“insan özgürlüğü ve demokrasinin üzerine titreyen insanlar arasında belli bir endişe ortaya çıkmıştır. Planlamanın hepten tüketici bir güç olup olmadığını soruyorlar. Planlamanın gücüne üç çeşit sınır koymaya çalışıyorlar. Bu sınırlar, (a) esnek planlama, (b) sınırlı planlama sistemi, ve (c) planlama kurumunun devletten ayrılması (kısaca, genelde özgürlük ile sosyalizmin uzlaşması denen şey) tarafından temsil ediliyor.”
Bugün hemen herkes, iki müdahale tekniğinin, yani norm ve planın etkili olduğunu kabul ediyor. Gerçekten de, sadece ulusların değil siyasal ve sosyal sistemlerin de birbirlerine yönelttikleri meydan okuyuşları düşününce; dahası sefalet, keder ve açlığa karşı insanoğlunun meydan okuyuşu düşünülünce, planlamanın sağladığı araçların kullanımından nasıl olup da imtina edilebileceğini anlamak zorlaşır. Ekonomik olguların tekniklerden kaynaklanan karmaşıklığında, tüm çelişkileri basitleştirip çözen, tutarsızlıkları düzene koyan, üretim ve tüketimin fazlalıklarını rasyonelleştiren keskin bir silahı reddetmeyi nasıl gerekçelendirebilirsiniz ki? Ve, ekonomik müdahale teknikleri -eğer tam kapasitelerine kavuşacaklarsa- doğrudan doğruya planlama tekniğine girdiği için; ayrıca bu matematiksel yöntemlerin gücünü reddetme de sözkonusu olmadığına göre, bunları sonuna dek görmemek nasıl mümkün olur?
Yine de, insan özgürlüğü ve demokrasinin üzerine titreyen insanlar arasında belli bir endişe ortaya çıkmıştır. Planlamanın hepten tüketici bir güç olup olmadığını soruyorlar. Planlamanın gücüne üç çeşit sınır koymaya çalışıyorlar. Bu sınırlar, (a) esnek planlama, (b) sınırlı planlama sistemi, ve (c) planlama kurumunun devletten ayrılması (kısaca, genelde özgürlük ile sosyalizmin uzlaşması denen şey) tarafından temsil ediliyor. Friedrich August von Hayek’in (Kölelik Yolu adlı çalışmasındaki) planlamanın esasen kötü bir şey olduğu tezini kimse kabul etmiyor. İşine bağlı iktisatçılar, teknik buluşları reddedemiyor; ortalama bir kavram bulmaya çalışıyorlar.[1]
Sınırlı bir plan mı?
Yazarlardan bir kısmı, önermelerinin kanıtı olarak bir dizi basit kıyasa güveniyor. Sözgelimi: “(1) Planlama üretimi artırır. (2) Planlama, daha fazla ihtiyacın tatminini sağlar. (3) İhtiyaçların tatmini, özgürlüğün koşuludur. Bu yüzden, planlama özgürlüğün koşulur”. Bu mantık iki nedenle yanlıştır. Doğrusaldır ve gerçeklerin karmaşıklığını dikkate almamaktadır (mesela, bir insanı hapse atın. İhtiyacı olan her şeyi verin; yine de mutludur o). Bu mantık, hükmünü kısmen ekonomik bir önermeden (birincisi), kısmen de ahlaki bir önermeden (üçüncüsü) çıkarıyor: aynı önermelerin yer aldığı mantıksal düzlemleri ayırt etmeye teşebbüs etmiyor. Üçüncü önerme, her halükârda, manevi ya da ahlaki bir bakış açısından tümüyle sorgulanabilir niteliktedir. (Bunun tartışmasına bilahare döneceğim).
Fakat bu yazarlar için özgürlüğü kurtarma temel ilkesi, bu şaşırtıcı teoride, aydınlanmış bir kamuoyunun planlamacıların kararını kendi gerçek ihtiyaçlarının tatminine yöneltme gücüne sahip olduğu iddiasında yatmaktadır. Bu durumda, demokratik planlamanız, yani gönüllü bazda bir kolektivizminiz olabilir. Ancak bu şekilde mantık yürütmek, kuşkusuz bir rüyalar alemine dalmaktır. Bu aydınların iyi niyetleri, insanı ciddi biçimde patolojiyi düşünmeye zorluyor.
