Anarşik rejimlere dair incelememizde gördüğümüz gibi, tiranlık ve yönetimin tohumları pek çok liderin icrasında gözlemlenebilir. Tiv, Lugbara ve diğer Afrika rejimlerinde, aynen Avustralyalılarda olduğu gibi, Yaşlı Adam’ın olası tiranlığını görürüz. Ataerkil sistemin belli bir rasyonalitesinin olduğu ileri sürülebilir; zira bu sistem içinde, en uzun yaşamış olan, dolayısıyla en fazla tecrübeye ve aynı zamanda atalarının bilgeliğini öğrenmek için en fazla fırsata sahip olduğu varsayılan yaşlılar öne çıkar. Fakat “yaşlı” statüsündeki herkesin otomatik olarak her zaman üstün olduğunu varsaymakta bir irrasyonalite vardır.
Yaşlı adam fenomeni tek başına bir hanedanlık olarak elit bir güç grubunu sürdüremez. Bir adam yaşlı biri olarak güç sahibi olabilir ve bu gücü kısa bir dönem için, diyelim birkaç yıl boyunca muhafaza eder; bu süre içinde ona tabi olan yeni kişiler bulması lazımdır. Aslında Tivler gibi yaşa bağlı mertebelerin olduğu bir toplumda, bir adam ancak on yıllık kısa bir süre için liderlik iddiasında bulunabilir; daha sonra emekliye ayrılmak ve kendisine tabi olan kişilerin lider olduğunu gördüğü bir sosyal ortamda yaşamak zorundadır. Bu anarşik ortamda ataerkilliğin yönetime yol açmamasının bir diğer sebebi, tüm sistemin akrabalık bağlarına dayanmasıdır. Patriarklar veya yaşlılar her zaman için bir sülalenin dedesi konumundadırlar. Kişi baba tarafından akrabalık terimleriyle hitap etmediği kişilere itaat etmekle yükümlü değildir.
Devletin gelişim tohumu Büyük Adam’ın rolünde çok daha verimli bir toprak bulabilir kendine. Yeni Gine’de bu lider, bazı durumlarda hükmedebileceği bir çevreye sahiptir. Mair, devletin temelini, bir lidere bağımlı ve ona sadık bir çevrenin ortaya çıkması şeklindeki bu gelişimde bulur. Biraz farklı bir durum Inuitler’deki, kendi fiziksel gücü ya da korkulan doğaüstü güçleri ile topluluğa hükmedebilen kişinin durumu için geçerlidir.
Büyük Adam örneğinde anarşi tiranlığa dönüşebilir. Bazı durumlar yönetime dayanan bir devlet sistemi oluşturma yönünde başarısız bir çaba olarak görülebilir. Her zaman için başarısız olunur, çünkü topluluk içinde otoriteye karşı çelişik duygular vardır, dolayısıyla otorite kurulabilse bile hep isyanı esinler ve kabadayılık etmek isteyen Büyük Adam genelde öldürülür. Böylece durum başsız, daha da anarşik bir konuma dönüşür. Ayrıca, bir veraset modeli oluşturmanın ve böylece bir hanedanlık kurmanın emsali yoktur. Yeni Gine’de ve diğer sistemlerde Büyük Adam türü liderlik modellerinin kalıcı devletlere dönüşmediği açıktır, çünkü bunun için yeterli ekonomik, teknolojik ve örgütsel temel yoktur. Yeni Gine Büyük Adam’ı kendisine bağlı olanların üretkenlik kapasitesiyle sınırlıdır; bu kapasite de daha karmaşık bir teknoloji olmadığı için sınırlıdır. Hiç kimse geniş toprakları eldeki oldukça basit iletişim ve ulaşım yöntemleriyle kontrol etmeyi umamaz. Aynı zamanda Büyük Adam’ın gücü yalnızca kişisel ilişkiler ağıyla korunur ve genişler. Onun topraklarını muhafaza edecek sadık bir bürokratik örgütlenme yoktur. Kral ile Büyük Adam arasındaki fark çok temeldir: Krallar haraç alırlar ve itaat görürler; Büyük Adam ise göreceği desteğe bel bağlamak zorundadır (Schneider, 207). “Devlet, daha doğrusu monarşi, yönetimin evriminde bir aşama değildir; diğer ucunda sadece Büyük Adam’ı kapsayan devletsiz toplumların bulunduğu yelpazenin öteki ucundaki noktadır” (Schneider 207).
