“Marks, üretim sistemi ile dağıtım sistemi arasında yarım yapar. Birincisi devrimciyken ikincisi ister istemez muhafazakârdır. Ekonomiyi Marksist sistem temeline yerleştirmek kendini aldatmak olur. Diğer tümünün bağlı olduğu şey tekniktir. Fakat Marks’ın yaptığı ayrım gözden geçirilmelidir çünkü tekniğin rolünü sadece üretim alanında oynadığı artık doğru değildir.”
Ekonomik teknik meselesini birkaç sayfada incelemek biraz saflık olur. Bu kadar sıklıkla incelenen bir meseleyi bir kere daha ele almak tümüyle faydasız görünüyor. Ancak, kitabın genelinde olduğu gibi, kendimi münhasıran geleneksel olarak ele alınmış boyutlara, yani gerçeklere yönlendirmek istemiyorum. Az ya da çok bilinen gerçekler, rakamlar ve istatistikler, benim araştırmamın arka planını ve temelini oluşturuyor. Onları tekrar etmek gereksiz gibi. Pek çok kitapta bulunabilir onlar; o yüzden şu ana dek kullandığım “çalakalem” yöntemle devam edeceğim. Gerçekleri kuşatarak, onların önemini vurgulayacağım. Verilen veriler temelinde de yeni boyutlar ve yeni incelemeler için “güç hatları” çıkarmaya çalışacağım. Bunun zaten yapılıp yapılmadığı, bu yüzden gereksiz olup olmadığı sorulabilir. Fakat bu inceleme, sadece tek başına ham gerçekler takıntısından değil, aynı zamanda formel mantıktan da kaçındığımızı öngörür. Bunlardan her ikisi de gerçeği açıklamaz. Maksat, gerçeklere ve şeylere içsel olan bir tür mantığın insana rehberlik etmesine imkan tanımaktır. “Yasalardan bahsetmek yararsızdır. Unsurları saf mantık temelinde birleştiren, son derece lineer ve insani olmayan bir sonuç doğuran ve sözgelimi Fourastie’nin çalışmalarında temsil edilen davranışa karşıyım ben. Benzer şekilde, Batılı aydınların çoğunluğunun karakteristiği olan davranışa da karşıyım. Gerçekleri hesaba kattıktan sonra bu davranış, ümidi açıkça ifade etme ve insan özgürlüğünün kesinliği iddialarıyla (bilimsel olmaktan başka bir şey değildir bu) aydınları derhal yadsımaktadır. Bu davranış, şeylerin gerçeğini gözlemlemek için açıkçası çok verimli olduğu anlayışına indirgenebilir. Kendilerine gerçekliği yol gösterici olarak almak yerine konuyu araştıran pekçokları, modern zamanların tüm olayları tarafından hepten zıddı gösterilen bir tavrı benimsiyor. Bu tavır şu şekilde özetlenebilir: “Gerçekler, amorf olan, kendisine ait bir biçimi olmayan bir sabır oyununun unsurlarıdır. Birey, oyunun parçalarını istediği gibi düzenlemekte ve gönüllü ve insani bir ekonomi tasarlamakta bu gerçekler arasında tam bir serbestliğe sahiptir”.
Uç bir görüşü benimsiyorum ama inanıyorum ki gerçeğe daha yakın olandır bu. Gerçeklerin kendi biçimleri, kendi özgül ağırlıkları olduğunu düşünüyorum. Ne bireyin özgürlüğüne ne de formel mantığa saygı duyar gerçekler. Bu çalışmada ben, onların özel tutarlılığını ve ortak eğilimlerini bulmaya, insanın bu karmaşada hâlâ bir yeri olup olmadığını; hareket halindeki bu devasa kütleler için hâlâ bir otoritesi olup olmadığını; elinden kayarak soyut ve gerçek dışı olana giden istatistikler üzerinde hâlâ bir güç uygulayıp uygulayamayacağını keşfetmeye çabalıyorum. İnsan, temelsiz umut açıklamaları veya mantık dışı inanışlara körü körüne bağlanmaktan daha iyi bir temelde bir yere, otoriteye ve eylem imkanına sahip olabilir mi?
