Önceki bölümde tarif edilen hantal ekonomik organizasyon, bir siyasal tekniğin kurulmasını gerektirir. Başka hiçbir şey, ekonomik politikanın kararlarını yönetemez. Burada, devletin bir yön ve temel verebileceği ekonomik planlamadan bahsetmiyorum yalnızca. Ekonomik tekniğin tümü, şu ikilemle yüzyüzedir: ya, devletten yalnızca kendisini etkili kılabilecek o tasdiki alır ya da sırf bir soyutlama olarak kalmalıdır ki alıcısı olmayan bir tekliftir bu. Fakat, böyle asil bir büyük yapının bir soyutlama olarak kalabileceğine kim inanır ki? Her halükârda, müdahale etmekten daha iyisini istemeyen bir kurum vardır ki o da devlettir. Fakat bu durumda devletin kendisi teknikleşecektir.
Devletin Teknikle Buluşması
Kadim Teknikler. Devlet, teknikleri şu veya bu şekilde hep kullanmıştır. Yeni değildir bu. Ancak, devletin sınırlı işlevlerine tekabül eden tekniklere, o zamana dek yalnızca sınırlı alanlarda rastlanıyordu. Devlet tarafından Fransız Devrimi arifesinde kullanılan teknikleri kısaca ele alalım.
Her şeyden önce bir askeri teknik vardı. Bu teknik o zaman bile ileri bir sistemi temsil ediyordu. Pek çok açıdan büyük bir gelişme katetmişti ve geleneksel katılıkların gevşetilmesini içeriyordu. Mesela tahkimat sanatında ve her şeyden önce de taktikte büyük bir gelişme olmuştu. Lojistik, askere alma ve askeri hastaneler, hepsi bir gelişme yaşamıştı. Memoii’e sur le recrutement adlı çalışmamda, Le Tellier ve Louvois’un konu hakkındaki incelemelerinin başarısız kalıyor, çünkü sivil ve askeri idareyi birbirine karıştırıyor.
Lojistikte ve ilgili alanlarda Fransa en yüksek gelişmeyi göstermişti. Taktik, 18. yüzyılda olağanüstü bir atılım yaparak, Büyük Frederick yönetiminde son derece hassas bir tekniğe dönüştü. Frederick’in anlayışına göre, savaşlar belli hareketlerin yapılmasıyla, asgari çarpışma ve asgari asker kullanımıyla kazanılacaktı. Konum ve harekette yetenek, düşmanı mutlaka telsime götürecekti. Guglielmo Fercero’ya göre, araçlar ekonomisi ve neredeyse garanti başarı, o zaman bile çok gelişmiş bu tekniğin karakteristiklerindendi.
Bununla birlikte, halka dayalı orduları ve zorla kitlesel asker toplamayı getirmesi yoluyla Fransız Devrimi, taktik tekniğinde belirleyici bir gerilemeye yol açtı. Devrim’le birlikte taktikler, belirsizliğe gömüldü. Askeri strateji ve ilgili hizmetler gelişti, sayısız tekniği doğurdu. Fakat taktik bilimi atıl kaldı. Sonuçta, modern savaşlarda muazzam sayılarda insan kitleleri ve maddi araçlar kullanılmakta; çoğu kere belirsiz bir sonuç için feda edilmekte. Bunu telafi etmek için, tıp ve levazım hizmetlerinin emrinde, teknik gelişmeler sonucunda büyük bir verimlilikle işleyen çok geniş bir aygıt var. (Amerikan Ordusu 1944’te bunun en çarpıcı örneğiydi). Sözgelimi, büyük savaşların şimdiye kadar her yerde ayrılmaz parçası olmuş salgınlar, son iki savaşta kurbanlar doğurmadı -1918-19 yılı hariç. Bir bütün olarak ve çeşitli biçimleriyle askeri teknik, çok eski bir tekniği temsil etmekte; şu an için de tamamen devlet tarafından yerine getirilmekte, onun çalışanları tarafından tasarlanmaktadır.