Ifugaolar içindeki liderler başka tür bir Büyük Adam’ı temsil eder. Arabuluculuk rolleri kapsamında, ihtilaf halindeki tarafları uzlaştırmak için emretme hakkına sahiptirler, çünkü ellerinde şiddet tehdidi vardır. Dolayısıyla burada en sınırlı haliyle yönetimin tesis edildiği söylenebilir.
Clastres devletin “şef ” rolünden doğmuş olamayacağına inanır, fakat bu görüş üzerinde bazı değişiklikler yapılması gerekir. Öncelikle, devletin merkezcil liderliğin niteliklerine uyan örneklerde ortaya çıkma ihtimali daha azdır. Burada ortaya çıkmamasının sebebi topluluğun şefi kısıtlama konusunda uyanık olmasıdır. Öte yandan Anuak köy şefi, belli koşullarda otoritesini bariz şekilde genişletebilen türdeki lidere bir örnektir. İkinci olarak, Pigmelerde karakterize olan türde anarşik liderlik, devletin gelişimine daha da az uygundur. Bunun sebebi sadece topluluğun otorite uygulama çabalarına kötü gözle bakması değil, aynı zamanda bireylerin liderliğin saldırgan ifadesinden kaçınmaya koşullanmış olmasıdır. Üçüncü olarak, kalıcı bir kurum olarak devletin, tam da biraz önce sıraladığımız sebeplerden dolayı, Yeni Gine’deki gibi merkezkaç sistemlerde ortaya çıkmasının önünde bazı güçlükler vardır. Diğer yandan, yönetimle ilgili bir kurumun, Ifugaolardaki gibi belli arabuluculuk rolleriyle bağlantı içinde ortaya çıkması daha olasıdır. Fakat bu açıdan Kutsal Adam’ın rolü de önem taşır. Clastres bunları merkezcil tarzdaki şeflerden farklı görür ve yönetimin ortaya çıkma ihtimalini Güney Amerika’nın Guarani yerlileri arasındaki yalvaç rolüne atfeder.
Hocart en erken yönetimsel fonksiyonları ayin görevlilerine atfeder. Bunların bazıları zaman içinde, işgücündeki artan uzmanlaşma sürecinin bir parçası olarak, tam anlamıyla birer devlet yöneticisi halini almışlardır. Marksist teoride, iktidar, esasen ya da münhasıran, üretim araçlarının kontrolünden ve zenginliğin dağılımından, yani ekonomik faktörlerden kaynaklanır. Gene de bilgiden –genellikle de “dini” türdeki bilgiden – gelen gücün, en azından küçük toplumların dinamikleri açısından hayli önem taşıdığı açıktır. Avustralyalı lider gücünü ezoterik ayin bilgisi üzerindeki kontrolünden alırken, Inuit şaman şifa tekniklerinden ve karanlık sanatları kullanabilmesinden alır. Nuerlerin leopar derili şefinin lanetleme gücü vardır, tıpkı Lugbaralardaki ihtiyarlar ve yağmur yağdıran gibi. Anuaklarda şefin rolünün temeli ve meşruiyeti, ritüel ve doğaüstü öneminde yatmaktadır. Ekonomik faktörlerin gücün yegâne kaynağı olması zordur. Aslında, biz bu durumu kapitalist mülk sahiplerinin tüm gücü elinde bulundura- madığı modern toplum içinde de görüyoruz. Teknikerler ve diğer uzmanlar da, ekonomik zenginlikleri değil, bilgileri sebebiyle güç sahibidir. Anarşik rejimlerde, bilgi sahibi olan görevlilerin, en azından yasalara oldukça yakın yaptırımlara başvurma yetkisine sahip olduğunu gördük. Hemen yukarıda Ifugao örneğinde gördüğümüz gibi, Nuer ve Lugbara örnekleri de, yönetimin tohumlarının ilk olarak, bir yargıçlık işlevine dönüşen arabulucu rolünde ortaya çıktığını düşündürür. Bu yargıçlık rolü aynı za- manda polis benzeri güçlere de sahiptir. Farklı ve ayrı bir polis gücünün daha sonra ortaya çıkan bir gelişme olduğunu öne sürebiliriz.