En İyi ve En Kötü
Tekniğin Ekonomiye Etkisi. Öncelikle, geleneksel olarak, özellikle de Marks tarafından incelenmiş olan teknik-ekonomi ilişkisi boyutunu ele alalım. Teknik, daha doğrusu teknikler, ekonominin itici gücü ve temeli görünüyor. Bunlar olmaksızın ekonomi olmaz. Bu nedenle, iktisatta, dinamik güç (teknik yenilik) ile statik güç (ekonominin organizasyonu) arasında bir ayrım yapılabilir. Marks, üretim sistemi ile dağıtım sistemi arasında yarım yapar. Birincisi devrimciyken ikincisi ister istemez muhafazakârdır. Ekonomiyi Marksist sistem temeline yerleştirmek kendini aldatmak olur. Diğer tümünün bağlı olduğu şey tekniktir. Fakat Marks’ın yaptığı ayrım gözden geçirilmelidir çünkü tekniğin rolünü sadece üretim alanında oynadığı artık doğru değildir. Dağıtım da büyük ölçüde teknikler tarafından değişikliğe uğratılmaktadır. Gerçekten, ekonomik hayatın hiçbir alanı teknik gelişmeden bağımsız değildir bugün. Teknik gelişmenin, üretim işlemlerinden demografiye tüm çağdaş ekonomik gelişmeyi kontrol ettiğini ifade etmiş olması Fourastie için bir artı puandır. (Dünya nüfus artışının tüketimdeki artışla ilgisi olduğunda kuşku yok). Daha soyut alanların bile (fiyat mekanizması, sermaye gelişimi, dış ticaret, nüfus yer değiştirmesi, işsizlik gibi) teknik gelişmenin hakimiyeti altında olduğu Fourastie tarafından gösterilmiştir.
Tüm ekonomik faaliyetlerin teknik tarafından işgali, bugün su götürmez görünüyor. Elbette soru ı, Fourastie’den önceki iktisatçılarca etraflıca değilse bile en azından bir dereceye kadar dile getirilmişti. Krizleri açıklamaya çalışan Gottfried Haberler, Prosperity and Depression (Refah ve Bunalım) adlı çalışmasında krizlerin varlığım ekonomik faaliyetin farklı dallanndaki teknik gelişmenin eşitsizliğine bağlıyordu. Bir tekniğin başarısı, onun tam gelişimine yolaçar. Teknik, verili bir alanda mümkün olan gelişiminin sınırlarına ulaşma eğilimindedir. Sonuç, önce, tüm sistemin dengesini bozmayı tetikleyen ekonominin çeşitli alanlarındaki güç eşitsizliği; sonra da ekonomik ortamın esnekliğinin azalmasıdır. Teknik gelişme, sistemin şu veya bu kısmında bir hareket yavaşlamasını gerektirir. Ekonomi tamamen sınırlanır, tüm adaptasyon imkanını kaybeder; tam bir çöküntüyü elbette dışta tutarak. O halde kriz, sistemin ekonomik açıdan tüm parçalarında aynı tempoda gelişememesinden kaymaklanmaktadır.19. yüzyılda aktif olan adapte edici mekanizmalar giderek güçleşmiştir derken Herıri Guitton bu görüşe geri dönmektedir. Bu bozulma, yapısal esnekliğin kaybına bağlanabilir gibi. Basitleştirilmiş mekanizmalara uygun, tabiri caizse daha hafif bir yapı (eski dünya yenisi kadar çok buluş biriktirememişti), artık genç olmayan bir dünyanın büyüme gereksinimine artık adapte olmamaktadır.