Maliye işlevine tekabül eden bir maliye tekniği de aynı şekilde gelişmiş, Devrim dönemine gelindiğinde çok mesafe katetmiş görece yüksek bir gelişim göstermişti. Aslında tüm teknikler içinde maliye tekniği en süratle gelişendi. Artık daha fazla gelişmenin gerekli olmadığının düşünüldüğü bir aşamaya varılmıştı. Devlet burada da esas ittirici kuvvetti. 4. Philip, bir dizi maliye tekniği başlatmıştı ki bunlar 14. ila 16. yüzyıl arasında tamamlandı. Philip’in yenilikleri arasında çift girişli muhasebe, bütçe yönetimi ve tahmini, bütçe ile hazine hizmetlerinin ayrılması ve borç yönetimi teorisi vardı.
Ancak devlet, maliye teknikleri meselelerinde özel bir rol oynamadı. Aynı zamanda tüccar olan ve geliştirilmesine katkıda bulundukları bir ticaret tekniğini kendi hedefleri için kullanan finansörler vardı. Fakat devletin rolü özel olmamasına rağmen belirleyiciydi. Devletle bağlantılı olacaktır ki bu teknikler zirvelerine ulaştı. O zamana dek katedilmiş ilerlemeden sonra sistem daha fazla gelişmeden pek etkilenecek gibi görünmüyordu. Napolyon’un reformları belli önemsiz değişikliklerle ve düzensizleşmiş kimi özellikleri diriltmekle sınırlıydı. Genel olarak, mali teknik ne idiyse öyle kaldı. Nesneleri (vergiler) ile organların- (yönetimler) derinden altüst olduğu doğrudur. Ama, layıkıyla söylemek gerekirse, bu iki unsur maliye tekniğini temsil etmiyordu. Tekniğin kendisi de, rasyonel ve genel bir sistematizasyon bu alana nüfuz etmeye başlarken, bu yüzyılın başlarına kadar tatmin sağlamaya devam etti. Fakat teknik, hâlâ öylesine iyi tasarlanıyordu. İd değiştirmek çok zordu/zordur. Başka tekniklerle artık bağdaşmadığını, yavaşlatıcı bir etkisinin bulunduğunu herkes kabul ediyor. Fakat bizzat o direnç gücü mekanizmasının mükemmelliğini gösteriyor. Gerçek bir değişimin en azından iki gerekli koşulu vardır: maliyenin genel ekonomiye entegrasyonu ile kamu maliyesi kavramının dönüşümü. Şimdi karşı karşıya bulunduğumuz problemler bunlardır.
Adaletin işlemesi hızla bir hukuk tekniği doğurdu. Mali teknikten daha az kesin ve katıydı bu, çünkü ideolojik ve insani faktörler bunda hep önemli bir rol oynadı. Bu nedenle, hukuk tekniği bir bütün olarak hukuku ele geçiremedi. Roma döneminden sonra adalet ile teknik arasında belli bir çatışma devanı etti. İncelediğimiz dönemde de bu çatışma kemikleşmiş görünüyor. Bu sorunu tüm karmaşıklığıyla bilahare ele alacağım.
İdari işleve bir idari teknik uygun düşüyordu. Fakat bu teknik, sıraladığım ötekilerden daha az belirgin tanımlanmıştı. Hukuk ile hukuk tekniği arasındaki ilişkide olduğu gibi, insan unsuru nedeniyle idari teknik belirsiz bir dönemi temsil ediyordu. Tarihin seyri boyunca devlet hiçbir zaman isteklerini tekniklere dönüştüremedi, yani onları verimlileştiremedi. 14. Louis mutlak bir monark tarzını benimsedi ama tebasını kendi iradesine iyi tanımlanmış herhangi bir şekilde itaat ettirecek pratik araçlara sahip değildi. Ne polisi vardı ne de idari kadrolara sahipti. Tüm yapabildiği, birkaç kişiye baskı uygulamak, onlardan örnekler çıkarmaktı. Ancak terör, yalnızca istisnai bir teknik araçtır. Tüm Fransız idari sistemi, sırf ampirizme dayalıydı. Napolyon, idareyi rasyonel bir şekilde sistematize etmeyi ve teknik bir organ yaratmayı başardı. Ama etkin bir eylem sağlayacak bir araç hâlâ yoktu. Gerek maddi alt katmanların gerekse yöntemin yokluğunda nasıl olabilirdi, anlamak da zor. Maddi alt katmanların çok basit bit örneği, iletişim aracıdır. Paris’teki merkezi yönetimin emirlerinin Marsilya’ya ulaşması en azından sekiz gün sürerken teknikleşmiş bir idareye sahip olmak pek de mümkün değildi. Her tür yerel serbesti, bu gecikmelerce teşvik ediliyordu. Yönteme gelince, yönetilen insanlara ilişkin olarak idarenin nasıl davranması gerektiği bilinmiyordu. Yalnızca gücün sınırlanması biliniyordu; bu bile sadece ampirikti. Benzer şekilde, kendilerine itidalin uygulanacağı insanların seçimi, rasyonel bir özenle yapılmıyordu.
