[BİR ÖZ YAŞAM SEYR-Ü SEFERİ… GÖREN GÖZÜN RAHATSIZLIĞININ DİLE GELİŞİ]
28 Şubatta kim neredeydi bilmem ama ben lisedeydim, Adana’da, 100.yıl mahallesinde. O dönemler Adanalıların dahi bilmezden geldiği mutena bir getto idi 100.yıl. Birinci sınıfı sağlam bir dikişle perçinledikten sonra zar-zor kendimi yamadığım TM bölümüne uyum sürecim gereği pekte istikbal beklenmeyen hatta o dönem sakatlanmalar ve ölümlerle sonuçlanan hentbol dalındaki spor hayatıma bir son vermem gerekmişti. Bebeliğimde, siyah-kırmızı çizgili, kızıl yıldızlı armasına tav olarak başladığım, sayesinde bir kaç yerel gazeteye poz verme şansı yakaladığım SHÇEK formasını evde damlatan bir boruya sarıp tampon etmemle beraber her şeyi kaldığı yerde bırakma tabiatımın karakteristikleşmeye başladığını söylemem de mümkün.
ÖDP, EMEP gibi “yeni sol”ların kurulduğu ya da en azından benim kendileriyle yeni rastlaştığım bu dönemlerde adres gösterilen yerlerde çay içmekten pek hoşlaşmadım. Çünkü bizim yerli kültürümüzde bir insana kendi mahallesinde bayat çay ikram etmek savaş demektir. Böylece hemen her “solcu” ile “Siz anlaşmayı çayla beraber bayatlattınız!” diyerekten yollarımızı ayırır olduk. Beri yandan, bize akıldanelik eden bir kaç öğretmen, esnaf gibilerinin sayesinde, aslan parçası değil de gayet ergen olduğumuzu ve bizim şartlarımızda uşaklardan bir cacık olmayacağı kanaatine varmıştık.
O dönem yaşanan olayların ne denli önemli olduğunu, örneğin 1996 Refah-Yol koalisyon hükumetinin kurulması akabinde okullarda orospu ve kominis yetiştirildiği sebebi ile okul aracımıza saldıran ve devirmeye çalışan mollaların ayaklanmalarının, ABD askerlerinin yol kesip kimlik kontrolü yapmasının önemini, geç anladığım gibi o sırada pek anlayamayacaktım. Bu çizgimi ilerleyen yıllarda da korudum ve 11 Eylül saldırılarında da insanlar tepsilerini bırakıp televizyon başına doğru koştuğunda ben sadece yemek kuyruğunun boşalmış olmasına sevinmiş ve döner-pilav bitmeden yumulabilmiş olmanın derin hazzını yaşamış biri olacaktım. Yani ki söyleyecekleri- yazdıkları- çiziktirdikleri çok kâle alınacak biri olmayabilirim.
Yine de yaşadığı hoşnutsuzlukların karşısında ayak direyebilen bir güruhun üyesiydim ve adalet duygusunu kalabalıklara dayanarak değil kendi özünden aldığı güven ve güç ile izleyen ve birbirini de böyle yetiştiren o cahil ve cesur arkadaşlıklarımız ile şimdi, o zaman olduğundan daha çok övünüyorum. Bu öz-örgütlenmemiz elbette karşılıksız kalmıyor ve kah mizah dergisi taşıdığımız için kimilerimiz gözaltına alınıyor, kah öbürümüz “solcu örgütler” tarafından ajan-provokatör olmakla itham ediliyor, bir-ikimiz kürt dönerciden dürüm yaptırdığımız için polis tarafından okul idaresine teslim edilip bir temiz sopa yiyor, ülkücü öğrencilerle birbirimizi hacamat etmemiz için birlikte ekip otosunun içine kitleniyor, yeri geliyor aynı ülkücüleri hastahaneye yetiştirdiğimiz için solcu bıçkınların açık hedefi haline geliyor, kısacası Çukurova denen çile çukurunda epey eğleniyorduk. Ciddiyim, çok eğleniyorduk hem de! Orası herkesin kendini iyi hissedebileceği bir şehir ve ben herkesin kendini iyi hissedebileceği bir çağdaydım… Neyse yıllar geçti ve ben hala siyasi organizasyonlardaki işleyişin ve yağılaşmanın hiç değişmemiş olmasını bu hatıralarım ile tebessüm ederek izledim, bu sayede de naçizane göğüs gerdim.