General Theory (Genel Kuram) adlı çalışmasında John Maynard Keynes, tamamen farklı bir alanda, teknik gelişmenin ekonomide vazgeçilmez bir faktör olduğunu göstermiştir. Ekonomi dünyası durağan kalamaz. Dur durak bilmeden gelişmek durumundadır. Özellikle de, teknik gelişmenin önemi yatırım teorisi için merkezidir. Tüm emek imkanları her ücrette kullanılmalıdır. Yeni yatırım imkanları bulmak hep gereklidir. Çünkü, Keynes’e göre, tüketici mallarının sayısı ne kadar çok olursa (bunların üretimi öngörülmüştür), buna uygun yeni ihtiyaçlar bulmak o derece zorlaşır, ki bu da benzer şekilde öngörülmelidir ve de yeni yatırımlar gerektirmektedir. Aslında Keynes’in endişesi, yeterince yeni yatırım imkanı olmayacağıdır. Sınırsız imkanlar sağlamanın bir tek yolu vardır. Bu imkanların, spontane insan ihtiyaçlarıyla bir alâkası yoktur, ama eskilerin yerini almak üzere yeni ürünler yaratan ve de bu ürünler için ihtiyacı harekete geçiren teknik buluş ve uygulamayı içermektedir. Teknik gelişme bu nedenle, yatırımın artmasında belirleyici bir faktördür. Keynes’in sisteminde yatırım teorisinin merkezi yeri iyi bilinir. Eğer komplike bir teknik duraklama aşaması ekonomi alanında olacak olsa, bu, sadece ekonomik gelişmenin duraklaması anlamına değil, aynı zamanda buradan doğan derin krizleriyle bir gerileme anlamına da gelecektir.
Bununla yakından bağlantılı olarak, ekonomik olgunluk teorisini gerek savunan gerekse reddedenlerce tekniğe büyük bir önem atfedilmektedir. Bu teoriye göre, olgunluğa erişmiş bir ekonomide kendini gösteren bunalımın nedenlerini yalnızca sürekli bir teknik gelişme giderebilir. Bu bunalım nedenleri, nüfus artış oranındaki azalma ile coğrafi genişlemenin sınırlanmasıdır -yatınm oranında bir azalma gerektiren iki faktördür bunlar. Teknik gelişme buna çare olabilir ama, teorinin kurucusuna göre, teknik azalmayı mutlak olarak değil göreceli olarak paylaşır. Teknik gelişme diğer faktörleri tazmin edecek hızda gelişmiyor artık. Bu teorinin karşıtları bile teknik faktörünün önemini yadsımıyor; bizi de bu noktada ilgilendiren budur.
Yine de ekonomik hayatın bir başka unsuru, tarımsal üretim de ihmal edilmemelidir. Bu alanda da tekniğin hasıl ettiği devrim radikaldir. Yerkürenin kendisine yönelik tehlikeye işaret etmiş bulunuyoruz. Tekniğin getirileri ve tarımsal işgücüne nüfuz etmesine gelince, ilgilenen okuyucuyu Giedion’un çalışmasına yönlendirmek yeterli. Fakat bir noktada ısrar etmeliyim: tekniklerin etkisinin bir sonucu olarak modem dünya, adeta “köylü hayatı ve mantalitesinin engellerinin kaldırılması” ile karşı karşıyadır. Uzun bir süre köylü geleneği yeniliklere direndi; eski tarımsal sistemler istikrarlarını korudular. Bugünse teknik dönüşüm oturmuş bir gerçektir. Köylü devrimi süreç halinde veya bitmiş durumda olup, her yerde de aynı istikamettedir. Bu devrimin gelişimin gerçek boyutu az bir önem taşımak¬tadır. Önemli olan ilk adımdır, yani geleneğin engellerinin atlanmasına imkan tanıyan adım. Köylü, kendi geleneklerinin aşağı nitelikte olduğunun bilincine varır. Olağan gerekçeler küçümsenir ve köylü dünyası irrasyonelden rasyonele geçer. Bir kere daha, tekniğin geleneksel medeniyet biçimlerini tahrip edip yerine küresel birliği getirdiği fikriyle karşılaşıyoruz. Bu engellerin kalkması gelecek için ne anlam ifade etmektedir? Gelecek yıllarda kırsal yaşamda teknik gelişmede ve şimdiden algılanabilir olgularda (köylü göçleri, tarımda uzmanlaşma, ormansızlaşma ve genelde tarımsal üretimin artışı) bir artışa tanık olacağız. Tarımsal üretimin hâlâ ekonomik hayatın temeli olmaya devam ettiği ve dünyanın sanayiye en fazla bağımlı ülkelerinin -Büyük Britanya ve Japonya- yeterli ekilebilir toprak yokluğu yüzünden Birleşik Amerika gibi yüksek bir hayat standardına ulaşamadığı düşünüldüğünde bu gelişmeler çok önemlidir. Bu tür teknik gelişmenin ekonomik yansımaları kolaylıkla kavranılabilir.
