümüyle yabancı görünüyor. İnsan, sağa sola götürülecek basit bir paket veya kalıba dökülecek ve ya ihtiyaç duyulan yerde uygulanabilecek bir nesne değildir. Bu iki yeniden adaptasyon biçimi (mümkün olanlar yalnızca bunlardır) de insani değildir. Kasım 1960’ta (Doğu) Alman Demokratik Cumhuriyetinde yürürlüğe sokulan yeni çalışma yasası, bu insaniyetsizliğin sosyalist kamptaki uygulamasını gösteriyor. Bu adaptasyonlardan hiçbiri de insan emeğinin yerini alan makineden ayrılamaz. Gerekli ve kaçınılmaz sonucudurlar. İdealistler elbette çalışma haftasının kısaltılmasından bahsedecekler. Fakat bu kısaltma, ancak eşit teknik gelişmeler tüm iş kollarında oluşturulduğunda yapılabilir. Colin Clark’a göre, bu kısaltma da çok geçmeden yükselişe geçecek gibidir. Fakat bu değerlendirme, iktisatın alanına giriyor. Sayısız örnek verebilirim ama verdiklerim, tekniğin kendisinin (onun kullanımının veya gereksiz sonuçlarının değil), ondan tamamen ayrılamayacak belli miktarda cefaya ve toplumsal belalara yol açtığını göstermeye yeter. Bu, tekniğin mekanizmasının ta kendisidir.
Elbette ki bir teknik, öngörülemeyen kötü etkileri çıktığında terkedilebilir. O andan itibaren teknikte bir iyileştirme olacaktır. Karakteristik bir örnek, J. de Castro tarafından The Geography of Hunger’da (Açlığın Coğrafyası) sunulmaktadır. De Castro, başka ülkeler hakkında yüzeysel olarak zaten bilinen bir şeyi, yani birtakım kullanım tekniklerinin felaket çıkardığını Brezilya örneğinde ayrıntılarla gösteriyor. De Castro’ya göre, birtakım bölgeler şeker kamışı üretmek amacıyla ormandan arındırıldı. Yalnızca yakın teknik verimlilik dikkate alındı. Bir başka çalışmada De Castro, açlık sorununun kapitalist ve kolonyalist sistemin tarıma uygulanmasıyla yaratıldığını göstermeye çalışıyor. Ancak onun mantığı, yalnızca çok sınırlı ölçüde doğru. Çeşitli ürünlerden oluşan bir tarımın yerine ticari amaçla tek ürüne dayalı (tütün ve şeker kamışı) bir tarım geçirildiğinde suç kapitalizmindir. Fakat çoğu kere ürün çeşitlendirmesi değiştirilmiyor. Olan, yeni alanların tarıma açılması, bir nüfus artışı ve işgücünün tek yanlı kullanımının ortaya çıkmasıydı. Bu, kapitalist bir gerçek olmaktan çok teknik bir gerçektir. Eğer tarımı sanayileştirme imkanı varsa, neden kullanılmasın ki? Yüzyıl öncesinin bir mühendisi, tarım ekonomisti veya iktisatçısı, tarııma açık olmayan toprakların tarıma açılmasının büyük bir ilerlemeyi teşkil ettiğine katılırdı. Avrupa tarım tekniklerinin uygulanması, mukayese kabul etmez bir adımdı (sözgelimi Hindistan’daki yöntemlerle karşılaştırıldığında). Fakat bu uygulamanın öngörülemeyen kesin sonuçları vardı. Ortaya çıkan ormanların yokolması hidrografik özellikleri değiştirdi, nehirler taşar oldu, drenaj suları felaketti, erozyona katkıda bulundu. Yüzey toprağı tamamen sürüklenip götürüldü, tarım imkansızlaştı. Ormanın varlığına bağımlı olan hayvanlar yokoldu. Geniş alanların yiyecek üretme imkanları bu şekilde kayboldu. Senegal’de yerfıstığı ve ABD’nin güneyinde pamuk ekiminin bir sonucu olarak aynı durum gelişiyor. Yaygın olarak söylendiği üzere, bunlardan hiçbiri tekniğin kötü bir uygulaması (bencil çıkarın emrinde olan) değildir. Bu tekniktir. Ve eğer durum eski tekniğin terkedilmesiyle “çok geç” düzeltilirse, yalnızca yeni bir teknik gelişmenin bir sonucu olur bu. Her halükarda ilk adım kaçınılmazdı: insanoğlu, verili bir teknik eylemin sonuçlarının bütününü asla öngöremez. Tarih, başlangıcından itibaren her teknik uygulamanın, tekniğin yokluğundan çok daha feci sonuçlar doğuracak birtakım öngörülemez yan etkilerinin var olduğunu gösteriyor. Bu yan etkiler, öngörülen/beklenen ve değerli/pozitif bir şeyi temsil eden etkilerle yan yana var olurlar.
