“1250’den 1950’ye ilerleme olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyemeyiz. Söylersek, karşılaştırılamaz şeyleri karşılaştırıyoruz demektir. Elbette ki her şeyden önce somut olarak varolan bir uçak, sönük tarihi hatıralarla karşılaştırıldığında ilerleme gibi görünür. Bu yüzden de, karşılaştırılamaz ve ortadan kalkmış eski düzenin parçalanması, tahrip edilmesi üzerine kurulan sanayi çağının başlangıcından bu yana ilerlemenin olduğunu söylemekle kendimizi sınırlamak makul olur.”
Ekonomi üzerideki eylemleriyle teknik, insanların kalplerinde büyük umutlar yeşertmiştir. Bu umutlan kimse reddedecek de değildir. Makine ve onunla gelen her şey, ilerleme adına getirdiği her şey, insanoğlunun eline farklı ama efsaneninkiler kadar etkileyici zenginlikler verecekti. Bu zenginlikler, altın külçeleri ya da tanrıların sevgili kullarına ayrılmış değerli taşlar değil, herkes için rahat ve keyif olacaktı. Süslemeli saraylar, mercanla, emayeyle süslenmiş sandıklar, heykeller ve altından eşyalar, kaliteli sofra hizmetleri, zümrüt ve inci kaplı silahlar, hepsi yok olmaya mahkumdu. Buna karşılık her insana iyi cam ve porselen eşya, üşümeyeceği bir ev, bol miktarda gıda, giderek de insana fiziksel ve zihinsel ahenk sağlayacak rahat ve hijyenik bir çevre vaat ediliyordu. Herkesin yaşayacak kadar parası olacaktı. Dahası, yeni ihtiyaçlar ortaya çıkacak; bu ihtiyaçlar, artık sadece imtiyazlıların kıymetli zevki olmayacak; insanların içerisinde bulunduğu basit bir durum olacaktı. Yazın soğuk meşrubat içmek ya da kışın sıcacık olmak, bir prensin pahalı hayali olmayacaktı artık.
Sefalet azalıyordu; onunla birlikte insanın çilesi de. Makine işi üstleniyordu. İşe ayrılan zaman israf edilen zaman olarak kalıyor; ama durmadan da azalıyor, hiç kimse bu sürecin bitip bitmeyeceğini düşünemiyordu.
Duruma ilişkin bu uç görüş, öylesine süratle gelişti ki 19. yüzyılın sonuna gelindiğinde insanlar-, her şeyin herkesin hizmetinde olacağı, yerini makineye bırakan insanın yalnızca zevk ve oyun peşinde koşacağı anı ulaşılabilecek durumda gördüler. Biraz alçaktan uçmak zorunda kaldık. Pratikte işler o kadar da kolay çıkmadı. İnsanoğlu, kendisini takip eden amansız kaderinden henüz kurtulmuş değil. O kadar yaklaşmış görünen şey, tekrardan ertelendi. Yine de, iki savaş, iki “kaza, bizim o muazzam ilerleme anlayışımıza hiçbir şekilde etki yapmadı. Kaderin cilvesi, insanın hataları -ne derseniz deyin- insanoğlu bunlarda kendi önüne açılan muhteşem ilerlemeyi etkileyecek bir şey görmeyi reddetti. Kazalara rağmen yolun hâlâ açık olduğuna inanıyorlar. 20. yüzyıl ortasının insanı, kalbinde, dedelerininkiyle aynı beklentileri kalbinde taşıyor.
Kuşkusuz, düşündüğünün safça olduğunu reddediyor. Belki de belli bir güvensizlik, onu, hayatın tamamından beklediği ölçüde keyif almaktan alıkoyuyor. Bunun farkında olmasa bile, ortalama insan kendi kolektif bilincinde belli etmediği bir aldatılmışlık duygusunu taşıyor. Makinenin işi ele almasına öylesine inanmıştı ki. Bu tuzağa tekrar düşmek de istemiyor. Yine de yarınlarını işaret ettiği her yerde umut varlığını sürdürüyor. Hitler’in Bin Yılı’nda ya da burjuvazinin aptalca ilerleme fikrinde. Umut yine aynı umut, ama insanoğlu (1950 model) kendi kendine, cenneti ancak düşmanlarını yok ederek elde edebileceğini söylüyor. İnsanın hayal kırıklığı (mümkün hatta erişilebilir durumdaki şeylerin ani kaybıyla beraber), modern savaşların vahşetinin gerisindeki unsurlardan biridir. İnsan, yolunda duran düşmanı ve onu cennete sokmayan tek kişiyi (Yahudi olsun, faşist, kapitalist veya komünist olsun) gördüğünde ona saldırmalıdır. O kadavradan da makinenin vaad ettiği narin gül yeşerebilir.
