Site icon İtaatsiz

12 Teknoloji Toplumu: Teknik Evrensellik – Jacques Ellul

“Tarihin akışı içerisinde bölgelere, uluslara ve kıtalara göre medeniyetlerin farklı ilkeleri hep olmuştur. Bugünse her şey kendisini teknik ilkelere göre konumlandırma eğiliminde. Geçmişte değişik medeniyetler değişik “yollar” izlediler; bugünse tüm halklar aynı yolu, aynı dürtüyü takip ediyor. Hepsinin aynı noktaya ulaştıkları anlamına gelmiyor bu, ama aynı yörüngede farklı noktalarda sıralanmış durumdalar. Birleşik Amerika, Fransa’nın otuz yıl sonra, Çin’in de belki seksen yıl sonra temsil edeceği tipi temsil ediyor. İşten eğlenceye, aşk ve ölüme kadar hayatın tüm halleri, teknik bir bakış açısından görülüyor. ‘Teknik kölelerin” sayısı hızla artıyor. Tüm hükümetlerin ideali de sanayileşme ve teknik köleleşmeye doğru mümkün olan en kısa zamanda ulaşma yönündedir.”

Teknik olgusunun bu özelliği kendini iki boyutta gösterir; birincisi coğrafî, ikincisiyse kalitatif boyut. Coğrafi açıdan, tekniğin sürekli olarak ülkeden ülkeye zemin kazandığım, faaliyet alanının tüm dünya olduğunu görmek kolay. “Medeniyetleri” ne olursa olsun tüm ülkelerde aynı teknik yöntemleri uygulama eğilimi var. Verili bir ülkenin nüfusu teknik olarak tamamen asimile edilmemiş olduğunda bile bu ülke tekniğin kendisine sunduğu araçları kullanır. Bu ülkelerin halklarının Batılılaşmaya ihtiyaçları yok. Kullanılacak teknik “medeni” insan gerektirmez. Hangi el kullanırsa kullansın, bireyin onu özümsemesiyle orantılı biçimde etkisini aşağı yukarı bütün olarak gösterir.

Örneğin tanım alanında en güncel tekniklerin evrenselleştiğini gösterirken Vogt, bunu vurgulamaktadır. Ona göre, insanoğlu “kendi doğal çevresini daha önce hiçbir zaman zırhlı bir tümenin merhametsizliğindeki gibi tahrip etmedi. Bizim etkimiz altında geliştirilen bu ‘medeni’ imha güçleri tüm yerküreyi öylesine fethettiler ki Malaylar, Hottentolar ve Ainolar belayı yayıyorlar”.

Tarihin akışı içerisinde bölgelere, uluslara ve kıtalara göre medeniyetlerin farklı ilkeleri hep olmuştur. Bugünse her şey kendisini teknik ilkelere göre konumlandırma eğiliminde. Geçmişte değişik medeniyetler değişik “yollar” izlediler; bugünse tüm halklar aynı yolu, aynı dürtüyü takip ediyor. Hepsinin aynı noktaya ulaştıkları anlamına gelmiyor bu, ama aynı yörüngede farklı noktalarda sıralanmış durumdalar. Birleşik Amerika, Fransa’nın otuz yıl sonra, Çin’in de belki seksen yıl sonra temsil edeceği tipi temsil ediyor. İşten eğlenceye, aşk ve ölüme kadar hayatın tüm halleri, teknik bir bakış açısından görülüyor. ‘Teknik kölelerin” sayısı hızla artıyor. Tüm hükümetlerin ideali de sanayileşme ve teknik köleleşmeye doğru mümkün olan en kısa zamanda ulaşma yönündedir.

Ekonomik gerekliliği ve “geri” denen halkların sefaletini ön plana çıkaran ve son derece geçerli olan argümanların pekâlâ farkındayım. Fakat sorun ilgili süreç değil, değişik toplumların Batı tekniğini benimsiyor olmalarım görmektir. 1960 Vevey Kongresi bu noktanın altını kalınca çizdi. Anlaşılır olduğu üzere geri kalmış halkların temel problemi yetersiz beslenme olmasına rağmen, kafayı tekniğe takmaları onları öylesine sersemleştirdi ki onların talep ettiği, bizim de sunduğumuz şey, kötülüğü daha da azdıracak olan sanayileşmenin ta kendisidir. Teknik tüm enlemlerde aynıdır; bu nedenle de tüm medeniyetleri tekdüze yapmaya yarar. Bu eğilim doğmadan doğruya tekniğin kendisinden doğar. Doğu, Rus ve Güney Amerika toplumları, tarihsel olarak bizimkiler gibi teknik yönelime hiçbir şekilde hazırlıklı değillerdi.

En iyi sosyologlar, tekniğin her yerde aynı etkileri içerdiğini vurgulamışlardır. R. P. Lynton a göre “Avrupa veya Amerika’nın bir topluluğunun sanayileşmesi ile Siyam, Nijerya, Türkiye veya Uruguay toplumlarının sanayileşmeleri aynı sorunları gündeme getirir”. Eğer teknik hareketin başlangıcı bu “geri” ülkelerden birinde olmuş olsaydı, yanda kesilirdi. Fakat bu toplumlara, tüm şiddeti ve yayılma gücüyle bir teknik hareket sunulu¬yor. Tekniğin gelişmesine uygun koşulların olup olmadığı artık sorulmuyor. Teknik hareket kendini dayatacak ve ilerlemesinin önündeki engelleri yıkacak kadar güçlüdür.

Fakat bu yayılma bir kere niye var? Şimdiye kadar, tekniğin yayılması gerçekleşecekse çok benzer toplumsal koşulların gerekli olduğu genelde kabul edilirdi. Artık geçerli değil bu. Ortam ne olursa olsun bugün teknik kendini dayatıyor. Bu yayılma gücü, bir dizi tarihsel nedenle (doğru ama genelde yapay olan) ve bir de daha sonra inceleyeceğimiz derin bir nedenle açıklanabilir.