Çok sayıda yazar, devletin sosyal farklılaşma ve artan sosyal karmaşıklık ile ortaya çıktığında hemfikirdir. Böyle görüşler genelde zımni olarak, devletin tamamlayıcı bir araç olarak elzem olduğunu ileri sürer. Bu açıkça Wittfogel’in tezidir. Wittfogel devletin kökenine dair sulama sistemlerine dayanan teorisinde, devletin doğuşunu bu sistemlerin yaygın gelişimine bağlar. Yaygın sulama sistemlerinin gelişimi koordinasyon gerektirir ve devlet büyük bir koordinatördür. İster sulama işleri olsun (örneğin Ifugaolar), isterse uluslararası posta sistemi, karmaşık sosyal düzenlemelerin devletin alanı içinde koordine edildiğini gösteren çok fazla veri toplanmıştır. Fakat, devletin sürekli olarak hayli karmaşık sosyal düzenlemelerle bağlantı içinde olması, bunun ille böyle olması gerektiği veya böyle olacağı anlamını taşımaz.
Başka yazarların yanı sıra Oppenheimer de devletin fetihler sonucunda ortaya çıktığını ileri sürer. Bir grubun büyüyüp diğerini fethetmesi, hakimiyeti sürdürmeyi amaçlayan bir organın ortaya çıkmasına neden olmuştur. Devletin kökenine dair fetih teorisinin en büyük handikapı, bir grubun savaşabilmek için zaten devlet halini almış olmasıdır. Oppenheimer’in sunduğu örnekler, yayılmaya başlamadan önce devletleşmiş sosyal oluşumlardır.
Anarşik rejimlerde düşmanlıklar kendini savaşla değil, kavga ve husumetle ifade eder. Bunlara kavga denmesinin sebebi asıl olarak, gerçek savaşın emir komuta zincirine bağlı, düşmana boyun eğdirmeyi ve onun topraklarını fethetmeyi hedefleyen bir ordu örgütlenmesi gerektirmesidir. İncelediğimiz bu toplumlardan bazılarının yönetimsel örgütlenmelerin tohumlarını taşıdığı açıktır, fakat hiçbiri gerçek anlamda ne savaşa girmiştir ne de fethe kalkışmıştır. Başka bir deyişle, belki de fetih için gereken gerçek savaşa girmek için olmazsa olmaz bir önkoşulu başka tür bir yönetimsel yapıdır. En azından, yeni tebaayı idare etmek için idari bir sistemin temel unsurları gerekir. Fakat aynı zamanda Oppenheimer’in teorisinde gerçek payı vardır; savaş ve fetih devletin gelişimini teşvik ettiği gibi, idari hiyerarşinin daha incelikli bir hal almasına da yardım eder. En iyisi devlet ile fethi, birbirine “geri besleme” yapan, birbirine bağlı fenomenler olarak görmektir.
Devletin gelişimine dair bir başka açıklama toplum içi çatışmalara dayanır. Marksist sınıf çatışması kuramı böyle teorilerin en dikkate değeridir. Bu kuramlar, ekonomik açıdan hakim bir sınıfın olduğu yerde bir devletin bulunduğunu ve devletin olma- dığı yerde sınıfsız bir sistemin bulunduğunu ileri sürer. Marksist teori mülkiyet birikimini devletin gelişimiyle birlikte tanımlar. Böyle bir ilişkiyi anarşistler de kurar. Hem Kropotkin hem Bakunin kapitalizmin – özel mülkiyetin – lağvedilmesinin, anarşist bir toplumun inşası için önkoşul olduğuna inanır. Bununla birlikte Proudhon, diğerlerini sindirmek, onları sömürmek ve boyun eğdirmek için kullanılan özel mülkiyetin aslında “hırsızlık” olduğunu ve anarşi ile uyuşmadığını, fakat böyle kullanılmayan bireysel mülkiyetin öyle olmadığını düşünür. Anarşik rejimlere dair yaptığımız bu inceleme Proudhon’un görüşünü destekler niteliktedir. İncelediğimiz toplumlar önemli kaynaklara şahsen sahip olunmasını kabul etmekte ve bu kaynaklar sık sık bağımlı kişilerden bir çevre yaratmak için kullanılmaktadır. Başkaları üzerinde ekonomik kontrol kazanma kaygısında olmayan diğer anarşik rejimlerdeki liderlerden daha tiranca bir karaktere sahip olan Yeni Gine’nin Büyük Adam’ı bunun iyi bir örneğidir.14
Marksist Barry Hindiss ve Paul Hirst “primitif ve gelişmiş komünist üretim modellerinde” devletin olmadığını, çünkü sınıfların bulunmadığını ileri sürerler. Böyle bir bakış açısı, bürokratik-idari elitin bir sınıf olarak varlığını göz ardı eder ve böylece Marksist teorinin zayıf yönlerinden birini gizler. Yani, mülkiyet sahibi olmayan kişiler olarak bürokratlar bir sosyal sınıf olarak görülmezler ve üzerinde durulmaya değer bulunmazlar. Fakat onlar gene de toplumun güçlüler ve güçsüzler olarak bölünmesini sürdürecek iktidar sahibi bir sosyal güçtürler. Böyle gözlemler devletin kökeniyle ilgili sınıf teorisinin yanlışlığını göstermeyi hedeflemez. Daha ziyade amaç bu teorinin zaman zaman içine düştüğü mutlaklık ve dogmatizmi sorgulamaktır. Ne yönetim ne de sosyal sınıf diğeri ortaya çıkmadan zuhur edebilir. Eski İzlanda örneği, sosyal sınıfların devlet olmaksızın mevcut olabileceğini göstermektedir, ama bu durum çok uzun sürmemiştir. Bir tür proto-devlet olan yerel reisle sınırlı yönetimsel işlevler yönetici sınıf gerektirmez. Fakat yönetimiyle tam olarak oluşmuş bir devlet geniş bir alan ve büyük bir nüfus gerektirir. Kontrolü ve toplumun zenginliğini elinde tu- tanlar ise elbette yönetici sınıfın parçası olacaktır.