Teknik mümkün olan en çabuk uygulamayı ister. Günümüzün sorunları hızla ilerliyor, derhal de çözüm bekliyor. Sadece zamanın geçmesiyle çözülemeyecek kimi talepler modern insanın gırtlağına sarılıyor. Mümkün olan en hızlı karşı hamle gerekir – çoğu kere bir ölüm kalım meselesidir bu. Saldırıya uygun karşı darbe bulunduğu zaman kullanılır. Eldeki araçları kullanmamak aptalca olur. Ancak tüm yansımaları hesap edecek vakit asla yoktur. Bir kere bu yansımalar zaten çoğu kere öngörülemez. Tüm disiplinlerin iç ilişkilerini ve araçların etkileşimini ne kadar çok anlarsak, bu etkileri gerektiği gibi ölçmek için o kadar az zaman olur.
Ayrıca, çok pahalı olduğu için de teknik en acil uygulamayı ister. Para, prestij ve güç açısından (sırasıyla, rejimin kapitalist, komünist veya faşist olup olmamasına bağlı olarak) “geri dönmelidir”. Getirilerin dağılımı veya proletaryanın kurtuluşu sözkonusu olduğunda önlemler için zaman yoktur. Bu motiflerin tekniğin işi olmadığını da söyleyemeyiz. Bu motiflerin hiçbiri olmasaydı, teknik araştırma için hiç para olmaz ve hiç teknik olmazdı. Teknik, fiili varlık biçimleri dışında kendi başına ele alınamaz.
Bu durumda bu düzenin ciddi gerçeklerine geri dönüyoruz. İngiltere’de birtakım tarımsal araştırmalarda sistemik denen anti-parazit ilaçları uygulandı. Bir meyve ağacına şırınga edildi. Ağacın kökünden yapraklarına kadar ilaç yayıldı. Tüm parazitler öldü. Fakat meyveler ve insanlar üzerindeki, uzun vadede de ağaç üzerindeki etkileri konusunda bilinen bir şey yok. Tüm bilinen, ilacın tüketiciler için acil bir ölümcül zehir olmadığıdır. Bu tür ürünler halihazırda ticari olarak satın alınabiliyor; yakın zamanda büyük bir ölçekte kullanılması da muhtemel. Sistemikler için söylediğimiz şeyler, spesifik böcek ilacı D.D.T. için de geçerli. Başlangıçta bu ilacın sıcak kanlı hayvanlar için tamamen zararsız olduğu ilan edilmişti. Sonuç olarak D.D.T. yoğun bir şekilde kullanıldı. Ancak 1951 yılında yağlı solüsyonda D.D.T.’nin sıcak kanlı hayvanlar için aslında bir zehir olduğu ve bir sürü bozulma ve hastalığa, özellikle de raşitizme yolaçtığı belirtildi. Bu yağlı solüsyon, tamamen kaza eseri de üretilebilir. Bu kimyasalla tedavi edilen ineklerin, D.D.T. ihtiva eden süt üretmeleri gibi. Bu şekildeki sütle beslenen buzağılarda raşitizm gözlenmiştir. 1959’dan beri çeşitli uluslararası tıp kongreleri de çocuklarla ilgili ciddi tehlikeye dikkat çekti.