Tarihsel nedenler, teknik işgale yol açan iki büyük akımla, yani ticaret ve savaşla ilişkilidir. Sömürge savaşı, tüm bir teknik araçlar toplamına sahip olan Avrupa uluslarına kapılan açtı. Fetihçi uluslar, makineleri ve organizasyonlarım orduları kanalıyla ihraç ettiler. Hayranlık ve korkunun zihinlerini kuşattığı mağlup halklarsa, tanrılarının yerini almaya gelen makineleri benimsediler. Makineler kendilerine diz çöktüren fetihçilerin kullandığı araçlar olmakla kalmıyor, aynı zamanda fetihçiler- den kurtuluşun muhtemel araçlarını da temsil ediyorlardı. Bu sömürgelerde silah ve tüm güç araçları trafiği, isyan kışkırtmanın aracı olarak artmaya başladı. Başlangıçta isyan bütünlük-ten yoksundu, sıma bu insanlar daha iyi organize olup mücehhez oldukça ulusal bir mesele haline geldi.

Savaş, geri kalmış halkları küresel olarak da müdahil oldular. Kastettiğim, sömürge savaşlarının doğrudan sonuçlarından ziyade, medeni uluslar denenler arasındaki savaşların etkileridir. Almanya ve Fransa’nın sömürgeleri, bu ülkeler arasındaki savaşa müdahil oldular. Daha sonra Çin ve Sibirya geldi. Ya-kutlar, Kızıl Ordu’nun ön cephelerinde tankları sürüyorlardı. Savaş, “vahşilerin” makine ve disipline ani ve sersemletici şekilde adaptasyonunu teşvik eder.

Teknik işgali yöneten ikinci faktör ticarettir. Batılı güçlerin Batı sanayi ve teknik hayatı için gerekli olan pazarları fethetmesi zorunluydu. Bu gerekliliğin önünde hiçbir engel tutunamazdı; ilkel halklar da modern tekniğin ürünleri tarafından deyim yerindeyse yutuldular. Amerikalılar 1945’te Bulgarlara binlerce ton bireysel askeri nevale gönderdi. Bulgarlar ise yeni bir tür tereyağına ve onun yerine geçecek başka şeylere kendilerini alıştırmaya hiç mi hiç istekli değildi. Ancak dirençleri teknik adaptasyona ve çok hızlı bir şekilde de açık bolluğa teslim oldu.

Araçların yaygınlığı, tüm geleneksel ve bireysel arzulan yıktı.

Tüketici mallarından sonra üretim tekniklerinin işgali geldi. Teknik işgal, sadece bir sömürgecilik meselesi değil; daha az güçlü ülkeler için aynı zamanda basit bir teknik bağımlılık meselesidir de. Bu ama yalnızca bu, bugün için iki bloğun oluşmasını açıklamaktadır. Tüm politik veya ekonomik açıklamalar yapaydır, gülünçtür. İki büyük teknik güç vardır. Onlar da ABD ve Sovyetler Birliği’dir. Diğer her ülke, sırf teknik üstünlükleri dolayısıyla birine veya diğerine tabi olmalıdır. Teknik işgal, tamamen kolonyal bir işgal değildir, başka biçimler de alır.

Günümüzdeki sömürgelerin tasfiyesi olgusu, şimdiye kadar sömürgeci güçlerle ortak yaşayan halkların teknik gelişme imkanlarıyla yakından ilgilidir. “Bağımsızlık” arımdan itibaren bu halklar iki büyük güce yardım çağrısı yapmak durumundalar. Bir kere teknik düzlemde kendi kendilerine yeter olmaları mümkün değil. Büyük güçler de onları “alâkasız” bir şekilde teçhiz ederler. Aslında bu yeni “özgür” ulusların sefaletinin onları özel savaşların alanı yapmayacağına dair en ufak bir umut besliyorlarsa (büyük güçlerin kendilerinin bir rekabet içinde oldukları gerçeği bir yana) büyük güçlerin elbette başka seçenekleri yoktu. Sonuçta en iyi ve en ahlâki niyetler (sözgelimi Harry S. Truman’ın sömürge topraklarına yardımı öngören Dördüncü Noktası), dünyanı hızla teknikleşmesine yol açıyor. Her politik olgu da mutlaka Batılı bir görünüm alan bu teknikleşmeyi hızlandırıyor.

Yayıcı faktörler, temel teknik gerçekler tarafından açıkça istenir. Örneğin, teknik ürünlerin köken ülkede ortaya çıkışlarından az dünyada her yere taşınmalarına imkan veren iletişim araçlarının hızını ve esaslı oluşunu düşünün. Bunun sonucu hızla birleşme olmalıdır.

Aynı iletişim araçları böyle bir birleşmeyi önceden varsayar. Büyük okyanus gemileri her yerde sürekli geliştirilen liman te-sislerini gerektirir. Demiryolları tüm ülkelerde özdeş yol platformları ister. Havacılık gün be gün önemli hale gelen ve tonaj ve hız arttıkça giderek tekdüzeleşen tüm bir teknik altyapı ister. Port-de-Bouv yakınlarındaki Lavera limanının oluşturulması buna bir örnektir. Fransız pazarının taleplerini karşılamak üzere petrol tankerlerine bir liman inşa etmek için gemiyle petrol nakliyatı konusundaki uluslararası icaplara tam olarak uymak gerekliydi. Bu talepler tümüyle tekniktir: 30.000 tondan fazla modem tankerler için kanalın derinliği, özel rıhtımlar, tankerler tam olarak uydurulmuş teknik gelişmelerle donatılmış röle depolan filan. Bu kolaylıklar olmaksızın devam etmek açıkçası imkansızdı. Bugün Fransa’daki limanlarda büyük tankerlerle getirilen petrol önce küçük mavnalar tarafından ya uçan tesisler olan ya da yetersiz pompalama kapasitesine sahip olan tesislere aktarılır. Bu zaman kaybına ve aşırı bir uğraşıya yol açar. Her bir ton ham petrol, yaklaşık üç dolarlık bir ekstra yük getirir. Bu faktörler açıktır ve en modem tekniklerin -ki bunlar da karşılıklı olarak dünya çapında teknik birleşmeye katkıda bulunurlar- kabulüne yolaçmaktadır.