Devletsiz toplumlarda liderler sık sık, zaten mevcut olan ulus-devletlerle temaslar sonucu yönetim [hükümet] görevlilerine dönüşürler. Yukarıda belirtildiği üzere, Çin’in kuzey sınırında yaşayan insanlar, önde gelen kişilerinin, özellikle ticari faaliyetlerde oynadığı arabuluculuk rolü sonucunda devletler oluşturmuşlardır. Afgan kabilelerinde nüfuzlu kişilere kendi halkları ile komşu devletlerarasında irtibat görevi atfedilir. Yönetimsel otoritenin tuzakları artan bir şekilde birikerek devletlerin oluşmasına yardım eder. Benzer şekilde, Avrupalı sömürgeci güçler devletsiz toplumlarla temasları sırasında topraklarını büyütürken belli kişileri “kabile”nin “şef ”i olarak kabul etmiş ve onlara resmi iktidar konumları atfetmişlerdir. Böylece devletsiz toplumlar ya devletle- re dönüşmüş veya mevcut devletlerin içinde erimişlerdir.
Burada sunulan, ilgili örneklere dair tüm malzeme, büyük oranda yönetimin ve sosyal sınıfın sadece ilkel formlarını sergileyen toplumlarla ilgilidir. O halde, devlet gelişiminin en erken evresi denebilecek durumda, sosyal değişimin birbirinden farklı yollarının olduğu farz edilebilir. Ronald Cohen şöyle yazmaktadır: “… (D)evlet oluşumu olgusunu açıklayan bariz ya da basit bir nedensel açıklamalar dizisi yoktur… Devletlerin oluşumunda, etkileşimler huni benzeri bir yol izler; değişimin farklı belirleyicilerine tepki veren çeşitli devlet-öncesi sistemler, başka türlü çözümlenemeyecek olan çatışmalar tarafından, fazladan, daha karmaşık siyasi hiyerarşi seviyeleri benimsemeye zorlanır.” Bu noktaya bir kez ulaşıldığında erken devlet biçimlerine doğru bir yoğunlaşma görülür (142). Fakat devlet oluşumunun başlangıcında, sosyal sınıf ile yönetimin karşılıklı bağımlılık içinde geliştiği açıkça görülür; bu gelişme, elit sınıfın varlığını sürdürebilmesinin araçlarını sağlayabilecek bir ekonomiye bağlıdır. Hiyerarşi, boyun eğme ve haraç tam olarak gelişmiş bir devletin karakteristiğidir ve toplum bu konudaki “sözleşmeyi yerine getirmek” için gereken ekonomik ve diğer türlü araçlara sahip olana dek söz konusu karakteristikler tam olarak ortaya çıkmaz.