Eğer kamuyu börekçi dükkanı isterse ve eğer unun başka kullanımlarından başka tavizler verilecekse planlamanın da bu kuruluşlara yönlendirilebileceğine kim gerçekten inanır? Traktör ihtiyacı varken halk ayakkabı talep ettiğinde halkın gerçekten bir tatmin duyacağına kim gerçekten inanır? Bu inanışlar, birer saçmalıktan ibaret. Halkın gerçekten neye ihtiyaç duyduğunu bilmediği öne sürülecektir… Fakat bu durumda teknisyen kararı alacaktır. Mekanizmayı yeterince biliyoruz: önce üretici malları, sonra da tüketici malları. Elbette, teknisyen kararını verdikten sonra kamuoyuna “danışılacaktır”: “Yün ürünleri mi tercih ederdiniz? Teknik olarak imkansız: pamuktan yapmak zorundaydık. Yeşil mi? Ne yazık ki hiç anilin yok. Ama açık olacaktır bu? Kırmızıyla koyu kırmızı arasında tercih yapabilirsin. Baksana ne çok özgürlüğün var!”. Aslında bu yazarlar, özgürlük adıyla, teknik mecburiyete itaati kutsamaya çabalıyor. Gerçek zorlamaları gizlemeye çalışıyor: ya bağnazlıkla ya da ikiyüzlülükle yazıyorlar.
Ama bu durumda da sorunun nerede olduğu sorunu gündeme geliyor. Kimi iktisatçılara göre planlama, anahtar endüstrilerle ilgili tamamen ekonomik bir meseledir. Fakat tartışma yüzyıldır sürüyor, hangi endüstrilerin anahtar nitelikte olduğu hususunda da bir karara varılmış değil. Kategoriler zaman içinde değiştikçe (uranyumun çıkarılması yirmi yıl önce anahtar bir endüstri değildi mesela) ve ekonomik faaliyetlerin birbiri içine daha fazla geçtikçe karara varmak daha bir zorlaşıyor. Üretimde sözkonusu olan faktörleri analiz etmek giderek son derece güçleşiyor. Sistemin her parçası, doğrudan veya dolaylı olarak, finansal yansımlar veya işgücünün yapısı yoluyla tüm diğerlerine bağımlıdır. Bu durumda, planlanmayan bir sektöre paralel olarak ekonominin planlı bir sektörünü kurmak nasıl mümkün olur? Bu sorun üzerine on yıl önce yayınlananları bir kere daha okursak, bu araştırmaların tümüyle güncellikten uzak olduğu, sonraki teknik gelişmeler tarafından geçersiz kılındığı açıktır. Varsayalım ki bir plan beş yıllık bir dönem için yapılmış olsun. Eğer şimdi mümkün olan en büyük özgürlüğü bu alanın dışına taşımakla (sözgelimi, sosyal alanda hiç planlama yapmayarak) plan ekonomiyle sınırlanmaya çalışılırsa, bu ekonomik plan nasıl uygulanabilir?
Bu makalelerin yalnızca bir tanesi geçerli. Suda’ya göre “özgürlük için daha kötüsü var. Ondan fedakarlık edebiliriz. Hiç değilse değerler düzleminde ortak iyiye bağlılık, özgürlükten daha yüce bir idealdir”. Buna katılmam mümkün değil, ama en azından kendi durumumuzu dürüstçe değerlendirme imkanını veriyor bize. Genelde daha destekli ama aynı ölçüde ikna edicilikten uzak aynı haklı gösterme girişimine Entre la planification et la liberte’de rastlıyoruz. Burada Hollandalı. Fransız, Norveçli ve Amerikalı yazarlar, sorunu değişik bakış açılarından değerlendiriyor (Revue Economique. Mart, 1953).Bu yanılsamalar, bizzat Tibor Mende taralından çürütülmektedir (India After 12 Years, 1959).