Farklı toplumsal alanlardan rasgele seçilen bu örnekler, tekniğin ekonomik hayat üzerindeki etkisinin, klasik iktisat kitaplarının bize söylediğinden çok daha yaygın, çok daha derin olduğunu gösteriyor. Ayrıca, tüm bunlar, üretimin gelişmesinin teknik gelişmeye yakından bağlı olduğu şeklindeki temel gözlemde ima edilmektedir. Yeni bir genel ekonomik organizasyonun belli yeni üretim biçimleri demek olduğunu söylemek bugün için gerçeği ifade etmektir.
Ekonominin tekniklere ve esas olarak da makinelere bu bağımlılığı, irrasyonel bir şekilde gerçekleşmiştir. Bu karşılıklı bağımlılığı yaratan, açık ve kesin nedenlere dayanan eylem değildir. Veblen, tasarruf ettiğinden daha fazla çaba ve malzemeyi çarçur edip etmediğini, ulaşım araçları vesairede yarattıkları gelişmelerle büyük ekonomik kayıplara neden olup olmadığını soruyor. Aynı sorular Bertrand Russell ve daha bir üzerine basarak da Gaston Bardet tarafından da soruluyor. Bardet, makinenin belirlediği sosyal yapıların neden olduğu muazzam insan gücü, zaman, iş ve sermaye israfına dikkat çekiyor. Bunlar gerçekten basit, ama önemli sorulardır.
O halde, tekniğin ekonomi üzerindeki etkisinin makinenin tartışmasız ekonomik üstünlüğünden kaynaklanmadığım anlıyoruz. Fikirler ve teoriler egemenlik kurmuyor artık; üretimin gücü kuruyor. 19. yüzyılın sanayi devrimi, hemen zamanın teknik ilerlemelerinden kaynaklandı. Bu ilişki değişmemiştir. Yaklaşık 1830’dan bugüne dek olan döneme ilişkin olarak Marks kuşkusuz haklıydı. Tüm teknik gelişmenin itici gücü gerçekten teknik gelişme olmuştur. Ancak Marks, tarihin başka dönemlerine ilişkin olarak mutlaka haklı değildi. Teknik gelişme her zaman temel ilke olmamıştır. Bunun tersini göstermiş bulunuyoruz. Üstelik bu, Marks’ın iddiasından çıkardığı sonuçların doğru olduğu anlamına da gelmiyor. Tüm yapmamız gereken, Marks’ın şu gözlemimin yerinde olduğunu kaydetmektir: Yeni dünyaya doğru ne kadar fazla ilerlenirse, ekonomik hayat teknik gelişmeye o kadar fazla bağımlılaşır.