19.yüzyıl sonuna doğru çok daha teknik nitelikli organizasyon ve idari eylem kuralları ortaya çıkmaya başladı. Bunlar, idare hukukunun içeriğini oluşturdu. Kamu işlevi, merkezileşme ve ademi merkezileşme kavramları filan daha kesin çerçeveler kazanmaya başladı. Ancak bu kavramlar hâlâ sadece teorileri temsil ediyordu. Bununla birlikte buradan, büyük insan kitlelerinin varlığının gerektirdiği teknik gelişmeler çıktı. Ama bu teorilerin dikte ettiği eylemler hâlâ büyük bir tercih serbestisi sunuyordu. Tecrübe etmek sadece küçük bir ölçekte mümkün olduğu için gerçekte hangi yöntemin en etkin olduğu noktasında bir kesinlik yoktu. Bu teorik alanda, tüm tercihler ve tüm argümanlar hâlâ mümkündü. İdare hukuku, radikal ve tartışmasız biçimde hâlâ en iyi sistem değildi. Bu nedenle, 20. yüzyılın başlangıcında idari tekniğin henüz varolmadığı söylenebilir.
Son olarak, devlet, siyasi bir fonksiyon da icra ediyordu. Tüm diğer fonksiyonların kendisinde toplandığı, dış ve iç meselelere ilişkin genel bir istikamet işleviydi bu. Fakat Devrim arifesinde bu siyasi fonksiyon emekleme aşamasındaydı. Siyasi teknik denebilecek türden bir teknik yoktu; “gizli diplomasi’ye bir teknik elemek pek mümkün değildi. Politika, bir içişleri bakanının, bir büyükelçinin, bir millet meclisinin veya bir diktatörün kaprislerine göre yürütülüyordu. Kabiliyetten, kişisel yetenekten, özel ilgiden rutinden başka bir şey yoktu. Siyasal teoriler herhangi bir gerçekçi pratik uygulamaya hiçbir zaman yol açmadı. Yalnızca tarihsel durumların kötü kopyalarına ve metanetle katlanılmak zorunda kalınan siyasi durumlara yo- laçtı. Makyavelli’nin Prens’inden sıkça sözedilmesine rağmen, gerçek şu ki, 20. yüzyılın başlangıcına kadar hiç kimse o çalışmanın teknik sonuçlarını çıkarmadı. O zaman varolan, ellerinin altında dengeyi değiştirecek bir teknik bulunduğu için dahi insanların hasımlarını hep geçtikleri bir tür asli kaos idi. Bir siyasal tekniğin başlangıcı Lenin’in ortaya çıkışını beklemek zorundaydı. Lenin’in tekniği bile, pek çok açıdan, kendisinin sahip olmadığı belli başka tekniklere dayanmak zorundaydı. Örneğin, kitleler hakkında bilimsel bilgi elde etme teknikleri ile onlara uygulanabilecek eylem biçimleri, strateji teknikleri ve küresel bir ölçekte sosyal teknikler. Tüm bunlar ancak bugün tasarlanma sürecindedir.
Devletin en önemli teknik faaliyeti, 20. yüzyılın başına kadar tamamen ampirik kaldı. Devlet yine de incelediğimiz diğer tekniklerden belli bir kısmını devreye soktu. Bununla birlikte, devletin kullandığı tekniklerin bir ortak özelliği vardı: hepsi, gerek amaçlan gerekse araçları açısından sınırlıydı. Özel sorunlara gönderme yapıyor, bu özel durumların çerçevesi ötesine geçmiyordu. Ayrıca, sadece koordine ediliyor, arasıra uygulanıyordu. Yine de, muazzam devlet faaliyetleri alanında, bir ölçüde kalıcılık sunan belli teknikleşmiş noktalar vardı. Bunlar kendi aralarında hangi gerçek ilişkiyi sürdürüyorlardıysa, bu ilişki, hepsinde ortak olan organizma, yani devlet tarafından şekilleniyordu.