O Hindistan’ın tarımsal planlamasının (köylerin komünal projeleri) kapsamlı ve otoriteryen olmadığı için çöktüğünü gösteriyor. Hindistan’ı Çin ile karşılaştırması açıkça gösteriyor ki hasıla ve verimlilik kriteri (her planlamanın yegane geçerli kriteri) açısından en otoriter yöntemler en kazançlı olanlardır.
Finansman sorunu, esnek ve sınırlı bir plan tarafından bile mutlaka gündeme getirilir. Monnet planının ilk aşamasının (Eylül 1950) tartışıldığı dönemde banka kredisinin (özel finansman çağrısı) yetersiz olduğu açıktı. Kamu finansmanına yönelmek gerekliydi. Ancak bu, devlet için bile devasa bir yük anlamına geliyordu. Devlet, kendi finans planlamasını üç aşağı beş yukarı yeni otoriter finans anlayışına göre (tüm ulusal gelirin kontrolünü üstlenerek her yurttaşı etkiliyor) ayarlamaya mecbur kalıyordu.
Planın gerçekleştirilebilmesi için işgücünün kullanımı da plana entegre edilmelidir. Bu, tam istihdam anlayışıyla sözgelimi İngiltere tarafından kabul edilmiştir. Planın bu şekilde uygulanması, konut, mesleki rehberlik, çıraklık ve okulların planlanmasını öngörür. Ayrıca, sosyal güvenliğe de ihtiyaç olduğu çok geçmeden anlaşılır -eğer tam istihdam insan doğası için çok şiddetli bir şok olmaksızın işleyecekse lüzumlu bir psikolojik ve sosyolojik bir unsurdur bu. Bu karşılıklı ilişki hayal mahsulü ve gereksiz değildir. İç gereklilik planın unsurlarım birbirine bağlar; bağlantılarını koparmak da aptalca olur.
Sonuçta, bir kere benimsendikten sonra plan hep yeni alanlara yayılma istidadı gösterir. Buna sınır koymak, yöntemi işlemeyeceği bir konuma yerleştirmek olur -sanki birinin araba yapması ama yeterli yol yapmayı reddetmesi gibi. Araba tabi ki dar, iz yapmış ve kumlu yollarda gidebilir, ama tasarlandığı sonuçları vermeyecektir bu durumda. Belli tamamlayıcı verili unsurlar, planlama gelişip modern toplum daha karmaşıklaştıkça oranüsal olarak daha da artar. Bu karşılıklı ilişkiler sınırlı planlamayı imkansızlaştırmaktadır. Tekniğin kendisi reddedilmediği müddetçe plan kendisini doğurur.
Planlamacının esnek bir planı veya devletten bağımsız bir planı benimsenmesi durumunda aynı durum geçerlidir. Böyle bir durumda planın temel unsurları zorunlu değildir. Arzu edilenin ne olduğuna dair sadece bir tavsiyedir plan. Üreticiler bağımsız kalmaya devam eder; tüketiciler özgürce tercih yapabilirler ve bireyin davranışı sosyal olana üstün gelir. Esnek plan, evrensel kişisel özgürlüğün istediği sürekli gözden geçilmelere ve yeniden ayarlamalara tabidir. Aynı şey, planın organizasyonunun devletten ziyade kurumlara yönlendirilmesi durumunda da geçerlidir. Yani, uzman ekonomik kuruluşların idari bölümleri gibi dar organlara veya uluslararası örgütler gibi geniş ölçekli kuruluşlara. Uluslararası organlara müracaat, Hayek gibi yazarların devletin planla göreli olması halinde totaliterlik tehlikesine dair eleştirilerini hafifletmek amacıyla düzenlenmektedir.
