Anarşist harekette telaffuz edildiği şekliyle özgürlük ve bireysellik kavramları, Protestan Reformu’ndan doğan ve kökleri Yunan kültürel geleneğine dek geri giden – burjuva değilse eğer – Avrupalı değerlerdir. Anarşik bir sistemin sürmesi anlamında ilgilendiğimiz ve belli bireysel eğilimler gösteren insanların çoğunluğu genelde özgürlük hakkında felsefi düşünceler sergilemezler. İşin aslı biz de o insanlara bizim için önemli olan, ancak onlar için olmayan sebeplerle paha biçiyor olabiliriz ( Colson, 1974, 62-63).
Bir toplum yöneticilerden, polisten, hapishanelerden ve hukuktan – yani bir yönetimin tüm organlarından – azade olabilir, fakat bu durum hiçbir şekilde özgür ve eşitlikçi bir toplum olmasını garanti etmez. Anarşik rejimlerin yaygın ve dini yaptırımlara dayanıyor olması tiranlığa yol açabilir. Böyle yaptırımların bir parçası olabilecek alay, dedikodu, dışlama ve fiziksel şiddet gibi uygulamaların genelde sert, affetmez ve zalim olduğu görülür. Ve bizim küçük kasaba yaşamından bildiğimiz kadarıyla, kişi eğer topluluk içinde kalmaya devam etmek istiyorsa, böyle yaptırımlardan pek kaçma imkânı yoktur. Yaygın yaptırımları kontrol etmek genelde zordur ve Vahşi Batı’daki adaleti uygulama komitelerinde olduğu gibi, bunlar kolayca kontrolden çıkabilir. Dahası bunlar muhafazakârlığı, budalalığı ve hoşgörüsüzlüğü savunan bir güç olabilirler. Buna rağmen devletin hakim olduğu toplumlarda yaşayan bizler sadece yaygın yaptırımlara boyun eğmekle kalmayız, aynı zamanda devletin ezici gücüne de maruz kalırız. Sofistike teknoloji çağında, bilhassa iletişim, ulaşım ve elektronik gözetim alanlarında, devletin inanılmaz derecede korkutucu bir gücü vardır. Bu dünyada gerçek tiranlar devlet tiranlıklarıdır.
Düzeni korumakla ilgili anarşist teknikler kendi kendine yetmeye ve kendi kendini düzenlemeye vurgu yapar. Bir Amerikalı ya da Avrupalı’ya bu, husumet biçiminde sürekli şiddete başvurma olarak görünebilir. Lee, ABD ve diğer bölgelerle karşılaştırmak suretiyle Sanlar arasındaki nispi cinayet oranını ele almıştır. Sanlar arasında bu oranın bir yıl içinde 100 bin kişide 20,3 olduğunu hesaplamıştır. ABD’de 100 bin kişiye 9,2 cinayet düşerken, Uganda’daki 23 halk üzerinde yapılan bir araştırma, dört ila altı moduyla 100 bin kişide 1,1 ile 11,6 arasında bir dizi göstermektedir. Tıbbi imkânlar Sanlar arasındaki gibi az olsaydı ABD rakamları çok daha yüksek olabilirdi. Üstüne üstlük ABD’deki pek çok otomobil kazası ve diğer kazalar kasıtlı cinayetlerdir ama öyle sayılmazlar. Daha da önemlisi savaşlarda öldürülenlerin sayısıdır ki bu sayı da cinayet oranlarına dahil edilmez. Sonuç olarak Lee ABD rakamlarını tekrar gözden geçirir ve ABD’deki tam oranı 100 bin kişide 100 olarak tahmin eder. İngiltere, Fransa ve Almanya’daki rakamların da bu kadar büyük olduğunu ifade eder. Bununla birlikte ben onun tahminlerinin çok yüksek olduğundan şüphe ediyorum. Gene de vardığı sonuçlar, yani Sanlar arasındaki cinayet oranının muhtemelen ABD’dekinden daha düşük olduğu ve devletin, kişiler arası kavgalarda olduğu üzere, belli türdeki şiddeti azaltmakta etkili olabilirken, savaş gibi yeni şiddet formları yarattığı şeklindeki ifadeleri geçerlidir (Lee, 398-399).