Devlet oluşumunun çok daha temel içeriği, liderlik edenle edilen arasındaki ayrımın ve bireysel güç istencinin ortaya çıkışıdır. Bu temel unsurların, devlete doğru yönelirken daha fazla olgunlaşabilmesi için farklı yollar olabildiğini gördük. Dolayısıyla liderler, arabulucu olarak kabiliyetleriyle, hukuki yaptırımları dayatmak üzere ilk başta muhtemelen kısıtlı bir alanda otorite kazanıp, daha sonra kontrol alanlarını daha da genişletebilirler. Diğer tür liderler, güç kullanımlarını meşrulaştıran tabi kişilerden sadık bir çevre oluşturabilirler. Bu örneklerde zenginlik ve bilgi, bir kişinin yönetici olarak güvenilirliğini sağlamak için önemli temellerdir. Erkek birliklerine yönetimsel fonksiyonlar yüklenebilir ve eğer bunlar yaş mertebelerinin elindeyse sistemin daha demokratik olmasını umabiliriz. Bazı örneklerde, mesela Yeni Gine’dekilerde, devletçilik tohumlarının ekildiğini, ancak bu tohumların hiçbir zaman tam anlamıyla yeşermediğini gördük. Diğerlerinde, mesela Tiv ve Ibolarda, olası en kısıtlı büyüme görülür; devletin en basit adımlarının atıldığı anormal bir durum vardır. Devlet gelişimi, lider ile yön gösterilen arasındaki ayrımın, yöneten ile yönetilen arasındaki ayrıma dönüştüğü sinsi ve incelikli bir süreç olabilir. Anarşik rejimlere baktığımızda, en iyi ihtimalle, bu gelişimin başlangıç hali ayırt edilebilir – dramadaki giriş kısmı ve ilk edimi haber veren ilk işaretler.
Devletin (ve sınıfların) gelişimine dair en yaygın senaryolardan birinin ilk anarşik rejimlerde vuku bulduğunu düşünüyorum. Söz konusu senaryoya göre bu rejimlerde bir tür “büyük adam” vardır. Bu kişi aynı zamanda anlaşmazlıklarda arabulucu olarak ve doğaüstü güçlere hükmeden biri olarak kabul edildiği gibi, her şeyin ötesinde, göz alıcı ziyafetler düzenleyip, kendisine tabi olan ve hizmetindeki çok sayıda kişiye borç vermek suretiyle yeniden dağıtım sisteminde merkezi rol oynayan biridir. Dolayısıyla Büyük Adam zenginliğini ve gücünü çoğaltırken, ticaret artar, işgücündeki uzmanlaşma yaygınlaşır ve bilhassa üretimdeki artıştan dolayı nüfus artar. Sosyal düzen, giderek farklı çıkarlara sahip gruplardan oluşan, daha heterojen bir hal alır; gruplar arasındaki çatışmalar yaygınlaşır ve önem kazanır. Dolayısıyla Büyük Adam’ın arabuluculuk ve dini sırlara haiz olma rolü büyür. Tebaası ve hizmetlilerinin bir kısmıyla bir ordu kurabilir ve arabulucu olarak rolünü terk edip yargıç-yönetici rolünü dayatabilir. Böylece eskiden eşitlikçi, başsız ve anarşik oluşumlar olan insan toplulukları, hiyerarşik, otoriter devletlere dönüşür. Aynı zamanda, Büyük Adam’ın daha gözde hizmetkârlarından bazıları, çevirdikleri entrikalar ve özellikle kendilerini daha küçük dağıtım sistemlerinin merkezi olarak konumlandırabilmeleri sayesinde zenginlik ve güçlerini arttırabilir, böylece toplumun geri kalanından giderek ayrışırlar. Tepesinde Büyük Adam’ın bulunduğu, gücü ve zenginliği kontrol eden elit bir sınıf, zenginliği üreten bir alt sınıfın varlığına dayanır.
Son olarak, Pierre Clastres, durumu belki de biraz abartmakla birlikte, devlet oluşumu fenomenine dair ilginç bir gözlemde bulunur. Avcılık-toplayıcılıktan Neolitik tarımcılığa geçişin kati bir devrimci değişim olmadığını, çünkü sosyal örgütlenmedeki eski modellerde radikal bir değişim yaratmadığını ileri sürer. Ayrıca, Orta Amerika eyaletlerinde yapılan tarım teknik açıdan, ormanın anarşik “vahşileri” ile aynı seviyededir. Gerçek devrim, devletin ve “hiyerarşik otoritenin” ortaya çıkışıdır, ekonomik dönüşüm değil. “… (B)elki de kişi altyapının siyasi, üstyapının ise ekonomik olduğunu kabul etmelidir” (171). Dolayısıyla Marx tepe taklak edilmiş olur.
HAROLD B. BARCLAY
14. Modern anarşistler özel mülkiyetin yasaklanması ve lağvedilmesini önerirken bir ikilemle yüz yüze kalırlar. Zira bunu yapmak için, yani özel mülkiyeti lağvetmek ve öyle kalmasını sağlamak için, devlet gibi şaibeli bir kuruma ihtiyaç duyacaklardır.
Views: 23