Tüm mitoslar, doğrudan veya dolaylı olarak cennet mitosuna döner. İnsanın tanık olduğu teknik verimlilik de mitosların çoğalmasını teşvik etmiş görünüyor. Psikologlar ve sosyologlar, yeni mitosların ortaya çıkışını gözlemledi. İnsanoğlunun kutsal dünyaya bu geri dönüşünü açıklamaya matuf pek çok teori de geliştirildi. Ancak bu açıklamalar tatmin edici değil, çünkü maddi bir temelleri yok. Maddi temel, aslında modem dünyanın muazzam teknik ilerlemesidir. Bu ilerleme, insana, evvelce koparılmış olduğu doğaüstü dünyayı geri verir. Tahayyül edilemez ama bizzat kendisinin oluşturduğu, gerçekleştirilebileceğini bildiği vaatlerle dolu, potansiyel efendisinin de kendisi olduğu bir dünyadır bu. Bir süpersonik jetin ışıldayan izini gördüğünde yahut kendisi için depolanan devasa tahıl ambarlarını göz önüne getirdiğinde kutsal bir çılgınlık esir alır insanoğlunu. Çılgınlığını, eylemlerini ve yeni köleliğini sayesinde kontrol edebileceği, açıklayabileceği, yönlendirebileceği ve gerekçelendirebileceği mitoslara yansıtır. Yıkım mitosuyla eylem mitosunun kökleri, insanın tekniğin vaat ettikleriyle buluşmasında, merak ve hayranlığında yatmaktadır.
İktisatçıların tezlerini ele alırsak, onların da aynı umudu teyit ettiklerini görürüz. Umudu başka yerlerde gösteriyorlar, ona koşullar ve değişiklikler katıyorlar ama temel aynı temel. Onlar için de teknik, bolluğun, boş zamanın tek aracıdır. Haftalık çalışma süresinin kısalışını, hayat standartlarındaki ve hayat kalitesindeki muazzam dönüşümü dramatize etmek amacıyla durumu rakamlara dökerken Fourastie haklıdır. 1950 yılı 1815 ile karşılaştırıldığında durum gerçekten basittir. Ancak 1950, 1250 ile karşılaştırıldığında o kadar da basit değildir. İşgücü için, sadece zamanı değil yoğunluğu da dikkate almak önemlidir. 1830’daki bir maden işçisinin günlük onbeş saat çalışmasıyla 1950’deki yedi saatlik çalışma arasında anlamlı bir karşılaştırma yapmak mümkün. Fakat, 1950’nin günde yedi saatlik çalışması ile orta çağ zanaatkarının günde onbeş saat çalışması arasında bil” ortak payda yoktur. Köylünün günlük çalışmasını pek çok kere kesintiye uğrattığını biliriz. Kendi temposunu, ritmini seçer o. Oradan gelip geçen herkesle muhabbet eder, şakalaşır.
Tamı tamına aynı durum, hayatın kalitatif doğası için de geçerlidir. Eğer tüm bir halk adalet ve temizlik arayışına yönelirse, manevi olanın üstünlüğüne derinden uyarsa, maddi şeylerin eksikliğinden çekmez -aynen bizim bugün manevi olana ters bir şeye ihtiyaç duymadığımız gibi. Bu tercihler, kişisel yargıya ve ilgili topluma bağlıdır.
1250’den 1950’ye ilerleme olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyemeyiz. Söylersek, karşılaştırılamaz şeyleri karşılaştırıyoruz demektir. Elbette ki her şeyden önce somut olarak varolan bir uçak, sönük tarihi hatıralarla karşılaştırıldığında ilerleme gibi görünür. Bu yüzden de, karşılaştırılamaz ve ortadan kalkmış eski düzenin parçalanması, tahrip edilmesi üzerine kurulan sanayi çağının başlangıcından bu yana ilerlemenin olduğunu söylemekle kendimizi sınırlamak makul olur. Maddi kazanımları ve “mideyi” merkezi değerler olarak gören, kendine has konumuyla modern insan için büyük umutlar dönemi gerçekten gelmiştir. Ve bu umutlar, biçimler farklı da olsa, tesadüfen karşılaşılan bir adam için de büyük bir iktisatçı için de aynıdır.
Bununla birlikte, hiçbir şey karşılıksız değildir. Boş zaman ve bolluğa rağmen, varsayalım ki o boş zaman ve bolluk insanın beklediği biçimde gelsin, bu durum ile cennet arasında büyük bir fark vardır. Fark maliyetle ilgilidir. Tüm medeniyet değişimlerinde durmadan tekrarlanan, insanı başlangıçtan bu yana cezbeden kadim rüya (harca harca bitmez para karşılığında ruhunu satan adamı anlatan Orta Çağ efsanesi), belki de gerçekleştirilme sürecindedir ve sadece bir tek insan için değil tüm insanlar içindir. Belki diyorum. Modern insan, gücü için ne ödemek zorunda olacağına asla sormaz kendisine. Sormak durumunda olduğumuz soru budur. (Teknik olgusunu anlatmamız bittikten sonra biz de bunu yapacağız).
Views: 16