Ekonomik Sonuçlar. Jean Marchat’ın dediği gibi, “makinelerin birikmesi, ekonomiyi dönüştürür”. Teknik eşittir makine olmadığını biliyoruz. Teknik benim daha genel anlayışımdaki gibi düşünüldüğünde Marchal’ın ifadesi daha da doğru olur. Dahası, tarihsel olarak üç aşağı beş yukarı kesin olan onun formülü, mesela otomasyonun neden olduğu ekonomik karışıklıklar ışığında daha bir kesin görünüyor. Otomasyona dayalı ekonomiye basite indirgemeci bir bakış, tüm insanlar için teknik sayesinde bir kolaylık ve bolluk varolduğu iddiasındadır. Fakat ne yazık ki bu kadar basit değildir bu. Ekonomik tarzlardan hiçbiri (maaşlar, dağıtım, haftalık çalışma süresinin kısaltılması, işgücünün bir alandan bir başkasına transferi, üretim dengesinin çeşitli alanlarda bozulması), işlerin şu anki durumunda çözülebilir nitelikte görünüyor. Sosyalist ekonomik yapı bile, otomasyonun muazzam etkilerini almaya adapte olmuş değildir. Bu durum, otomasyonun etkilerini Marksizmin ışığında inceleyen Sovyet iktisatçılann kendileri tarafından itiraf edilmiştir.
Marchat’ın formülüne geri dönersek, bu dönüşümün hangi istikamette hareket edeceğini sorabiliriz. Teknik gelişmenin ekonomiyi ilgilendiren belli özelliklerini ele alırsak, hepsinin aynı istikamette hareket ettiklerini görürüz. Teknik araçların giderek daha muazzam ve pahalı hale geldiklerini hatırlayalım. Sözgelimi, aşağıdaki noktaları dikkate alalım: (a) üretim için gerekli, sayılan durmadan artan ve hızlı hareket eden makineler, durmadan geliştirilirler ve sürekli yenilik getiren ilerlemeler nedeniyle sıkça değiştirilmeleri sözkonusudur; (b) vazgeçilmez olsa bile giderek artan sayıda ve maliyette personel gerektiren ve her zaman kolayca gelmeyen işgücünün organizasyonu; (c) reklam teknikleri. Ekonomik araçların tümünde aynı gerçek, yani muazzam miktarlarda üretken olmayan sermaye yatırımı görülecektir. Bu miktarlardaki sermaye artık tek bir kişinin elinde olamaz; ekonomik faaliyet de bireysel imkanların ötesindedir. Ancak teknik gelişme sermaye yoğunlaşması olmadan da yapamaz. Bireysel girişime dayalı bir ekonomi düşünülemez -olağanüstü bir teknik gerileme hariç. Sermayenin gerekli yoğunlaş-ması, bu nedenle ya bir şirketler ekonomisine ya da devlet ekonomisine yolaçar.
Girişimin yoğunlaşması, sermayenin bu yoğunlaşmasına denk düşer. Bu gerçek bugün için pek yadsınamaz, özellikle de bu girişimlerin gücünün ışığı altında. ABD’den iki örnek: 1939’da tüm sanayi sermayesinin %52’si, toplam girişim sayısının %0.1’inin elindeydi. 1944’te de tüm işçilerin %62’si Amerikan teşebbüslerinin %2’sinde istihdam ediliyordu. Bankacılık tesislerinde de benzer bir yoğunlaşma sözkonusudur. 1920’de ABD’deki 30.000 bankadan 1956’da geriye sadece 15.000 kalmıştı. Yalnızca 1955’te 350 birleşme vardı. Durum öylesine belirginleşti ki 1956’da ABD Merkez Bankası bu yoğunlaşmaya karşı bir kampanya başlattı.