Yeni Teknikler. Devletin çok geçmeden başka tekniklerle de temasa geçmesi mukadderdi. 18. yüzyılın sonundan beri devlet tüm tekniklerle, sonunda da teknik olgusunun kendisiyle karşılaşmıştır. Siyasi, sosyal ve insani açılardan devlet ile tekniğin bu kesişmesi, tarihin uzak ara en önemli olgusudur. Bu gerçeği, bilebildiğim kadarıyla, şimdiye kadar kimsenin vurgulamamış olduğunu görmek şaşırtıcı. Dikkatimizi hâlâ, dönemsel önemi dışında bir değeri olmayan siyasal teorilere ya da partilere vermemizde, bununla birlikte modern siyasal olayların bütünlüğünü açıklayan, toplumumuzun Marks’ın (teknik gerçeğiyle aşina değildi o) veya maneviyatçı bir teorinin zahmetli dirilişinden çok daha emin biçimde izlediği hattı gösteren teknik gerçeğini bypass edişimiz de aynı şekilde şaşırtıcı. Bu sözüm ona “açıklamalar” sırf ütopyadır ve ütopyalar geliştikçe onlar da gelişirler.
Teknik olgusundan bu habersizlik, belki de, bizi hep geçmişte yaşatan, bugünü de anlamadan açıklayan inatçı gelenekselcikten kaynaklanıyor. Bu nedenle, toplumsal olayları idrakimiz yarım yüzyıllık bir gecikmeye tabi. Ya da belki bilinçsiz bir gerilemeden kaynaklanıyor olabilir. Kaldırmamızın çok zor olduğu veya hacmi anlayışımız için çok büyük olan şeyleri açıkçası görmeyeceğiz. Durum ne olursa olsun, Max Glass gibi siyasal düşünürlerin bugünün gerçeklerini yüzyıl başına giden kavramlar marifetiyle yorumlamaları çarpıcıdır. ‘Teknik barbarizm”den bahsediyorlar; ama bu gibi kavramların gerçek hiçbir şeyi temsil etmediğini ve bu alandaki barbarizm kavramının da sadece 1900’lerin çökmüş toplumundan çıkabileceğini hesaba katmıyorlar. Bu tür gelenekselciliği terk edersek, doğruca, daha fazla bir özü olmayan abartılı bir metafiziğe -Cizvit Papazı Teillard de Chardin’inki gibi- dalarız.
O halde, bu yüzyılda devletin teknik olgusuyla geleneksel çerçeveden çok daha farklı bir çerçevede karşılaştığını kabul ediyoruz. Bu karşılaşma nasıl gerçekleşti? Çok sayıda nedeni var bunun. Fikirlerin yayılması, demografı, milliyetçilik ve sömürgecilik maliyenin devlete etkisi gibi genel nedenleri ele almayacağız. Tüm bu faktörler iyi biliniyor, sayısız ders kitabında da ele almıyor. Burada dikkatimizi teknikle doğrudan ilişki içerisinde bulunan nedenlere vereceğiz.
Birinci neden, eskiden sadece bireylerin kullandığı tekniklerin önceden devletin hiç nüfuz etmediği alanlara yayılmasıdır. Bu teknikler arasında ulaşım, eğitim, yoksullara yardım, ve hatta manevi teknikler (“de Propaganda Fide” Cemaatinin veya St. Ignatius Loyola’nm temsil ettiği) de vardı. Bu tekniklerin kullanımının iki etkisi vardı. Bir yandan, daha açık ve daha farklı sonuçlar doğurdular ve devletin dikkatini çektiler. Diğer yandan da uygulandıkları faaliyet alanının önemli ölçüde genişlemesini sağladılar. Örneğin, insan kitlelerine ulaşabildiler. Fakat kitleler üzerinde etkili biçimde çalışılabileceklerini kanıtladıkları an tümüyle özel olmaktan çıktılar. Devlet artık ilgisiz kalamazdı.
Pont des Arts’da eğitim birkaç erkek öğretmen tarafından verildiğinde yalnızca bir elin parmakları kadar öğrenci vardı. Ancak, organizasyon tekniği ile pedagoji üniversitenin kurulmasını sağladığında devletin dikkati bu çok daha büyük olgu tarafından çekildi. Doğrudan ilgili olmamak devlet için mümkün değildi; özellikle de 18. yüzyılda Jean-Babtiste de la Salle gibi belli papazlar tüm çocuklara doğrudan yöneltilebilecek yeni bir pedagoji sayesinde eğitimi ücretsiz ve mecburi yapmaya çalıştıklarında.