Teknik yayılma mekanizmasında bir başka unsur daha var; o da teknisyen ihracıdır. Yalnızca bir Alman teknisyenin ABD’ye veya Rusya’ya gitmesi meselesi değildir bu. (Bu ihraç, ilginçtir, Alman tekniğini gerçekten uluslararası kılan kesin bir teknik gelişmeyle birlikte oldu). Başkan Truman’ın Dört Nokta Programı’nın uygulanmasıyla Amerikan tekniğinin azgelişmiş ülkelere aynı yayılması sözkonusudur. Azgelişmiş ülkelerin geleceği için reçeteler yazan akademisyenler sağlandı. (Bu çeşit teknik yardım, ilgili ülkelerin sakinlerini entelektüel açıdan asimile eder). Bunun yaranda, Birleşik Amerika bu ülkelerin doğal kaynaklarını çıkarmak için gerekli teknisyenleri doğrudan da sağlamak-tadır. Yakın amaç, verili ülkenin imkanlarının gerçekçi bir değerlendirmesiyle başlayarak nüfusun yaşam standardını yükseltmektir. Nihai amaç ise tümüyle hümaniter niteliktedir. Amerikan emperyalizminin sözkonusu olup olmadığına dair bir yargı belirtmekten kaçınabiliriz. Yine de bu, tüm dünyada tekniğin hızlı bir tempoda yayılmasına yolaçar; aynı zamanda da tüm ülkelerde teknik kimliğe yolaçar.

Belli bir eğitimsel birlik de sözkonusudur burada. Azgelişmiş bir ülkenin her yurttaşı, yeni teknolojilerin kullanımında ustalaşmalıdır. Bu, Avrupa tarzı eğitime yolaçar, melez insanların bilimsel faaliyetlere aktif biçimde katılımını sağlar, sonuçta da teknik yayılmaya bir tür apriori bağlılığı teşvik eder. 1956’darı bu yana aynı teknisyen yayılmasını Sovyetler Birliğinden ve da¬ha yakınlarda da Çin’den Suriye’ye, Gine’ye, Gana’ya ve Küba’ya doğru görmekteyiz. Bu faaliyetlerin yarattığı siyasi şüphelere değinmeksizin yalnızca başka şeyler yanında bu faktörlerin teknik işgalin aktif bir yardımcısı olduğunu hatırda tutalım.

Teknik işgal, sadece eski değerlere yenilerinin eklenmesini içermez. Eski köye yeni adet getirmez; eski biçimlere yeni içerik katmaz. Eski değerler yıkılmakta; eski medeniyetler yeniyle te-maslarında çökmektedir. Aynı olgu mümkün olan her kültürel biçimde görülmektedir. Sözgelimi dini ele alalım. Teknik bir ger-çeğin sonucu olarak bir dinin bizzat gözlerimizin önünde yokoluşuna tanık olduk. Mikado itikadı, Hiroşima’ya bombanın atılmasından sonra yokoldu. Tibet ve Çin’deki komünist baskının neticesinde Budizmin çöküşüne tanık oluyoruz. Yakınlarda yapılan çalışmalara göre de Budizm, komünizmin ideolojik etkileri yüzünden değil teknik nedenlerle kayboluyor. Bu olgu bir yandan, endüstriyel tekniklerin amansız ve kitlesel benimsenişinden kaynaklanırken bir yandan da durmadan artan nüfusun dini terketmesini isteyen propaganda tekniklerinden kaynaklanıyor. Bir anlama bu dindar insanlar dinsiz de bırakılmıyor. Onların aşkın dininin karşısına “sosyal” bir din, teknik gelişmenin ifadesinden başka bir şey olmayan bir din konuyor.

Bugün için en klasik eğilime sahip bir sosyolog bile tekniklerin etkisinin Batı dışı medeniyetlerin çöküşünü doğurmakta olduğunu kabul ediyor. Hem ekonomik ve kültürel biçimlerin, hem de geleneksel psikolojik ve sosyolojik yapıların çöküşünü içermektedir. UNESCO bu sorunlarla büyük ölçüde meşgul ol-muştur. Gerek Bulletin of the Social Sciences gerekse Dr. Mar-garet Mead’ın raporlan uyarıcı bir nitelik taşıyor. Araştırmalar, gerçekte teknik yöntemleri transfer etmenin kolay olduğunu ama onları kontrol edecek sosyolojik ve psikolojik metotların ayrıntılarına girmenin yavaş, zor ve zahmetli olduğunu gösteriyor.

Basit bir mantıkla, Charles F. Frankel’in ifade ettiği şekilde, “hasta bir adama iğne yapar gibi geri kalmış halkları ayaklan üzerinde durdurmak için onlara teknik yöntemleri ve birikmiş nimetleri vermenin yeterli olduğunu” söyleyen insanlara karşı durmamak elde değil. Bu tür bir enjeksiyonun yardımcı olması düşünülebilir. Ama bunu vermekle geleneksel yaşam biçimlerini inkarkediyoruz. Teknik kendi başına dengesini beraberinde taşımaz. Tersi gerçeğe daha yakındır. Teknik Batı’da doğmuş ve yavaş yavaş büyümüş olmasına rağmen, Batı’da tekniğin toplulukları nasıl tahrip ettiğini, insanoğlunun konuyla ilgisini nasıl sorgulanır hale getirdiğini gördük. Yabancı bir ortama birdenbire nakledildiğinde, tüm gücüyle bir hamlede tezahür ettiğinde etkileri ne kadar muazzam olur. Afrika’da işçi, ailesinden ayrılmıştır. S. Herbert Frankel’in dediği gibi “onun sosyal egosu kırsal gruba bağlı kalırken kendisi ise bir sanayi ortamına nakledilmiştir. Ailesi şehre geldiğinde kentsel yaşama hiç mi hiç hazırlıklı değillerdir ve o ortamda manevi ve sosyolojik olarak tahrip edilmektedirler”. Avustralya’da da yaşam biçimlerinin aynı çöküşünü görüyoruz. E. P. Elkin’in dediği gibi, “Kabilede otorite ihtiyarlara aitti… fakat şimdi ağıl patronuna ya da çiftlik sahibine geçmektedir… Mevsimlerin birbirini takip edişi ve yiyecek arayışıyla ilgili, geçmişte çok zaman işgal etmiş gizemli ayinler anlamını yitirmeye başlıyor”. Daha fazla örnek vermeye gerek yok.