Anarşik rejimlere dair araştırmamız, duygusuzca cinayet işleme ve sakat bırakma şeklinde yaşamların boş yere heba edilmesiyle sonuçlanabilecek bir durum olan husumetlerin ne kadar yaygın olduğunu göstermektedir. Dahası, uzayan bir husumet, kaygıyı ve psikolojik kargaşayı kışkırtır. Bununla birlikte, anarşik bir rejimde husumetin yarattığı yıkımın, devletler arasında yapılan bir savaşın yarattığı yıkıma asla yaklaşamayacağını akılda tutmak gerekir. Elimizde nispi rakamlar olmamakla birlikte, husumet çıkarmakla husumeti somutlaştıran savaşın yapısı arasında en azından temelde bir farklılık vardır. Şöyle ki husumet bir skoru eşitleme amacı güder. Burada işleyen ilke göze göz, dişe diş ilkesidir. Amaç bir düşmanın tamamen yok edilmesi veya bir hasmın koşulsuz teslim alınması değildir. Genelde, husumet sonucu çıkan kavgada biri yaralandığında kavga sona erer. En azından, grup uyumunun korunmasının önceliğinden dolayı faal barış görüşmeleri başlar. Herhangi bir çatışmada uyumu olabildiğince çabuk tekrar inşa etmek elzemdir. Herhangi bir dava, suçlamak için suçlama amacı gütmez, tarafları tatmin edecek bir barış sağlamaktır amaç. Bu da üçüncü bir tarafı ve arabulucuları gerektirir. Bu saygın erkekler bir uzlaşmaya varana dek taraflarla görüşür. Böyle girişimlerin başarısı arabulucunun maharetine, tarafların ahlaki yükümlülük duygusuna bağlıdır.
Öte yandan, Elizabeth Colson başsız toplumlarda, fiili kavgadan ziyade, bir kavgayı kışkırtma korkusunun önemli bir sosyal kontrol mekanizması olduğuna inanır. Colson, E. Adamson Hoebel ve Sally Falk Moore tarafından birbirinden bağımsız olarak yazılan ve kavgadan ziyade, kavga korkusuna dair pek çok kanıtın varlığından bahseden inceleme yazılarına gönderme yapar. Anarşik rejimlerde herkes düşüncesiz bir davranışın olası sonuçlarının fazlasıyla farkındadır. Herkes kendine hakim olmayı öğrenir. “… Bazı insanlar Rousseaucu bir cennet gibi görünen bir ortamda yaşarlar, zira duruma Hobbescu bir yaklaşımları vardır: Yavaşça yürürler, çünkü tehlikeli gördükleri kişileri rahatsız etmemek için bunun gerekli olduğuna inanırlar” (Colson 1974, 37). “Gluckman’ın dediği gibi ‘kavgada barış’ vardır, ama bu nihai uzlaşmaya yol açan bir kuvvetten ziyade ilk edimin engellenmesine dayanan bir barıştır” (Colson 1974, 43).
Anarşik rejimlerde mülkiyet daha az, homojenlik ve eşitlik daha çok olduğu için insanların daha az dalaştığı varsayılır. Ama belki de, sonuçlardan korkulduğu için burada da gene kısıtlama önem taşır ve böylece daha az tartışma ortaya çıkar (Colson 1974,43).
Oyunu kurallarına göre oynama yükümlülüğü herhangi bir anarşik rejimin işlev gösterebilmesi için şarttır. Ve elbette ki yaygın ve dini yaptırımların korkusu etkendir. Buna rağmen, polisin ve yasal yaptırımların hakim olduğu bir toplumda yaşamaya alışkın olanlar, kendi toplumlarında bile sosyal düzen için motive edici bir güç olarak, oyunu kurallarına göre oynamak için hissedilen mecburiyet duygusunun önemini kavrayamazlar. Tüm insan toplumlarında üyelerin çoğunun istedikleri ve buna inandıkları için kurallara uyduğunu unutmamak gerekir. Onları uyumsuzluğu itecek herhangi bir çabaya karşı direnirler. Herhangi bir toplumda her tür yaptırım aslında çok küçük bir azınlık içindir. Yarın bütün yasal zorunluluklar kaldırılsa, başlangıçta belki bir suç patlaması olur, ancak duruma alışıldıktan sonra o da ortadan kalkar. Aynı zamanda büyük çoğunluk bu suç patlamasına katılmayacak, kendiişlerine olağan şekilde devam edecektir. Bazılarının açıkça sandığı gibi, yasaların kaldırılması halinde insanlar arasında çok büyük bir cinai ve düşmanca davranış patlamasının ortaya çıkacağına inanmak, aslında polisin mevcut gücünü çok fazla abartmaktır. Daha da önemlisi hepimizin doğru ve yanlış hakkındaki yıllarca süren koşullanmamızı, içsel denetim veya vicdan duygularımızı da çok küçümsemek anlamına gelir.