Bu farklı öneriler son derece yanıltıcıdır. Esnek planın yalnızca bir tek kusuru var, ama o kusur hayatidir: plan hayata geçirilemez. Nedeni basittir. Eğer plan planlamanın gerçek doğasına karşılık geliyorsa hedefleri kararlaştırmak zorundadır. Normalde öz çıkar ve bir nebze çaba ile ulaşılamaz bu hedefler. Plan, üretici güçleri azami seviyede harekete geçirmeli, enerjileri uyandırmalı, mevcut araçları azami verimlilikle kullanmalıdır. (Planlamacıların her zaman başarılı olmaması, idari hataların meydana gelmesi, her planın değişmez biçimde azami verimlilikte işlememesi, hesap hataları ne kadar matematiğin ha- tasıysa ancak o kadar eleştirilebilir). Fakat eğer bireye karar özgürlüğü verilirse ve bir plan da yoksa kendinden beklenen azami çabayı göstermeyecektir. Eğer sanayicinin tam bağımsızlığını sürdürmesine imkan tanınırsa, başka düzenlemeler arayacak, önerilen hedeflere ulaşmayacaktır. Bu yüzden, gerçekleştirilebilmesi için planın bir yaptıranlar demetiyle beraber gelmesi gerekir. İktisadın gerçek bir yasası gibi görünüyor bu. Planlama, zorlama ile ayrılmaz biçimde bağlıdır.
Birey, neyin en verimli olduğunun farkına kendiliğinden varmaz. Ne de işçiler Gilberth’in “hareketlerine” kendiliğinden uyar. Şu alternatif kendini ortaya koyar. Tecrübenin gösterdiği gibi, ya plan esnektir ama gerçekleştirilmez. Monnet planına ilişkin propagandaya rağmen, planın hedefleri ancak %70 gerçekleştirildi. Bulgarların esnek planı (1947) %37 gerçekleştirildi. 1950’de tamamlanmış olması gereken Monnet planı, önerilen sürenin iki mislini bularak gerçekte 1953’te tamamlandı. L’action psycholoqique’de (1959) Maigret, propaganda yokluğunun (planı psikolojik olarak zorunlu kılacaktı) planın çöküşündeki etkisini yeniden inceledi. Gide gide bir çıkmaza varacak bir plana büyük bir çaba harcamanın faydası yok. Ya da planın uygulanması gerekir, ama rijit bir plana dönüştürecek yaptırımlarla doldurma pahasına. İnsanoğlunun iyi niyetine güvenenler, çılgın bir idealist iyimserlik sergiliyor. Yüzyılların tarihi, gerçeklere rağmen, onları aksine inandıramamıştır. Mantık onları elbette değiştiremeyecektir. Fakat realiteden öylesine uzaktalar ki görüşleri görmezden gelinebilir.
Yaptırımlar meselesi, planlamayı devletle ilişkiye sokar. Her kim planlama ile devletin ayrılabilirliğini ya da yerel planlanın uygulanabileceğini (TVA’dan hep bahsedilir) savunuyorsa, yerel planlanın devlet tarafından garanti edilmesi gerektiğini aksi halde bir yere varmadıklarımnıunutuyor demektir. Bu da devlete tüm yetkilerini geri vermeye yeterlidir. Planı yaratanın devletin kendisi olmadığı (Rusya ve Almanya istisna değil), ona şu veya bu şekilde bağımlı bir uzman kuruluş olduğu açıktır. TVA’ya (Tennessee Vadisi Otoritesi) gelince, bu girişimin kaynağı, istimlak işlemleri yapan, araçları hizmete sokan ve yaptırımları sağlayan Roosevelt hükümetiydi.