Her kültür bir bütün olarak değerlendirilmeli. Verili bir unsurun tekniğin etkisi yoluyla dönüşümü, tüm alanlarda şok yaratır. Bugün dünyadaki tüm halklar, teknikten kaynaklanan çatışmaların ve iç çekişmenin kışkırttığı bir kültürel bozulma yaşıyor. Bundan başka, Margaret Mead’ın belirttiği gibi, her insan içinde yaşadığı kültürel çevreyi kendi şahsında içselleştirdiğinden, bu kültürün anlaşmazlık ve tutarsızlıkları da yine her bireyin kişiliğiyle karşılaşacaktır. Dahası, bu kültürel çöküşe cevap verecek yeterli donanımda değiliz. Bu insanların mentalitesi ve ihtiyaçlarına dair çok az, tekniğe psikolojik tepkilerine dairse daha da az çalışmamız var. İhtiyaçlarını karşılayabilecek sosyal ve idari tedbirler veya yeteneklerindeki değişimler hak-kında hiç çalışma yok. Tekniğimizle birlikte, tahrip edilenin yerini alabilecek bir medeni ortam veya benimsenebilir bir değer asla göremiyoruz. Bu, her ne ise, iyimserlik özelliğiyle bilinen bir kuruluş olan UNESCO’nun teşhisidir.

Durum şimdi inceleniyor ama büyük ölçüde çok geç kaldık. Tüm araçlar çok önceden hazırlanmış olmalıydı, çünkü hiçbir doğal adaptasyona veya spontane reorganizasyona güvenilemezdi. Bundan hiç umut yok. Hazırda hiçbir aracımız yok. Sorun incelenmekte iken de tekniğin kasırgası düzenli biçimde ilerliyor. Gerçek bir yarış içerisindeyiz, fakat başlamadan yenildiğimiz gün gibi açık. Tekniğin etkileri, baştan başlamak için halihazırda çok gelişmiş durumda. Bu halklar ve toplumların dengesini muhtemelen koruyabilecek sosyal, ekonomik ve psikolojik adaptasyon biçimleri keşfetmemizden önce tüm geleneksel kültürler ve sosyolojik yapıların tahrip edileceğinden kuşku yok.

Siyasal alanda olgu, temel toplum biçimlerinden tamamen gelişmiş modem diktatörlüğe amansız geçiş biçimini alıyor. Dünya nüfusunun büyük bir kısmı, üretim ve idari teknikler yoluyla ve zorlamasıyla birkaç yıl içerisinde serflik düzeni veya feodalizmden en titiz diktatöryal devlete geçmiştir. Sovyetler Birliği, Türkiye ve Japonya, çok iyi bilinen örneklerdir. Diktatörlük sorunu da benzer şekilde sömürgelerin tasfiyesiyle gün-deme gelmiştir. Ya birisi ülkeyi organize etmede, merkezi bir otoriter devlet kurmada başanlı olur (Gana, Gine, Fildişi Sahili ve Sudan’da olduğu gibi) ya da anarşi hüküm sürer (Belçika Kongosu ve Kamerun’daki gibi). Yan liberal başarılar -Tunus’taki gibi- çok nadir ve hassastır.

Ekonomiye gelince, bu sorunları tartışmak neredeyse gereksiz. Afrika ve Asya’daki tüm geleneksel üretim ve dağıtım yapıla- n, yeni teknik araçların varlığı karşısında patlıyor. Batı müdahalesi dönemine dek Asya kıtasında yaşam hayli dengeliydi. Nüfuslar ve çevreler dinginlik içindeydi. Elbette işler mükemmel olmanın çok uzağındaydı. Mesela yetersiz beslenme hep bir tehlikeydi. Fakat belli medeniyetler yeterince ahenkliydi; bazıları bizimkinden daha kalıcı oldu. Bana göre, herkes, modern Asya’nın meselelerinin kısmen Batı’nın bölgeye dayattığı karmaşıklıktan, tekniklerin vazgeçilmez uygulamasının teşvik ettiği yapı karmaşıklığı ve yoğunluğundan kaynaklandığında hemfikirdir.

O halde tüm alanlarda teknik, diğer tüm medeniyetlerin hızlı çöküşünü meydana getiriyor. Bu medeniyetlerin çöküşünden bahsederken yalnızca sosyolojik biçimlerden sözediyoruz. En zayıf medeniyetler bile belli değerleri korurlar. Bu değerler, Roger Bastide’in deyişiyle, “kültürel şokun parçalayabileceği zihin¬sel dengeyi devam ettirirler… Toplumsal durum, artık atalardan kalma örf yoluyla yerine getirilmeyen eski komplekslere canlı kalma, kendileri için yeni savunma mekanizmaları oluşturma imkanı tanır”. Fakat bu durumun sadece geçici olma ihtimali de çok yüksek; bu psikolojik ihtiyatlar bile, insan teknikleri denen teknikler (nesneleri insan olanlar) bunlara uygulandığında teknik tarafından saldırıya uğranacak, emilecektir.

Elbette ki tekniğin bu gruplar üzerindeki etkisi her yerde aynı olmayacaktır. Değişik asimilasyon olgularına, yeniden gruplandırmaya, fonksiyonlara ve tedrici çözülmeye dair ayrıntılı sosyolojik incelemeler yapılmıştır. Bu incelemelere göre, her örnekte karşılaştırılabilir ve özdeş ilerleme görülmemiştir. Bununla birlikte bu çeşitliliğin gerisinde, teknik medeniyet tipi ile tüm diğerleri arasında mutlak bir uyumsuzluk da gözlenmelidir. Teknisyenler bu sonucu murad etmediler; hiç kimse bir medeniyeti bilinçlice yoketme peşinde olmaz. Bu, hikayedeki gibi, demir kap ile çömleğin çarpışmasından başka bir şey değildir. Demir kabın mümkün olabilecek tüm iyi niyetlerine rağmen olacak olan olacaktır.