Bir başka şekilde ifade etmek gerekirse, kitlelere uygulanabilir olmalarından dolayı bu teknikler, bireylere kendi faaliyet alanlarını özelden kamusala dönüştürme imkanı sağlamaktadır. Bu teknikler, tam bu amaç için tasarlanmış görünüyordu. Etkileri, arttığı ölçüde de devletin kendisiyle temasa geçmeleri gerekiyordu, zira devlet gücünün temel ilkeleriyle çatışıyorlardı. Her halükârda, bu teknikleri tedricen geliştirmiş olan özel kişiler, tekniklerin her bireyin imkanlarını aşmaya başlaması nedeniyle onları kullanamaz duruma geldiler. Devlete müracaat edilmediği zaman, tekniklerin kullanımı için devletin kendisi kadar büyük ve güçlü organizmalar kurmak gerekliydi. Sonuçta, tröstler ve şirketler, teknik aygıt tarafından gerçeklileştirildi. Bu, refahın bireyle orantısızlaşmasından, bundan dolayı da soyutlaşmasından sonra kâr güdüsünün olmadığı durumda bile gerçekleşti. Devletin veya şirketin temel amacı, bu teknikleri kullanımı yoluyla bireyi soymak, yağmalamak bile olabiliyordu. Bunun başka türlü de olamayacağını tekrar ediyorum. İleri doğru belli bir gelişmeden her teknik insanın kolektifliğini ilgilendirir.
Atom enerjisi gibi etkin araçları gerçekten özel ellere bırakmak bugün bizim için tasavvur edilemez bir şeydir. 1949’da ABD Kongresi’ne, atom enerjisinin araştırılması ve üretiminin kamusal alanda olması gerektiği gerçeğini vurgulayan bir rapor sunuldu. Aynı şekilde, bir yurttaşın emrindeki radyoya dünya ölçeğinde bir ajitasyon kampanyası yürütmek için sahip olduğunu düşünmek de mümkün değil. Doğrudan devlet kontrolünde olsun, özel ellerde olsun her ülkede radyo en azından devletin gözetimi altındadır. Devlet ne kadar liberal olursa olsun, sırf teknik ilerleme gerçeği ile gücünü mümkün olan her şekilde yaymaya mecbur olur.
Teknik ile devletin iç içeliğinin ikinci nedeni, birincisiyle doğrudan ilgilidir. Tekniklerin uygulanmasının son derece pahalı olmasıdır bu neden. Hangi alanı incelersek inceleyelim, ne kadar yoğun olursa olsun bireysel veya aile sermayesinin teknik icaplara cevap vermesinin giderek imkansızlaştığını görürüz. Nükleer fizikte modem araştırmalar, faturayı devletin ödemesini öngörür. Özel hiçbir şahıs, siklotronların ve yardımcı aygıtlarının maliyetini kaldıramaz. Bir kere belli bir teknik ilerleme kaydedilince devamlı gelişmeler, öylesine karmaşık ve büyük bir alet kullanmaya yol açar ki bireyin maliyet rakamlarının yanma yaklaşması imkansızlaşır. Tüm teknik çılanlarda şu an varolan maliyet artışının, yalan dönemler dahil, tarihte eşine rastlanmamışta-. Halk, streptomisin gibi yeni keşfedilmiş kimi ilaçların maliyeti sayesinde bunu kısmen anlamıştır. Fakat halk, diğer maliyet rakamlarının büyüklüğünü göremez. Örneğin, bir B-17 bombardıman uçağında (daha büyük ticari yolcu uçaklarıyla mukayese edilebilir) bir saatlik bir uçuşun maliyeti 1944 yılında 60.000 franktı. B-17’nin yerini alan B-36’nin saatlik uçuş maliyeti 1950’de 400.000 franktı. Makinelerin kendisinde karşılaştırılabilirdir maliyet artışı söz konusudur. B-17’nin maliyeti 120 milyon frankken, B-36’nınki 1 milyar 600 milyon franktı. 1951’de resmen kabul edilen bu maliyet fiyatları çok çok aşıldı. Sonuçta, hava kuvvetlerine katıldığı gün bir B-52’nin maliyeti 40 milyar franktı. Benzer bir maliyet artışı tüm teknikler için geçerlidir. Belirtilen fiyatlar, son teknik gelişmelerle donanan ticari havacılık için de aynen geçerlidir. Bu maliyetleri karşılayabilecek özel şirketler artık yok. Bir modem çelik fabrikasındaki bir eritme ocağı 8 milyar franka mal oluyor; bir sıcak hadde fabrikası 12 milyar franka çıkıyor. Yılda bir milyon ton çelik üretme kapasitesine sahip bir fabrika komple 125 milyar franklı bir temel yatırımı gerektiriyor. Özel teşebbüsün yetersiz kaynaklarını tamamlamak için sübvansiyonlar yoluyla devlete müracaat etmemek mümkün değil. Bunun alternatifinden bahsetmiş bulunuyoruz: teknik gelişmede özel kapitalizme eşlik eden bir yavaşlama. Böyle bir yavaşlama hoş görülemez sayılır ve çok uzun da süremez.