Ancak gerçek sorun, hata sorunu değil. Hata her zaman mümkündür. Yalnızca iki gerçek bizi ilgilendiriyor: Bir teknik eylemin tüm sonuçlarını öngörmenin imkansızlığı ve tekniğin, ürettiği her şeyin tüm halkı etkileyen bir alana çekilmesini istemesi.
Tekniğin ağırlığı öylesine büyüktür ki hiçbir engel onu durduramaz. Ve her teknik ilerlemenin bir de olumsuz arka yüzü vardır. Sahra’daki petrol çıkaranlar üzerine yapılmış mükemmel bir inceleme (1958). en ciddi problemin yerel nüfusun perişanlığı olduğu sonucuna varıyor. Bu artan perişanlığın nedeni, diğer şeyler yanında, şunlardır: kervan trafiğinin yerini motorlu araçların alması: hurma ağaçlarının yok olması (yaygın kimyasal atıklardan hastalandıkları için); ve sulama tesislerinin bakımının yapılmaması nedeniyle tahıl mimlerinin ortadan kalkması.
İnsanoğlu, hayatın en önemli ve en önemsiz işleri açısından, asla kendi kontrolü altında olmayan bir güce umutsuz bir şekilde teslim edilmektedir. Çünkü bugün insanın içtiği sütü ve ya yediği ekmeği, hükümetini kontrol ettiğinden daha fazla kontrol etmesi mümkün değil. Aynı şey büyük sanayi tesisleri, ulaşım sistemleri, filmler ve benzerlerinin gelişmesi için de geçerlidir. Ancak şüpheli bir deney döneminden sonradır ki teknik rafine edilir; yan etkileri de bir dizi teknik iyileştirmeyle modifiye edilir. Buna dayanarak birileri, canavarı eğitmenin ve teknik işlemin iyi sonuçlarını kötü olandan ayırmanın mümkün olacağını söyleyecektir. Öyle olabilir. Ama aynı çerçevede, yeni teknik gelişme de başka yan ve öngörülemez etkiler doğuracak, başka türden olsalar bile bunlar da öncekilerden daha az zararlı olmayacaktır. De Castro, topraklardaki yeni tarım tekniklerinin, polis gücü, ideolojisi ve propaganda aygıtıyla daha kuvvetli devlet kontrolünü gerektirdiğini ilan ediyor. Bu, ödememiz gereken bir bedeldir.
Aynı sorunu inceleyen William Vogt daha da kesin: Toprak yüzeyinin sistematik tahribinden doğan açlıktan kaçınmak için en son teknik yöntemleri uygulamamız gerekir. Ancak koruma tedbirleri, bireyler tarafından kendiliğinden uygulamaya konulmayacaktır. Yine de bu yöntemler küresel olarak uygulanmalıdır, aksi halde hiçbir yere varılamaz. Bunu kim yapabilir? Tüm iyi Amerikalılar gibi Vogt da, otoriter polis devletinden nefret ettiğini öne sürüyor. Oysa, yalnızca devlet kontrollerinin belki de arzu edilen sonuçları doğurabileceğine katılıyor. Liberal ABD yönetiminin bu anlamda harcadığı çabaları övüyor, ama ABD’nin “gerçek ve mecazi anlamda zemin kaybetmeye” devam ettiğini çünkü Amerikan tarım yöntemlerinin yeterince otoriter olmadığını kabul ediyor.