“Gerekli değil bu. Hindistan’a daha fazla mutluluk getirme basit gerçeği niçin Hindu medeniyetini enkaza çevirsin ki?” denebilir. Gerekli olup olmadığını bilmiyorum, fakat yine de durum böyle. Çökmekte olan bir medeniyet soyut olarak yeniden yaratılamaz. Geriye dönüp bu dünyaları yeniden canlandırmak için çok geç. Bu mutluluk, yaşamın tamamında (önceden sadece tembelliğin olduğu yerde çalışmayı, makineleri ve aksesuarlarını, koordinasyon ve rasyonel yönetim organlarını ve rejime iç sadakati) bir dönüşümü varsayar. Aksi halde totaliter olmaktan başka biçim alamaz. Ancak çok sayıda olguyu emip azami veriyi işin içine katarsa teknik gerçekten etkili ve bilimsel olabilir. Sentez yoluyla koordine etmek ve yararlanmak için teknik her alanda büyük kitlelere dayanmak durumundadır. Fakat tekniğin her alanda varlığı tekele yolaçar. Propaganda tekniği bizzat doğası gereği totaliter olduğunu söylerken Jacques Driencourt bunu ortaya koyuyor. Mesajında, yöntemlerinde, faaliyet alanında ve araçlarında totaliterdir. Daha başka ne istenebilir ki? Daha fazlasını isteyebilirsiniz. Totaliteryanizm, ona temas eden ne varsa, ilk bakışta ondan çok uzakta görünen şeylere bile geçer. Teknik bir şeye kilitlendiği zaman herşey ona tabi olmalıdır. Artık bir tarafsız nesne veya duruma yer yoktur. Claude Munson, orduda veya büyük bir sanayi tesisinde işlediği şekliyle psikolojik tekniğin aile üzerinde doğrudan bir eylemi gerektirdiğini çok güzel anlatıyor. Burada, aile hayatının psikolojik olarak askeri veya endüstriyel yöntemlere uyarlanması, aile hayatının gözlemlenmesi ve aile hayatının askeri ve endüstriyel hizmet için eğitilmesi sözkonusudur. Bir medeniyette teknik dokunmadık bir şey bırakmaz. Herşey onu ilgilendirir. “Eğer bu dönüşümler yaşanıyorsa teknik tek başına sorumlu değildir. Başka pek çok faktör katkıda bulunmuştur. Örneğin, beyaz ırkın entelektüel üstünlüğü, bu diğer medeniyetlerin yozlaşması ve nüfus artışı” şeklinde bir itiraz gelecektir. Aslında tüm bu faktörler tekrar tekniğin sorunlarına gönderme yapmaktadır. Gerçekten, Batının entelektüel üstünlüğü yalnızca teknik alanında kendini gösteriyor. Çin ve İslam medeniyetinin iddia edilen yozlaşması da tamamen yargılandıkları kriterlere bağlıdır. Bu itirazı yaparken aslında teknik kriterler bazında bir yargıya varıyoruz.

Şöyle de itiraz edilebilir: ‘Tüm bunları kabul edersek, bu iki yaşam türü arasında birarada yaşama, hatta sentezin mümkün olduğu bir gerçek değil midir? Sonuçta, Barbarlar Roma İmparatorluğu’nu işgal ettiğinde başarılı bir sentez eninde sonunda gerçekleşti”. Ancak tarihsel durum, kuşkusuz o zaman olduğuyla şimdi aynı değil. Gerçekte, kalıcılaşan, teknik nitelikte olan Roma medeniyetiydi. Bizimki tarafından bugün tehdit edilen medeniyetler teknik olmadıkları içindir ki etkili bir direnç göstermezler.

Beni zikredilen bu üç itirazı reddetmeye yönelten önemli faktör, diğer tüm medeniyetleri tahrip eden bizim tekniğimiz basit bir mekanizmanın ötesinde birşeydir; kendi başına bütün bir medeniyettir.