Sorunun “devletleştirme” tartışmalarıyla bir ilgisi yok. Devletin teknikleri özel girişimden “daha az ehliyetle” uyguladığı veya “para israf ettiği” suçlamasıyla da çok alakası yok. Burada vurguladığım şey, bireysel kapitalizme yönelik temel tehlikenin şu veya bu teori değil, teknik gelişme olduğudur. Bir başka örnek vermek gerekirse, şehir planlama teknikleri geliştikçe bu tekniklerin daha geniş ve kesin kentsel araştırmalara, acil yeniden yapılanma planlarına, ve yeni, tamamen vazgeçilmez bir şehir anlayışına yol açacakları açıktır. Bu planlan ilelebet kağıt üzerinde tasarlamak imkansızdır; bir tekniğin uygulanması gerekir. Tek soru şudur: kim uygulayacak?
Elektrik şebekeleri bir müddet için birbirlerinden bağımsız kalabilirler. Ancak bu durumun hiç de küçümsenemeyecek büyüklükte genel maliyet artışına, hatların istikametlerini ayarlamada güçlüklere ve hatta elektrik tekniğinde genel güçlüklere yol açtığı görüldüğünde uzun süremez. Elektrik şebekelerinin birbirlerine bağlanması tüm teknik insanlar tarafından istenmektedir. Yine, tek soru şudur: bunları kim yerine getirecektir? Hemen görülür ki yalnızca devlet bunu yapabilecek konumdadır. Sadece bir tek ülkenin iç hatları değil de birkaç devletin hatlarının birbirine bağlanması sözkonusu olduğunda mesele çok daha belirgindir. (Uluslararası bir Avrupa ağı şimdiden tasarlanmaktadır) .
İlgi alanı ne olursa olsun, teknik çözümler isteyen ama boyutlarının çok büyük olması nedeniyle özel girişimin çözemeyeceği sorunlar ortaya çıkmaktadır. Sözgelimi, su kaynaklarının ve kent atmosferinin kirlenmesi. Tüm bir kent yaşamını tehdit edecek boyutlara ulaşmış olan bu olgular tamamen teknik kökenlidir. Eğer çözülebilirse, yalnızca sert ve otoriter genel kontrol tedbirleri bu sorunları çözebilir. Yani, diktatöryal devlet davranışına müracaat etmek kaçınılmazdır. Bu sorunların hepsi özel şahısların gücünü aşmaktadır. Bir kere belli bir derece geliştikten sonra teknik, gerek finans gerekse güç açısından sadece devletin çözebileceği sorunlar doğurur.
Devlet ile tekniğin iç içeliğinin üçüncü nedeni, devletin rolü ve bu rolüne ilişkin devletin anlayışındaki dönüşümdür. Devlet, artan biçimde yaygın ve sayıca fazla faaliyet üstlenmektedir. Kendisini, ulusa emirler verecek konumda saymaktadır. Ulusal yaşamı üstlenmekte, ulus-devlete dönüşmektedir. Ulus-devlet olgusu, bir dizi şartın kesişmesi sonucunda ortaya çıkmıştır ki bunların ayrıntısına girmeye burada gerek yok. Önce, sadece, devletin ulusal yaşamı organize etmeye ve onun çeşitli kolektivitelerini yönetmeye çalıştığım kaydedelim. Bunun sebebi, çoğu kere, doğal toplulukların kaybolması ve yenilerinin oluşturulmasının gerekli olmasıdır. İkinci olarak, devlet “bireyselci” toplumu yerleştirmeye, insanın özel hayatına maddi olarak artık kendi işlerini yönetemeyeceği gerekçesiyle nüfuz etmeye çalışır. Son olarak, gerek sosyalist gerekse sosyalist olmayan tüm teoriler etkilidirler. Ancak nitelikleri ne olursa olsun, daha fazla adalet ve eşitlik sağlamak için hepsi devlete yönelirler. Tüm bu hallerde devlet, eskiden özel grupların alanı olan işlevler üstlenmektedir. Bu işlevleri yerine getirirken de devlet, o zamana dek bireylerin kullandığı tekniklerle karşılaşır.