Yoğunlaşma yönündeki bu eğilim, Joseph Lajugie’nin gösterdiği gibi, günlük olarak teyid ediliyor. Önemli olan şey, bunun arkasındaki gerçek itici gücü tanıyabilmektir. Bu yoğunlaşmanın insani ve sosyal etkileri, esas itibariyle kötüdür. Büyük bir şirkette işçiler neredeyse köle gibidirler ve hassaten insani bir şekilde davranabilecek durumda pek değildirler. Hatta tüketiciye bile çoğu kez dayatmalar olur. Bireyin teknik kompleksle entegrasyonu, her zaman olduğundan daha tamdır.
Tamamen ekonomik bir bakış açısından sonuçların değeri hayli tartışmalıdır. Piyasa ekonomisi penceresinden bakıldığında, yoğunlaşmanın özellikle lehte bir faktör olması gerektiği görülür. Örneğin, rekabetin bastırılmasını ve fiyatlan yükseltme eğilimini içerir. Fakat daha da çarpıcı olanı, yoğunlaşma kâr artışıyla sonuçlanmaz. Üretimin pek çok boyutunda kâr artışı durur, hatta orta ölçekli işletmeden büyük şirkete geçişte düşer bile.
O halde bu yoğunlaşmanın gerisindeki itici güç nedir? Tek başına tekniktir. Teknikteki bir dizi unsur yoğunlaşma ister. Mekanik teknik bunu ister, çünkü bugün için sadece çok büyük bir şirket en güncel yeniliklerden yararlanabilecek durumdadır. Yalnızca büyük şirket normalleşmeyi uygulayabilir, atık ürünlerinden kârlı biçimde yararlanabilir ve yan ürünler üretebilir. İşgücü verimliliği sorunlarına uygulanan teknik yoğunlaşma gerektirir, zira eski verimlilik ve zaman-inceleme uzmanlarının tekniklerinin çok ötesine geçen güncel yöntemleri uygulamak sadece yoğunlaşma yoluyla mümkündür. (Örneğin, endüstri ilişkileri tekniklerinin uygulanması). Son olarak, ekonomik teknik hem dikey hem de yatay yoğunlaşma ister. Bu da, daha olumlu fiyatlarla stok yapmaya, sermaye devrinde hızlanmaya, sabit harcamalarda azalmaya, piyasalara güven verilmesine filan imkan tanır.
İşte teknik gelişme yoğunlaşma gerektirir. Ama bu yoğunlaşma, sadece teknik alanda gerçek avantajları temsil eder. Yoğunlaşma dürtüsü öylesine güçlüdür ki devletin kararlan hilafına bile gerçekleşir. Birleşik Amerika ve Fransa’da devlet sık sık yoğunlaşmaya karşı çıkmıştır, fakat en sonunda da istenmeyen gelişme meydana gelirken hep teslim olmaya, eli kolu bağlı beklemeye zorlanmıştır. Bu, tekniğin modern ekonomi üzerindeki belirleyici eylemine ilişkin benim yargımı teyid ediyor. Dahası, organizasyon tekniği, devletin müdahalesini kaçınılmazlaştırıyor.
Ürünleri normalleştirme gereği bugün artık tartışılmıyor. Ekonomik gelişmenin koşullarından biridir bu. Bu normalleşme teknik araştırmalara dayanıyor. Fakat kapitalist veya yan liberal nitelikteki diğer her yerde olduğu gibi burada da teknik sonuç, belli çıkarlarla çatışma içerisindedir. Onu uygulamak için kamunun iyi niyetine güvenilemez. Bu durumda normalleşmeyi aynı şekilde onaylamak kaçınılmazlaşır. Bu onayı da ancak devlet verebilir. Sonuç, normalleşmeyle ilgilenecek kamu yetkileriyle donatılmış arabulucu komisyonların oluşturulmasıdır.