Batı’da teknik gelişmenin lehinde rol oynayan, onun kolaylıkla yayılmasını temin eden koşullar kombinasyonunu incelemiş bulunuyoruz. Teknik medeniyeti içine çekmiş bulunduğundan çok muazzam bir etki, aslında tam bir tersine dönüş gözlemlenmiştir. Teknik yeni bir ortama nüfuz ettiği zaman, 19. yüzyılda Fransa ve İngiltere’de tesadüfi bir şekilde kendi lehinde bulduğu koşullan genellikle bu yeni ortamda yeniden üretme yoluna gider. En azından yeniden üretilmesi mümkün ve gerekli olan özellikleri yeniden üretir. Uzun bir kültürel tecrübeyi ya da avantajlı bir demografik durumu yakalamak teknik için o kadar da önemli değil. Tam tersine toplumsal esneklik ve bir teknik bilinç, dünyanın her bölgesinde tekniğin kuvvetle dayattığı genel koşullardır. Teknik, sosyolojik biçimleri ayırır, manevi çerçeveyi parçalar, insanı ve eşyayı sekülarize eder, toplumsal ve dini tabuları yıkar, toplumsal bünyeyi bir bireyler toplamına indirger. En yakınlarda yapılan sosyolojik araştırmalar (iyimserlerce yapılanlar bile) tekniğin sosyal grupları, türü ne olursa olsun toplulukları ve insan ilişkilerini tahrip ettiğini öne sürüyor. Teknik gelişme, Jerome Scott ve R. P. Lynton’ın ifadesiyle “bir topluluğu oluşturan davranışlar karışımının, adetleri ve toplumsal kurumlarının” ortadan kaybolmasına neden oluyor. Topluluklar parçalara ayrılıyor ama yeni bir topluluk oluşmuyor. Teknikle temas halindeki insan, içinde işlediği çerçevelerin tekniklerin etkisiyle çözülmesi yüzünden toplum ve topluluk anlayışını kaybediyor. Sorumlulukların, işlevsel özerkliklerin ve toplumsal kendiliğindenliklerin kaybolmasında, teknik ve insani çevre arasında temas yokluğunda filan bu gerçek şüpheye yer bırakmayacak derecede kendini gösteriyor. Sözgelimi sanayi işgücü alanında, sosyologlar fabrika ile fabrikanın kurulduğu toplumsal grup (diyelim ki şehir) arsındaki fiziksel ayrılmaya işaret ediyor. Geleneksel toplumlarda hayatın toplumsal ve ekonomik boyutları bir sosyal bütünde ayrılmaz bir şekilde içiçe geçmişti. Fakat teknik bir toplumda iki boyut kesinkes ayrıdır; bu da kendi başına tüm grubun çözülmesini beraberinde getirmektedir. Üretim ve toplumsal ilişkiler gibi ilgili faaliyetler, tüm bir toplumu yıkıntıya uğratmadan ayrılamazlar. Bununla birlikte, üretimin teknik ama toplumsal ilişkilerin öyle olmaması derecesinde bu ikisi mecburiyetten ayrılır. Tekniğin işlemeye başladığı aşamadaki sosyal gruplara dair yığınla ayrıntılı çalışmanın ulaştığı sonuç budur. Bu sonuç, Avrupa, Amerika, Asya ve Afrika’nın sanayileşmiş çevreleri için de aynı ölçüde geçerlidir. Bundan farklı da olamaz. Bizatihi teknisyenler bu noktada çok açıklar. Örneğin, Cezayir’de ekonomik gelişme perspektiflerine dair 1958 tarihli bir resmi rapor, bu gelişmenin yalnızca Cezayirlilerin tüm bir yaşam biçimlerini değiştirmekle, özellikle de hâlâ yan göçebe kitleleri işe koymakla ger-çekleştirilebileceğini vurguluyordu. Kalkınma, ekonomik planlamayı, insanların yerlerinden edilmesini, yerel ekonominin seferber edilmesini, otoriter siyasi iktidarın kabulünü, yerel manevi alışkanlıkların ve geleneksel zihniyetlerin değiştirilmesini; kısacası hislerin bir New Deal’ini gerektirir. “Üçüncü Dünya’da” teknik gelişme için önerilen (ve normal sayılan) koşullar bunlar.  Teknik, sosyolojik gübresini halihazırda yapılmamış olduğunu gördüğü yerde yapar. Bugün için başarılı olacak yeterli güce ve etkinliğe de sahiptir. Çok geçmeden, ürünleri arasında oluşturulması en kolay, insanın da balıklama daldığı ürünü olan açık teknik bilinci heryerde meydana getirecektir. Tekniğin yarattığı dünya, ta başından beri onun için avantajlı olandan başkası olamaz. Tüm iyi niyetli insanlara, iyimserlere, tarihin yapıcılarına rağmen dünyanın medeniyetlerinin etrafı bir çelik çemberle kuşatılıyor. Batı’daki bizler bu çelik kısıtlamayla 19. yüzyılda tanıştık. Şimdiyse teknik varlığı için gerekli olduğu için onu her yerde mekanik olarak yeniden üretiyor. Tekniğin öyle yapmasını önleyecek yahut onu olduğundan farklılaştıracak hangi güç var ki?

Teknik, medeniyetin tüm unsurlarına tedricen hükmetmiştir. Bunu, insanoğlunun ekonomik ve entelektüel faaliyetleri açısından belirtmiş bulunuyoruz. Fakat insanın kendisi teknik tarafından fazla güçlendirilmekte, tekniğin nesnesi haline gelmektedir. İnşam kendi nesnesi olarak alan teknik, toplumun merkezine dönüşür. Bu olağanüstü olay (hiç kimseye şaşırtıcı gelmiyor), çoğunlukla teknik medeniyet olarak adlandırılır. Terminoloji kesindir, önemini bütünlükle idrak etmeliyiz. Teknik medeniyet, medeniyetimizin teknik tarafından inşa edildiği (yalnızca tekniğe ait olanı medeniyetin bir parçası yapması yönünden), teknik için (bu medeniyette her şeyin teknik bir amaca hizmet etmesi açsından) ve münhasıran teknik olduğu (teknik olmayan ne varsa dışlaması veya teknik biçime indirgemesi bakımından) anlamına geliyor.

Sanat ve edebiyat gibi bir medeniyet için elzem sayılan kesin olgularda durumun aslında bu olduğunu görebiliyoruz. Modern toplumdaki bu faaliyetler, tekniğin doğrudan müdahalesiyle çeşitli yollarla teknik gerekliliklere sıkı sıkıya tabi kılınmaktadır. Sinema İlimleri, radyo ve televizyonu ele alalım. Bu araçlar büyük sermaye yatırımları gerektirir. Sonuçta, sanatsal ifade para sansürü veya devlet sansürüne maruz kalır. Bu sansür, çoğu kere, yine değişik kılıklara bürünebilen dolaylı etkiler biçimini alır. Kişisel müziğin yerini radyo alır; fotoğrafın tehdit ettiği resim yapma, yeniden üretme için basit bir ikame olmamak için kendisini soyutlaştırarak değiştirir. Modern sanat ve edebiyat, gücünü tüm etkinliklere, sonuçta da tüm kültüre genişleten tekniğe tabi olmalarını tüm noktalarda gösterir.

Tanık olduğumuz altüst oluş da bu noktada yatmaktadır. Tarihin seyri içinde istisnasız olarak teknik, bir medeniyete ait olmuş-, bir yığın teknik dışı faaliyet arasında yalnızca tek bir unsur olmuştur. Bugün teknik, medeniyetin bütününü ele geçirmiştir. Elbette teknik, artık insan gücü için basit bir makine ikamesi değildir. “Sadece inorganik olanın değil, aynı zamanda organik olanın tam özüne müdahale” biçimini almıştır.

İnorganik dünyaya bu müdahale, sözgelimi, atomun keşfi ve henüz bilinmeyen amaçlar için kullanımında temsil edilmektedir. Ancak apaçık bir teknik biçim alan dünya, organik olandır. Bu alanda üretim zarureti, hayatın gerçek kaynaklarına nüfuz eder. Döllenmeyi kontrol eder, büyümeyi etkiler, bireyi ve türleri değiştirir. Ölüm, döllenme, doğum, doğal hayat ortamı, hepsi, endüstriyel montaj hattının son noktası olan teknik verimliliğe ve sistematizasyona teslim olmalıdır. İnsanın yaşamında en kişisel görünen şey, artık teknikleşmiştir, İstirahat edip rahat-lama tarzı, rahatlama tekniklerinin objesi olmuştur. Bir karara varış yöntemi artık kişisel, gönüllü bir alan değildir; “yöneylem araştırmasının” konusu olmuştur. Giedion’un dediği gibi, tüm bunlar, varolmanın ta köklerinde deney yapmak demektir.