O halde, planın bağımsızlığına inancı sürdürmek nasıl mümkündür? Planlama ile devlet arasındaki bağ organiktir, zamanla değişmez. Asgarisinde, mevcut kaynakların genel bir incelemesi ve tüm ulusal güçleri işe sokmak için devletin gücü gerekir. Planlama kavramını, okul yapımı programları veya trafik işaretleri koymada gösterildiği gibi teknik anlamda kullanmıyorum. Yerel varlıklar, elbette bu tür programlar icra edebiliyorlar. Fakat bunlar, planlamayı Hollanda’daki bent yapımından daha fazla temsil etmiyorlar. Etselerdi, bir evin mimar tarafından “planlanması” da bu kategoriye girerdi. Uluslararası kararlara gelince (ki, planın devletten ayrılmasının bir kanıtı olarak gösterilebilirler) bunlar, kavramın uygun anlamında planı temsil etmezler -mesela Bretton Woods anlaşmaları. Uluslararası planlanın uygulanmasının yegane umudu, mesela Avrupa’da, bugün açıkça gördüğümüz üzere, bir Avrupa devletinin varlığına bağlıdır. Bu tür planlama, ancak böyle bir devlet oluşturulduğu ölçüde anlam kazanır. Bu gerçek bizim tezimizi pekiştiriyor. Yalnızca uluslarüstü bir devlet hem ulusal devletleri hem de tröstleri ortak bir ekonomik işlemde işbirliği yapmaya ikna edebilir. Dawes ve Young planları başarısızlıkla sonuçlandı çünkü gerçek yaptıran araçlarından ve onları destekleyecek politik güçten yoksundu. Buna karşılık, Marshall Planı’nın (daha sonra Ekonomik İşbirliği Kuruluşu’na (ECA) dönüştü) hissedilmez biçimde bir politik sistem yaratmakta olduğunu görüyoruz.
Atlantik Paktının Marshall Planı ile ilişkisi var. Avrupa da ancak ECA’nın siyasi olarak düzene sokulmuş bir dünya olmaksızın tümüyle faydasız olduğunu gördüğü takdirde kendisini organize etmeye başlayacaktır.
Amerikalılar ECA’da anlamsız bir şekilde para harcamaya tek alternatifin bir Avrupa siyasi teşkilatı olduğunu çok iyi anladılar. Birleşme, hatta ekonomik işbirliği, bağımsız olarak düşünülemez. Tek başına anlama veya iyi niyet gerçek planlamayı pek doğurmaz. Burada yine, planlı bir ekonominin hayata geçirilmesi için gerekli koşullara geri dönüyoruz.
İdeal bir toplumda plan ile devlet arasındaki bağlantının gereksiz oluşunu kabule hazırım. Fakat bu beni, böyle bir ideale inandırmıyor, gerçek olarak kabul ettirtmiyor. Aslında, bilgi tekniklerinin eylem tekniklerini doğurduğunu, gerekli kıldığını; eylem tekniklerinin de planlamanın yaygınlaştırılması yasası denebilecek gerçek bir yasa uyarınca kesin koşulları ve gelişmeleri önceden varsaydığını belirtiyorum.
Planlamanın bu yaygınlaşması mutlaka sosyalist bir toplum doğurmaz. Üretim araçlarının özel mülkiyeti, planlı bir ekonomiye sahip olmak için mutlaka değiştirilmek durumunda değil. Benzer şekilde, planlama, mutlaka diktatoryal bir devlete yol açmaz. Yaptırımların ve propagandanın kullanımı, diktatörlüklerden çok biçimlerle ilişkilendirilebilir. Ancak bir teknik belli bir alanı işgal ederse, planlamayla bağlantılı olarak, teknik tüm işleyişini tamamen etkiler. Ona sınırlar koymaya yahut başka bir yöntem biçimi aramaya çalışmak beyhudedir.
[1] Bkz. Indian Journal of Political Science’ın bu konuya ayrılmış yakınlardaki özel sayısında planlama ve özgürlük ile ilgili ideolojik yanılsamaları içeren dosya. On küsur tane makale, planlamanın gerçekten vazgeçilemez olduğunu ama özgürlüğe hiçbir tehlike oluşturmadığım göstermeye çalışıyor. Yazarların görüşleri şöyle özetlenebilir. Birinci olarak, özgürlüğü, liberal ve kısmi planlama yoluyla kurtarmayı umuyorlar. (Ancak aynı sayıdaki başka yazarlar bu umudun saçma ve işe yaramaz olduğunu gösteriyorlar). İkinci olarak, makaleler aynı derece saçma ve içeriksiz formüller de içeriyor. “Planlama, hedefi olarak özgürlüğün gerçekleştirilmesini almalıdır”; “Planlama ne kadar rasyonelleşirse, insanların özgürlüğü o kadar artar”. Bunlar sadece birer önermeden ibaret. Bunlara tekabül den gerçekler veya muhtemel bir içerik aramak boşuna.
Views: 37