Teknik gereklilik, elektrik enerjisi ağını organize etmek için devlet müdahalesini ister. Bilahare, bu ağ ile ona yolaçan tamamen teknik motifler arasındaki karşılıklı ilişkiyi tartışacağım. Karşıt çıkarların düzenlenmesi değildir bu; yerel organizasyonları kuşatan üst bir organizasyon gereğidir -ki bu örnekte, devlet gücüne müracaatı getirmektedir. Birleşik çıkar (kombine, tekel) adı verilen teknik organizma da aynı niteliktedir. İster TVA (Tennessee Vadisi Otoritesi) isterse Sovyetlerin Kombinası olsun bu tür kombinelerin özerk organizmalar olduğunu iddia etmek tam bir yanılgıdır. Aslında, onları ortaya çıkaran teknik gereklilik, sadece devlet müdahalesi yoluyla güç ve değer kazanır. Kuşkusuz, organizma oluşturulduğunda devletten belli bir bağımsızlık elde edebilir. Ancak gerçek ebeveynin kim olduğunu unutmamalıyız. Ne de bu ebeveynliğin devlet nezdinde ekonomiye derin bir müdahaleyi temsil ettiği gerçeğini de unutmalıyız. Üstelik, bu öyle bir müdahaledir ki bir teori veya iktidar arzusu tarafından değil, ama teknik tezahür tarafından dikte edilmektedir.
Belli mallan kullanma gerekliliği de aynı istikamete meyletmektedir. Üretim araçlarının yaratılmasında teknik gelişmenin daha hızlı etkilendiği uzun zamandır kabul edilmektedir. Bu gerçekten, makine üreten sanayilerin oluşturduğu yapının aşın büyümesi açığa çıkar. Örneğin, atık imhası için kurulan ve iyi bilinen Hoover Komitesi, Amerikan giyim sanayinin üretiminin olması gerekenden %45 fazla olduğu sonucuna varmıştı. Ayakkabı sanayinin kapasitesi gerçek üretimin iki katıydı. Matbaa sanayi de %100 aşın teçhiz edilmişti. Beyaz eşya ve otomobildeki ihtiyaç fazlası üretim malumdur. Dünyanın ihtiyaçları temelinde bir hükme varıyor olsaydık bu aşın üretimim hiçbiri israf anlamına gelmeyecekti. Fakat şimdiki durumda aşın üretim fazlalığı, gelirlere, yatırıma ve tüketim imkanlarına göre bir dengesizlik ortaya çıkarmaktadır. Verili herhangi bir alanda, diyelim ki ağır sanayide, teknik büyümeyi durdurmak için mutlak bir ihtiyaç yoktur. Fakat bu üretim fazlası için pazarlar bulma¬ya ihtiyaç vardır. Şu an için yalnızca devlet teknik gelişme temposunu bu yönde sürdürebilecek durumdadır; bu da ağır büyüktür gerçekten.
Ekonomi, politikaya bile müdahale eder. Adeta dalgalar haline ilerleyen sistematik “planlama”yı düşünün. Bu noktada mikroekonomiden makroekonomiye bir geçiş vardır, ki bu konuyu detaylı biçimde incelemek ilginç olacak. Planlamanın teşebbüs ölçeğinde uygulanmasının, tüm teşebbüslerin benzer bir kurala uydukları ulusal bir planlamaya yolaçtığını söylemekle yetineceğim.
Üretim normlarının veya bir planın kurulmasında, yöntem zaten ulusal alana genişletildiğinde rasyonelleşir ve teknik açıdan gereklileşir. Başka örnekler vermem hiç zor değil, sözgelimi finans ve bankacılık tekniklerinin gelişimi sahasından vereyim. Mesela, işletilmeye başlandığında atom enerjisinin, tüm enerji kaynaklan üzerinde devlet kontrolünü varsayacağını unutmayalım. Bir bireyin atom enerjisi kaynaklarım emrinde bulundurması düşünülemez. Bugün doktrinel değil teknik nedenler, ekonomik hayatı devletten ayrılamaz kılmaktadır. Bu, ekonominin mutlaka kollektifleşeceği veya totaliterleşeceği anlamına gelmiyor. Şu an için, bu ayrılmaz ilişkiyi kaydetmekle yetinelim.