Geleneksel sosyal kontrol tekniklerinin birdenbire ortadan kalktığı ya da büyük oranda gevşediği durumlarda iki sonuç dikkate değerdir. Biri, gönüllü karşılıklı yardımlaşmanın kendiliğinden ortaya çıkma ve yayılmasıdır – yani insanların birbirine yardım etmeye başlaması. İkincisi ise tam aksi bir tepkidir – “yasa ve düzen” yanlılarının tahmin ettiği şey. Yani, kargaşa, yağma, şiddet ortaya çıkar. Ancak bu reaksiyonun sebebi düzeni koruyacak bir polisin olmaması değildir. Sebep, böyle davranışlarda bulunan tarzdaki kişiler tarafından öne sürülür. Bu insanlar hiç şüphe yok ki o toplumun refah içindeki kesiminden değillerdir; ne de prestij, nüfuz ve güce sahiplerdir: Tersine, daima toplumun mağdur ve hayal kırıklığına uğramış kesimine mensupturlar. Ve isyan – ki olan budur –, baskıcı olduğu hissedilen bir sistemin yarattığı birikmiş saldırganlık ve düşmanlığın salıverildiği bir katarsis çabasıdır (sistemin “gerçekten” baskıcı olup olmaması konu dışıdır; önemli olan böyle algılanmasıdır).
İnsanların “doğallığında” iyi olduğunu düşünmek bir hatadır; onları canavar olarak suçlamak da aynı derecede yanlıştır. Bütün halklardaki radikaller insanları konformist olarak değerlendirecektir.
Bazıları anarşiyi, birleştirici yegâne unsurun ahlaki yükümlülük veya gönüllü işbirliği olduğu bir düzen olarak görüp eleştirirler. Fakat demokrasi de nihayetinde, aynı birleştirici unsur sebebiyle kısmen işler. Ve bu birleştirici unsurun en güçlü olduğu durumlarda sistem en iyi şekilde çalışır. Ancak demokrasi de nihayetinde sadece polis gücünün varlığıyla işlemez. Eğer sadece orduya ve onu dayatacak polis gücüne bağlı olsaydı, ne bağımsız seçimler ne de iki partili sistem varlığını sürdürebilirdi. Varlıklarını sürdürebilmelerinin sebebi katılımcıların bu sisteme inanmaları ve kurallara göre davranma konusunda bir yükümlülük duygusuna sahip olmalarıdır. Hocart yönetimin “kendiliğinden ve sürekli bir iyi niyete” bağlı olduğunu söylemiştir, “…bunlar olmaksızın yönetim çöker.” (129).
Öte yandan De la Boetie, Machiavelli, Spooner ve başka teorisyenler herhangi bir yönetim sistemine itaat etmenin, korku ve sahtekârlıkla teşvik edildiğini ilave edeceklerdir. Etienne de la Boetie, Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev adlı kitabında insanların yöneticilere niçin itaat ettiği sorusu üzerinde durur. Şu sonuçlara varır:
1) İnsanlar itaat ederler çünkü kul olarak doğmuşlardır ve öyle yetiştirilirler.
2) İnsanlar efendileri tarafından ziyafet ve gösterilerle kandırılıp esarete alıştırılırlar; yöneticilerin iğrençliğini gizlemeyi amaçlayan ritüel uygulamalar ve dini dogmalar- la kafaları karışır; içleri kölelikle olduğu kadar hayranlık ve saygıyla da doldurulur.
3) Hükmetmenin “baş etkeni” fiziksel güç değildir, daha ziyade zincirleme bir etkidir: Yöneticinin kontrolü altında güvendiği beş ya da altı kişi vardır; onlar da 600’er kişiyi kontrol eder ve onlar da sonuçta toplam altı bin kişiyi kontrol eder. “Bütün bunların sonucu aslında ölümcüldür. Ve kim çileyi çözmek isterse karşısında altı bin kişi değil, bu kordon aracılığıyla tirana bağlı olan yüz bin, hatta milyonlarca kişi bulur. Homeros’a göre Jupiter bir zinciri çektiğinde tüm tanrıları kendine çekebilmekle böbürlenir” (78).
İnsanların niçin itaat ettiği sorusuna yönelik bir varsayım da Lysander Spooner’ın “bir oluşumun görünüşteki destekçileri” sınıflamasıdır: üçkâğıtçılar, kuklalar ve yönetimin kötülüğünü gören ama bundan nasıl kurtulacağını bilmeyen veya kişisel çıkarları nedeniyle buna teşebbüs etmeyen kişiler.
Anarşide böyle bir yanılsama yoktur, çünkü demokraside eksik olan kişisel özgürlüğe öncelik verilir. Özgürlük ve bireyselliğe ilgisi kesin olan demokraside dahi, herhangi bir yönetim sisteminde olduğu gibi, nihai öncelik gene de devletin korunmasındadır. Bir demokraside bir grup çekilmekle – ayrılmakla – tehdit ederse, itaate zorlamak ve “ayaklanmayı” bastırmak için nihai olarak başvurulacak “savaş önlemleri” her zaman mevcuttur. Özetlersek, anarşik rejim içinde düzen yaygın yaptırımlarla kurulur. Kendi kendine yetme, kendi kendini düzenleme ve kendini sınırlama ile korunur. Bu araçlar, sistemi daha iyi hale getirme ve oyunu asgari hileyle oynama arzusu kadar, korkuyla da işler.
Harold B. Barclay
Views: 23