Örneğin devlet eğitimi üstlendiğinde aslında özel kişilerce geliştirilmiş iki teknik sorunla karşılaşır: bütün bir eğitim organizasyonu ve pedagoji. Herhangi bir faaliyeti üstlenirken devlet o faaliyetin teknikleriyle karşılaşır, kendi teknik potansiyelinin bu sayede artığını görür. Potansiyelin artması, karşılıklı olarak devleti teknikle yakın bir ilişkiye sokar. Bu ilişki başka hiçbir alanda ekonomi alanında olduğu kadar açık değildir. Devlet kendini üretici ve tüketici olarak kurduğunda bireyler tarafından istismar edilmeye dayalı eski alana girer. Geniş çerçevesini çizip üzerine yoğunlaşmış bulunduğumuz tüm bir teknik sis¬temle karşı karşıya gelir. Fakat temel olarak devlet, gelişimini incelemiş olduğumuz üretken ve ekonomik teknikler bu tür faaliyeti kaçınılmazlaştırdığı için bu alana girmektedir. Yani çift taraflı bir durum söz konusudur. Teknik gelişme kaçınılmaz biçimde ekonomi dünyasına devlet müdahalesini doğurmakta; buna karşılık, devlet müdahale ettiğinde daha fazla geliştirdiği bir teknik aygıt bulmaktadır.
Ulus-devleti, üç aşağı beş yukarı ekonomi doğurur. Alternatif açıklamalar -politik ve entelektüel- mesela faşist devletin oluşumu için sunulmaktadır. Ancak bu olgunun en derin deneni İtalya ve Almanya’nın kendilerini içinde buldukları ekonomik açmazdı. Ulus-devlet, temelde, ekonomik gelişmenin durmasına bir tepkiydi. Başka nedensel faktörlerin de olduğu açık, ama biz merkezi nedeni bulma gayreti içindeyiz. Toplumun tümünün tüm şubeleriyle ekonomik harekete adapte olması meselesi tek başına ekonomi tarafından çözülemez. Teknik bir sorundur bu. Muazzam üretken kapasitesiyle, ticaret hacmiyle, toplumun seferber edilmesiyle ve uygulanmak için can atan teknikleriyle ekonomi, artık kapalı bir çember, diğer faaliyetler arasında bir tek faaliyet değildir. Toplumun tamamının ve içindeki tüm insanların hayatıyla ilgilidir.
Ekonomik sorunlar, artık tüm toplumun sorunlarıdır. Ekonomiyle diğer tüm insan faaliyetleri arasındaki ilişki artık sadece ampirik olamaz. Liberalizm, bir buçuk asır öncesinin ekonomisi için yeterli geliyordu. Bugünse bir anlamı yok. Hiçbir ekonomik teori ebediyen geçerli değildir; her devir kendi teorisini ister. Toplumun ekonomiye adaptasyonu meselesi (ki mesele, bu anlamda konulmalıdır; tersi, yani geleneksel anlamında değil) bir teknik meseledir. Yani sorunun yalnızca belli bir düzenlemeyle, toplumsal aygıtın ve sosyal mekanizmaların aracılığıyla çözümü vardır. Toplum tümünü hedef alan, amaç ve yöntemlerin bilincinde, adapte edici bir müdahaleyi varsayar bu. Hiçbir şeyin sınırlamadığı, tüm araçlara sahip bir üstün güç yalnızca bu adaptasyona geçebilecek konumdadır. Tüm araçların devlet tarafından seferber edilişini getirecek olan da budur. Günümüzde, incelediğimiz diğer faktörlerin gerektirdiği devlet ile tekniklerin karşılaşmasını tamamlamaktadır bu.
Views: 53