O halde, insanın bizzat özü sorgulanırken tüm medeniyetin etkilendiğine, yutulduğuna inanmamak nasıl mümkün olmaktadır? Medeniyetin özü iste bu şekilde emilmektedir.

Giedion, sanata dair şöyle der: “Bu dönemde sanatın başına gelen, bize, mekanizasyonun insanoğluna derinlemesine nüfuz edişinin mümkün olan en özel vizyonunu sunmaktadır. Barr’ın Cubism and Abstract Arf’daki (Kübizm ve Soyut Sanat) gösterge niteliğindeki seçkileri, bir sismograf gibi davranan sanatçının tam mekanizasyonun etkilerini nasıl ifade ettiğini bize gösteriyor… Mekanizasyon, sanatçının bilinçaltına nüfuz etmiştir. Chirico, insan ve makineden yaptığı karışımda bunu mükemmel bir şekilde ifade ediyor… Endişe, insanın yalnızlığı, önceki çağın ve onun en küçük ayrıntılarında trajik bir ifadeyle boyanan mekanik oyuncak bebeklerinin melankolik bir mimarisini oluşturur”.

Leger’in kentlerin işaretlerden, trafik işaretlerinden ve makine parçalarından imajını çıkaran büyük ölçekli freskleri var. 1920’lerde mekanizasyonun fersah fersah uzağında bulunan Ruslar ve Macarlar bile Leger’in yaratıcı gücünden ilham aldı. Duchanu ve diğerlerinin ellerinde, verimlilik harikası makine, ironiyle yüklü irrasyonel bir nesneye dönüştürüldü. Aynı zamanda, yeni bir estetik dil ortaya konuldu. Kendilerim yoz bir sanattan ve egemen zevkten kurtarmak için sanatçılar makine ve mekanizmalar gibi nesnelere başvurdular, çünkü bu nesneler objektif bir gerçeklik taşıyorlar. Plastik sanatlar için geçerli olan, ha keza müzik için de geçerlidir. “Objektiflik” takıntısı burada da hakimdir. Igor Stravinsky, “benim çalışmalarım anekdotlara değil mimarlığa dayalıdır; tarif edici değil objektif yapıdadır” diyor. Bilinçsiz bir şekilde teknik ortama batırılmış bir adamın sözleridir bunlar. Stravinsky bunları yazdığından beri, kökeninde müzik teknikleri olmayan, yani ne müzik metodolojisi ne de enstrüman yapımı olmayan teknik araçlar tarafından daha da dönüştürülmüştür. Aklıma gelenler; hepsi önceden müzikal olmayan teknik araçları kullanan Schaeffer’in “somut müziği”, Ussachewsky’nin “kayıt için müziği” ve Eimert’in elektronik müziğidir. Bu müzik türlerinin hiçbirinde, artık bir icracıya ihtiyaç yok. Atalara ait müzikal yapılar çözülüp parçalanmakta olup, temelde yeni bir olguyla karşı karşıyayız. Kuşkusuz, müzik tekniğine ilişkin giderek rafine ve kesinleşen araştırmalar göreceğiz; başat müzikal yapı ve ritim de kuşkusuz tümüyle teknik çevreye denk düşecektir.

Tekniğin dayattığı dışsal yapılar artık kendi başlarına bir toplumun parçalarını değiştirmezler. Bu noktada tekniğin insanoğlu üzerindeki içsel etkisi çok önemli hale gelir. Bu nedenle, medeniyetin her parçası, bizatihi tekniğin kendisinin medeniyet olduğu yasasına tabidir. Medeniyet artık kendi başına var değildir. Her faaliyet -entelektüel, sanatsal, manevi- tekniğin yalnızca bir parçasıdır. Bu gerçek öylesine büyük ve kestirilemezdir ki açıkçası sonuçlarını öngörebilmekten aciziz. Geleneksel ve yerleşik durumların gözlerimizi bağladığı çoğumuz, anlamını yakalayamıyoruz. Bu nedenledir ki, tekniğin içlerinden sadece bir tanesi olduğu rakip güçler arasında bir çatışma söz konusu olmayacaktır. Tekniğin zaferi halihazırda kesinleşmiş bulunuyor. Ona sınırlar koymak yahut da onda kuşku doğurmak için çok geç. Tekniğin gücünü dengelemeye matuf tüm sistemlerdeki ölümcül kusur, çok geç geliyor olmalarıdır.

Bu koşullar altında, nüfuz ettiği tüm topraklarda teknik, yerel, yani ulusal kültürleri patlatmıştır. İki kültür (bunlardan biri tekniktir) birarada varolamaz. Tekdüzeliğin egemen olacağı anlamına gelmiyor bu elbette. Bölgeden bölgeye hâlâ büyük farklılıklar var. Fakat çoğu kere bu farklılıklar, bir medeniyetin izlerinin tamamen silinmesinin uzun bir zaman aldığı gerçeğinden kaynaklanmaktadır. Teknik Budizme karşı zaferini zaten kazanmış durumdadır. Bununla birlikte, Budizmin doğurduğu yaşam ve düşünüş biçimini değiştirmek iki veya üç kuşak alacaktır. Bu yaşam biçimi zayıflarken belli bir çeşitlilik hüküm sürecektir. Teknik genel tekdüzeliğe yolaçmaz. Aslında kesin bir çeşitlilik yaratır. Amaçları her zaman aynıdır. Bu yüzden insan üzerine etkisi de. Her ne kadar en iyi bir yol galip gelecekse de, bu en iyi yol iklime, ülkeye ve nüfusa göre değişecektir. Teknik ne kadar rafine edilirse, eylem araçlarım da o derece değiştirir. Bu nedenle, Hindistan ve Grönland’da farklı medeniyetler görmeye devam edeceğiz. Bunlar, kesin açılardan gerçekten farklı olacaktır. Ancak özleri özdeş olacak; teknikten oluşacaktır. Varolan farklılıklar da insan kuşaklarının derin manevi ve maddi çabalarının bir sonucu olmaktan ziyade, bir teknisyenin soğuk hesap kitabının sonucu olacaktır. İnsanın özünün ifadesi olmaktan çok, elzem olanın, yani tekniğin arazları olacaktır.