Günlerden bir gün bu öz-örgütlenmeden iki yakın ahbabım “çarşı” dediğimiz alanda bir duvara oturup çaylarını içerken tüm ciddiyetleriyle bacak bacak üstüne atıp birer uzun marllboro ikram edildikten sonra konuya girdiler, ben öyle tahmin ediyorum ki okuduğumuz dergilerin etki ettiği bir kararlarını açıkladılar; “La Kıo, biz anarşist olduk ha! Sen de olsana.” Ne denir ki? Anca beraber kanca beraber, bu iki kefere anarşist olacak ben olmayacağım öyle mi? Derken aynı propaganda üslubu ile sayıyı oldukça çoğalttık. Biz ki anarşizmin a’sını bilmeyiz! Bu adsız sansız işgüzarlığımız, aslında düpedüz arkadaş kulübümüz, prematüre dahi olsa bölgenin belki de ilk anarşizm çalışması olarak anılmayı hak eder. Değilse de öyle olması hoşuma giderdi doğrusu. Böyle bir masumiyet kimin hoşuna gitmez?
Ondan sonrası yok, olamazdı da. Kaldığı yerde bıraktık. Güldük, eğlendik, olaysız dağıldık. Şu an yanılmıyorsam aramızdan kimisi Vietnam’da, kimisi Güney Afrika’da, bir-ikimiz İstanbul’da. Arada sosyal medyada denk gelirse komik videolarımızı filan likelıyoruz.
Neyse muhterem, adının daha sonra “28 Şubat” olarak kalacağını öğrendiğim dönem evveli ve nihayetinde ben kulunuz, anarşist olmakla beraber bu tanımın vasıtası ile de yepyeni bir dünyaya gözlerimi açmış bulundum. Böylece anarşizmin benim lügatımda tam karşılığı; “dikte edileni doğru bellemek yerine kendi arayışına koyulmak, samimiyet arzulamak.” olarak şekillendi. Kısacası “Beni siz delirttiniz!”
Ayıdan Post-
Post-modernizmin felsefe ve siyasetteki gerçek anlamını bir türlü idrak edememiş olsam da sokaktaki pratik karşılığı sanırım “çıktığı kabuğu beğenmemek” gibi bir şey.
Yıllar yıllar içinde “serseri” dahil bir çoğunu olumlu bulduğum sıfatlar ile birlikte anılan ben deniz, türlü mecralarda da genel tutumunu bozmadan durmaya çalıştım ve bu biçim bir yolu benimseyen herkes gibi ne siyasi, ticari, sosyal alanlarda bir kariyer sahibi olabildim ne de bunlardan herhangi biri için ufak bir çaba sarf ettim. Tasarruf ettiğim alan daha çok anarşizm olarak kaldı. Toplumun algısına rağmen, belli bir saatten sonra halen bu icazeti sürdürmeye çalışmak ne güçtür, bu yazıyı inatla okuduğunuza göre sanırım sizler de biliyorsunuz. Üstelik yine biliyorsunuz, artık o saat gelindiğinde hepimiz bir suyolunda uykuya dalmayı düşleriz. Ben de artık bu düşü gerçek kılmaya soyunayım dediğim an da bir gece görüp unuttuğum bir rüyayı hatırladım. 2013 bir mayısında Beşiktaş denen kuyunun içinde, körleşmiş ve zehirlenmiş bir şekilde istifra ederken henüz çok küçük bir çocuk ağlaya öğüre bulunduğum sokaktan geçerken feryat figan ederek “arkadaşımı öldürdüler” diye sokağı inletiyordu. Tüm gücümle “Hayır!” demeye çalışarak elimi salladım, o üzüntüyü yaşamamalıydı. İçimden geçen tam cümle ise şuydu; “Hayır, arkadaşını öldürmediler, hepimizi zehirliyorlar ama arkadaşın şimdilik ölmedi. Bugün değil, daha sonra…” Neyse ki mahalleden bir kocakarı, beklenmeyecek bir çeviklikle pencereden eğilip çocuğu kaptığı gibi eve soktu.