Hangi tedbirler önerilecektir? Çeşitli topraklar, onları tahrip etmeden ekip biçmenin mümkün yolları açısından sınıflandırılmalıdır, (a) Nüfusu tahliye etmek ve tehlikedeki topraklan işlemekten korumak; ve (b) belli toprak türlerinde sadece belli ürünler yetiştirmek amacıyla otoriter yöntemler uygulanmalıdır. Bu gelişme, büyük toprak mülklerinin merkezileştirilmesiyle kolaylaştırılacaktır. Latin Amerika’da bugün 20-40 milyon ekolojik açıdan yer değiştirmiş kişi var. Bunlar, tarıma açık olmaması gereken toprakları işgal eden insanlardır. Eğer ülkelerinin varoluş araçları imha olmaktan kurtarılacaksa bu insanlara! yaşadıkları yamaçlardan çıkarılmaları mutlaka gerekli. Onları yeniden iskan etmek zor ve pahalı olacaktır, ama Latin Amerika’nın başka seçeneği yok. Bu sorunu çözmezse, en sefil hayat standardına gerileyecektir.
Tüm tarım sorunları uzmanları aslında temelde mutabıklar. De Castro (Vogt’ın fikirlerine karşı olmasına rağmen) ve Dumont (de Castro’yu birtakım noktalarda eleştiriyor), yalnızca dünya ölçeğinde bir katı planlamanın tarımın sorunlarını çözeceği ve yalnızca insanların yeniden iskanının ve refahın kollektif dağılımının kıtlık sorununu çözebileceği sonucuna varıyorlar. Bunun anlamı sadece şu olabilir: eğer geleneksel tarım tekniklerini geliştirecek ve mahzurlarından kurtulacaksa insan, son derece sert idari ve polis tekniklerini uygulamaya mecburdur. Bu noktada farklı unsurların birbirine bağlılığının ve ikincil etkilerin öngörülemezliğinin iyi bir örneğini görüyoruz.
Uzunca bir süre Tennessee Vadisi Otoritesi’nin (TVA), tekniğin ortaya çıkardığı birtakım sorunlara karşı övülecek bir tepki olduğuna inanılıyordu. Oysa bugün belli bir takım büyük kusurlar aşikârlaştı. Sözgelimi, yeni orman oluşturma ve hayvanların yeniden üretimi alanlarında yöntemlerin doğru uygulanması anlaşılmamıştı. Sel kontrolü suyun toprakta tutulması yoluyla değil, fakat başkalarını korumak için ayrılan toprağın önemli bir kısmını daimi olarak batırmak suretiyle yerine getiriliyordu. Tekrar etmek gerekirse, insanoğlu kendi tekniğinin etkilerinin bütünlüğünü asla önceden göremez. Colorado Nehrini sulama amaçlı düzenlemenin Pasifik Okyanusu’nun Kaliforniya kıyısına bindirme yapmasına yolaçacağını veya günde 500 ton kum ve kayanın kaldırılmasıyla vadileri (ki “düzenlenmişlerdi”) tehlikeye düşüreceğini hiç kimse kestiremezdi. Benzer şekilde, havayı kontrol etmeyi, bulutlan dağıtmayı, yağmur ve kar yağdırmayı hedefleyen tekniklerin etkilerini öngörmek de mümkün değildir. Bir başka alanda, narkotik ilaçlar üzerine bir araştırmada Profesör Lemaire, tekniğin sentetik narkotiğin giderek çok daha kolaylıkla ve büyük miktarlarda imalatına imkan tanıdığını gösteriyor. Fakat ona göre bu ilaçların kontrolü bu şekilde daha da zorlaştırılıyor çünkü “tehlikeli olup olmayacaklarını tahmin edemeyiz. Tek kanıt, müptelaları tarafından kullanımlarının alışkanlık haline gelmesidir. Fakat bu kanıtı elde etmek yıllar süren deneyler gerektirir”.