Bugün varolan farklılıklar, işte bu nedenle teknik kimlik gerçeğiyle ilişkili olarak önemsizdir. Ortaya çıkacak farklılıklar, en geniş faaliyetlerle ilgili olacak, özgürlük yanılsaması kazandıracaktır. Fakat yine de tekniğin monizminin ifadesinden başka bir şey olmayacaklardır. Coğrafi olarak ve niteliksel açıdan teknik, tezahürlerinde evrenseldir. Doğası gereği ve gereklilikten dolayı teknik, evrensel olana adanmıştır. Başka türlüsü de olamazdı. Teknik, evrensel olana adanmış bir bilime bağlıdır; ve tüm insanların anladığı evrensel dil haline gelmektedir. Herkesin kabul ettiği bilimin evrenselliğinin üzerinde fazlaca durmaya gerek yok. Bu gerçek de, ister istemez, buradan doğan teknik evrenselliğe yolaçar.

Atıfta bulunduğumuz iki unsurdan (üretim ve sosyal ilişkiler) ikincisi daha fazla üzerinde durmayı gerektirir. Dünyayla ilişkisinde insanoğlu çok sayıda araçtan yararlanmıştır. Objektif olmadıkları için bu araçların hiçbiri evrensel değildi. Teknik, realiteyi anlamanın, dünyaya dair tasarrufta bulunmanın bir aracıdır ve tüm bireysel farklılıkları, tüm sübjektifliği ihmal etmemize imkan tanır. Yalnızca teknik şiddetle objektiftir. Tüm kişisel görüşleri yokeder. Tüm bireysel ve hatta kollektif ifade biçimlerini ortadan kaldırır. İnsanoğlu bugün objektifleşmiş bir gerçekliğe katılımı sayesinde yaşamını sürdürmektedir. Teknik, gerçeklik ile soyut insan arasında taraf¬sız bir köprü olmanın ötesinde bir şey değildir. Bundan başka teknik, insanlar arasında bir bağ da yaratır. Aynı tekniği izleyen herkes, zımni bir kardeşlikle bağlanırlar; hepsi de gerçekliğe karşı aynı tavrı takınırlar. Birbiriyle konuşmalarına yahut birbirlerini anlamalarına gerek yoktur. Verili bir işlemin tekniğini bilen bir cerrahlar ve asistanlar ekibinin, gerekli hareketlerin doğru olarak ve doğru zamanda gerçekleştirilmesi için birbirlerine hitap etmeleri gerekmiyor.

Benzer şekilde sanayi işçisi de giderek emirlerden ve kişisel temaslardan kaçınma eğilimindedir. Bu durum, farklı uluslardan insanların aralarında hiçbir temas olmasın diye birarada karıştırıldığı ama yine de kollektif çalışma gerçekleştirebildikleri toplama kamplarında en uç şekline sürüklendi. Kuşkusuz, düşüncesiz ve yapay bir çalışmaydı bu, ama birazcık daha fazla bir özen bu işgücünü gerçekten verimli kılabilirdi -Sovyetler Birliği’nde var gibi görünen durumdaki gibi. Sadece tecritten bahsedemeyiz. Bu insanlar ekipler halinde çalışırlar, fakat birbirlerini tanımaları yahut anlamaları gerekmez. Yalnızca sözkonusu tekniği anlamaları ve ekip arkadaşlarının ne yapacağını bilmeleri gerekir. Bir uçağı uçurmak için ekibin birbirini anlaması gerekli değildir. Gösterge paneli yapılacak işlemleri kontrol eder; ister istemez ve bilinçli olarak otomatik göstergelere teslim olan her ekip üyesi de herkesin güvenliği için bunlara uyar. Her insanın eylemleri, hayatın koşullan ve muhafazası tarafından dikte edilmektedir. Bir uçağı uçurma örneğinde bu durum açıktır. Fakat tekniğin sözkonusu olduğu diğer her durumda da aynı derecede açıktır ve bu, hayatın en önemli alanlarını kapsamaktadır. Zamanımızın en önemli icraatlarını yapmak için insanların birbirlerini anlaması gerekmiyor.

Teknik, ister istemez ve faydalı biçimde bizim evrensel dilimizdir. Uzmanlaşmalım bir meyvesidir o. Fakat yine o uzmanlaşma karşılıklı anlamayı önlemektedir. Bugün herkes kendi mesleki jargonuna, düşünce biçimlerine ve özel bir dünya algılamasına sahiptir. Aşın uzmanlaşmanın çarpıtılmasının fıkralara ve skeçlere konu olduğu dönemler vardı. Bugün uzmanlaşmaların keskin bıçağı, canlı bedene bir jilet gibi saplanmıştır. İnsanları birbirine ve tabiata bağlayan göbek bağını kesmiştir. Günümüz inşam, mesleği tüm hayatı olduğu için komşusunu anlayamamaktadır; bu hayatın teknik uzmanlaşması da onu kapalı bir evrende yaşamaya zorlamıştır. Başkalarını sözcüklerini artık anlamamaktadır. Ne de başkalarının gerisindeki motivasyonları kavrayabilmektedir. Bununla birlikte, insanın insanla ilişkilerini bozduktan sonra teknik, onları bağlayan köprüyü yeniden inşa etmeye koyulur. Uzmanlıkları bağlar, çünkü her zaman ve her yerde birbirinin kopyası gibi olan ve teknik çizgilerde gelişen yeni bir insan türü doğurur. Bu insan kendini dinler, kendisiyle konuşur fakat komşusunun da aynı şeyi yapacağından emin olarak aygıtın en küçük göstergelerine uyar. Teknik insanlar arasındaki bağ haline gelmiştir. Dilleri, inançları veya ırkları ne olursa olsun onun kanalıyla iletişim kurarlar. İyi ya da kötü, bizzat kendisinin doğurduğu tüm hataları ve ayrışmaları tazmin eden evrensel dil olmuştur. Tekniğin evrensele doğru büyük ivmesinin ana nedeni budur.

Views: 68

Exit mobile version