Bu ilişki pek çok iktisatçı tarafından kabul ediliyor. Şansın mı yoksa tercihin bir sonucu mudur bu? Tek başına her iki-sinin de değil. Ne de düzenlenen bir ekonominin sonucudur. Robert Mosse’nin dediği gibi, “Düzenlenen ekonominin gelişimiyle birlikte, ekonomiyle politika arasında bir sınır bulmak güçleşti…” Gerçekte bu, tekniğin gelişiminin bir sonucudur. Ekonomik hayatta önemli bir rol oynar teknik. Fakat iktisat bilimiyle ilgili olarak da aynı etkiye sahiptir. Ekonomik hayattaki teknik gelişmeyle bilim veya yöntemdeki teknik gelişme arasında bir ilişki kurulmaktadır. İkisi kesişmekte, özdeş sonuçlarda buluşmaktadır.
Bu yöntem dönüşümünü incelemeden önce, ekonomik gerçeklerin aşın derece birikmesinin bir sonucu olarak politik ekonominin konusunu, hatta neredeyse niteliğini değiştirdiğini kısaca hatırlamalıyız. Ekonomik gerçekler, sayıca çok artmış, büyümüştür. Ve bu, tekniğin ekonomik hayattaki en hafif etkisi değildir. İktisat biliminin tanımı bu nedenle daha da karmaşıklaşmış, kapsayıcılaşmıştır. Eğrinin tüm noktalarım kaydetmeyi amaçlamadan, uçlar arasındaki mesafeyi karşılaştırmak için iki tanım yeterli olacaktır. Bunların ilki 1850’de, ikincisi de 1950’de yapılmıştır. Birincisinde iktisat bilimi, “refah bilimi” olarak tanımlanıyordu. Konusu esas itibariyle refahın elde edilmesi ve harcanmasıydı. Bu nedenle, bireysel ve özel bir meseleydi. Politik ekonominin amacı, bugün öyle algılanmaktadır ki bir formülde toplayabilmek neredeyse imkansızdır. Marchat’ın gösterdiği gibi, insanlığın ihtiyaçlarını tatmin etme, mevcut üretim araçlarını koordine etme, mevcut kurumlan modifıye etme ve hatta insan ihtiyaçlarını dönüştürme problemlerimiz var. Bu problemler, birey düzleminde değil, sosyal grup düzleminde incelenmeli, bu sosyal grupların yasalarının bağlantısını kesmek için bir çaba sarfedilmelidir.
Uçlara gitmeye ve üretimin organizasyonu yerine tek başına dağıtımın organizasyonunu geçirmeye gerek yok. “Üretimin yeterli hale geldiği andan itibaren, gerekli olan şey malları ve boş zamanı dağıtmaktır” derken Robert Mosse bunu yapıyor gibi. O derece uzağa gitmeden, bir refah üretimi bilimi ile bir kıt malların dağıtımı bilimi arasındaki farkı görmek kolaydır – Lange’nin yaptığı gibi. Giderek, ekonomik gerçek tüm insan eylemini kuşatmaktadır. Her şey ekonominin fonksiyonu ve konusu olmuştur. Bu da, tekniğin aracılığıyla gerçekleşmiştir. Teknik insandan tam bir adanmışlık talep ettiği, artan sayıda ölçülebilir gerçeği gün ışığına çıkardığı, ekonomik hayati daha zenginleştirip karmaşıklaştırdığı veya insanoğlunu tedricen gerçekleştirilen bir maddi imkanlar ağına yerleştirdiği ölçüde ekonominin konusunu değiştirmiştir. Ekonomi artık tüm insan eylemlerini hesaba katmaya mecburlaşıyor. Tüm sosyal faaliyetlerin ekonomi tarafından şaşırtıcı biçimde soğurulmasından tekniklerin gelişimi sorumludur.
Views: 54