İnsanlığın bildiği en ciddi tehlike olan yaygın açlık sorununun, iyi ve kötüyü ayırdedilemez biçimde kendisiyle beraber getiren birtakım tıp tekniklerindeki ilerlemeden kaynaklandığını burada hatırlatmaya gerek yok. Bir iyi veya kötü kullanım meselesi değildir bu. Atom tekniklerinin ortaya çıkardığı atomik atıkların imhası sorunu da aynı şekilde. Atom patlamaları gerçek sorun değildir. Gerçek sorun, bir kısım atom bilimcilerin rahatlatmaya dönük ama talihsiz açıklamalarının tersine, durmadan büyüyen atık imha sorunudur. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı, 1959 yılında bu atıkların ölümcül bir tehlike olduğunu ve belki Kanada’da gerçekleştirilen zor “camlaştırma” yöntemi dışında bu atıklardan kaçınmanın kesin bir yolunun da bulunmadığını kabul etti. Tüm bunlar da atomun barışçı kullanımını gerektirir!
Her halükarda, üç aşağı beş yukarı açıklıkla, görülen şey, teknik uygulamaların etkilerini kontrol etmek üzere devlet müdahalesinin gereğidir. Fakat bu etkiler ışığında bir teknik modifıye edilinceye kadar, kötülük yapacağını yapmıştır bile. Etkiler arasında bir “seçim” yapılması önerildiğinde, hep çok geçtir. Her verili unsuru modifiye etmenin hâlâ mümkün olduğu kuşkusuz, ama sadece ikincil yansımalar pahasına. Yine, doğal kaynakların rasyonel kullanımı yoluyla beş milyar insanı doyurmaya yetecek yiyecek üretmek de kuşkusuz mümkün. Ancak bu, angarya veya yenir bir tür kölelik pahasına başarılabilir. Hangi konuyu incelemeyi seçersek seçelim, tekniklerin bu karşılıklı ilişkisini görürüz. 1960’da Dünya Gıda Araştırma Kongresi, kendileri de medeniyet hastalıkları denen hastalıkların (kanser, kalp damar hastalıkları gibi) nedenlerine katkı yapan kimyasal ürünlerin kullanımının modern beslenmeyi nasıl bozduğu meselesini ele aldı. Fakat Kongre’nin araştırmaları, “doğal” beslenmeye bir geri dönüşün artık sorunu çözemeyeceğini gösteriyordu. Aksine, tamamen yapay beslenmeyi, rasyonel beslenme denen şeyi içeren ileri bir adımın atılması gerekir. Sadece tahıl ürünlerini, eti, tereyağını filan kontrol etmek yeterli olmayacaktır. Bunun mümkün olabileceği aşama geçilmiştir. Yeni teknik yöntemler bulunmalıdır. Fakat, bu yeni beslenmenin de hiç tehlike oluşturmayacağından emin olabilir miyiz?
Kötü olduğu yargısına varılan her tekniğin reddi, değeri sadece verimlilik penceresinden hesaplanan yeni bir tekniğin yaratılmasını gerektirir. Ancak daha uzak yansımaların genelde farkında değilizdir. Tarih bize bu yansımaların nadiren olumlu olduğunu gösteriyor. En azından, kendimizi nüfus artışı, ortalama ömür süresinin uzaması veya haftalık çalışma süresinin kısalması gibi bağlantısız olguları incelemekle tatmin etmek yerine tarihi bir bütün olarak ele aldığımızda durum böyledir. Bunlar belirtilerdir. Eğer insanlar hayvan olsaydı belki anlamı olacak olan; fakat insan bir üretim makinesinden daha fazla bir şeyse kati önemi olmayacak olan belirtiler.
Bununla birlikte benim niyetim tekniğin bir felaketle sonuçlanacağını göstermek değil. Aksine, tekniğin yalnızca bir tek prensibi var; o da etkin düzenlemedir. Teknik açısından her şey düzen kavramı etrafında odaklanır. Bu, 19. yüzyılın başında moral ve teknik doktrinlerin gelişimini açıklar. Düzenleyici bir ilkeyi temsil eden her şey son derece ciddiyetle ele alındı. Aynı zamanda, bu düzenin geliştiren araçlar da hiçbir zaman olmadığı kadar kullanıldı. Düzen ve barış, bireysel tekniklerin gelişimi (toplum gerekli çözülme aşamasına eriştikten sonra) için gerekliydi. Barış, sanayinin zaferi için vazgeçilmezdir. Buradan aceleci bir çıkarsamayla sanayileşmenin barışı teşvik edeceği sonucuna varılacaktır. Ancak, her zaman olduğu gibi, mantıksal çıkarsamalar gerçeği tahrif etmektedir. J. U. Nef, gayet güzel bir şekilde, sanayileşmenin savaşları teşvik etmekten başka bir şey yapmayacağını gösteriyor. Bu bir tesadüf değil, tersine organik bir ilişkidir. Yalnızca sanayileşmenin imha araçları üzerindeki doğrudan etkisi nedeniyle değil, aynı zamanda varoluş araçları üzerine etkisi nedeniyle de böyledir. Nef’e göre teknik gelişme savaş lehindedir, zira (a) yeni silahlar, saldırı ile savunma arasındaki ayrımı daha zorlaştırmıştır; (b) öldürme eylemindeki acı ve ıstırabı muazzam bir şekilde azaltmıştır.
Bir başka düzlemde, barışçı sanayi ile askeri sanayi arasındaki ayrım artık mümkün değildir. Niyetleri ne derece insani olursa olsun her endüstri, her teknik, askeri bir değere sahip. “İnsancıl bir bilim adamı, kendisini bir ikilemle karşı karşıya bulur: Birbirlerini daha iyi yok edebilsinler diye insanları daha fazla yaşatacak yolları aramalı mıdır?” Nef, bunlan gayet güzel bir şekilde tarif etmiştir. Bu, artık basit bir insan davranışı meselesi değil, bir teknik gerekliliktir.
Teknik olgusu, iyi taraflarını alıp kötü taraflarını atacak şekilde bölünemez. Kendisini monist (tekçi) yapan bir “kütledir”. Bunu göstermek için en basit ve bu yüzden de en kolaylıkla tartışılabilir örnekleri ele aldık. Okuyucunun bu monizmi tam olarak anlayabilmesini sağlamak için her sorunu tüm yansımalarıyla diğer alanlara sunmak gerekli olur. Sözgelimi polisin durumu sadece kendi spesifik sınırlan içinde ele alınamaz. Polis tekniği, propaganda, yönetim ve hatta iktisat ile çok yakından bağlantılıdır. İktisat, aslında artan bir verimliliği talep eder. Üretici olmayanları (kaldırım mühendisleri, emek harcamadan geçinenler, sosyal uyumsuzluk gösterenler) sosyal bünyeye kabul etmek imkansızdır. Bunların hiçbirinin yeri yoktur. Polis, bu faydasız tüketicileri işe koyacak yolları bulmalıdır. Sorun, bir kapitalist devlette de (burada, komünist sabotajcıdır), komünist devlette de (burada sabotajcı, kapitalizmden para alan enternasyonalisttir) aynıdır.
Tüm bu tekniklerin icra planı ve eylem biçimleri, bir bütünü oluşturmak üzere birleşirler; her bir parça diğerlerini destekler, kuvvetlendirir. Unsurlarından hiçbiri diğerlerinden ayrılamayacak bir koordineli olguyu oluştururlar. Tekniğin “kötü” yanını bırakıp “iyi” olanı muhafaza edebilmeyi umut etmek bir yanılsamadır; çok iyi anlaşılabilir bir yanılsama. Bu inanış, teknik olgusunun özünün kavranamamış olduğu anlamına gelir.
Views: 47