Halen genç yaşıma rağmen, bu rüyayı daha önce taşranın dehlizlerinde bir kaç defa görmüş olmam beni tedirgin etmeye yetiyorsa da orada bireyler, mahalleliler, taraftar, dernek, parti, sendika örgütleri ile beraber durmuş ve o duruşu hak etmiş olmaktan yine de memnundum. Hatta kendi ekibimizdeki bu memnuniyet hali mahcemalimize de yansımış olsa gerek ki daha akşamına internetin çeşitli yayınlarında “bazı dar grupların” güle-oynaya kavga içinde bulunmasının ne deneli esef verici olduğuna dair yazılar okurken, beri yandan da iki farklı taraftar gurubuna, onları beraber ve omuz omuza görmekten çok memnun olduğumu belirten teşekkürüme alınan tavıra pek şaşmamıştım. Ben hala 97′lerde ki çocuktum ve sol da hiç değişmemişti. Üstelik, keşke güle-eğlene kavga edeceğimize susa-somurta bir köşeden götüm götüm ilerleyip o kahraman turşuların nasıl pankartları bayrakları fırlatıp kaçızladıklarını videoya çekseydik diye muzırlıklar konuşmaya devam ediyorduk. Yalnız bu kendi çevremizde yaptığımız şakayla karışık laflamalarımızı sizlerle paylaştıktan sonra önemle istirham ediyorum; yanlış anlama olmasın, kısa bir süre sonra eylem ve direniş alanlarından canlı yayına geçecek olan habercilik anlayışına tek bir sözüm yok, olmadı da. Bu şakayla karışık sitemi o günün akşamına gördüğümüz, olay anında her nasılsa atılmış tweetlere ve sosyal medya paylaşımlarına bakarak söyledik. Konuyu açmışken bu bahaneyle de o günden sonra her nerede görürsem ağzım açık tebrik koyduğum troçkist çalışmalara bir de bu yazı ile bir bravo yolluyorum.
Daha sonraları ve daha daha sonraları için gelişenlere bir de burada bir “Gezi güncesi/ notları” açmaya gerek yok. Zira gereken bütün doğru dürüst eleştiri ve yapıcılık, özelikle ve tarafsızca altını çizerim; Her meşrepten Anarşistler tarafından sunulmuştur!
Burada internet saçmalıkları ve ona kanan hevesliler üzerinden söylenmesi gerekli çokça laf var ama ben daha basit, küçük ve ama etkisi önemli bir iki cıvıklığa değinmek istiyorum. Mesela, en baştan beri kafama takıldı durdu hep; şu Gezicilerin zekası üzerinden dönüp duran geyik nedir hemşerim? Ulan yaş ortalaması 20 olan bir yerde zaten zeka olmayacaksa orası mandıra filandır herhalde! Şimdi burada bence önemli bir ayrım var, yanılıyorsam düzeltin lütfen; Evvela o neşeli-keyifli tayfaları ötelemeye çalışıp sonra biraz geç dank eder bir şekilde bunun mevcut hareketin enerjisi olduğunu “keşfedip” bu seferde bokunu çıkartmak nası bir görmemişin oğlu olmuş fıkrasıdır? Yuh be! Öncelikle karşıtında olsa hatta düşmanın da, aşağılamaya kalkmak bizde ayıptır. İsyanlarda ölüm de var dirim de, herkes bunları ve daha fazlasını bile bile oradaydı ne yazık ki. Faşizm çok can yaktı. Halen süren üzüntümüzü tarif etmeye kalkışmak bile altından kalkabileceğimiz bir iş değil. Yine de sokaklarda politik ayrıcalığımızı boyuna takındık; ne umutsuzluğa ne de yılgınlığa kapıldık. Cesur ve emindik; halen de öyleyiz ama görelim ki bu duygu seli yalnızca bizi etkilemedi. Karşıtlarımızı ve hatta hasımlarımız da fazlasıyla etkiledi. Aynı duygu yoğunluğunu üstelik iktidar da arkalarında olduğu halde, yani en ufak bir stres bile yaşamazlarken(!) nasıl oluyor da yakalayamıyorlar, kaba şiddetten ve tuhaf taşkınlıklardan daha fazlasını yapamıyorlardı? Hüloğ diyen, Götünün kılıyız diyen, osurayım mı diyen, polislerde aralarında çok zekice espriler yapıyor ya hu diyen, kızlı-erkekli diyen (…) bu insanları içten içe kemiren duygu zaten bu idi. Zaten ortada bedeli de fazla fazla ödenen düzinelerce kazanım vardı ve ama bazılarının arkasından iş çevirmeyi iyi bilen, Cumhuriyetçiler, Halkçılar ve diğer püsürler, o lafa gelince canlarından aziz bildikleri milletleri ile dalga geçmeyi borç bildiler! Çünkü onlar ne hürriyet ister ne adalet; ezerler, aşağılarlar, ötekileştirirler, bayağı ve çirkin bulduklarına acımazlar; kendileri gibi olmayanı yok etmek isterler! O çok pohpohladıkları “gezi ruhu” onları öyle bir rahatsız etti ki, o her kesimden ve doğrudan siyasi coşkunluk onları öyle bir korkuttu ki sabote etmekten başka ne yapabilirlerdi? Onlar zeki idi diğerleri ya embesil ya da provokatör! Onlar yol gösterecekti, diğerleri ya peşlerine takılacak ya da katli vacip ilan edilecek! Barikatları lümpenler, esnaflar bilmemkimler açmadı; herkesin gözü önünde bu olmayasıcalar açtı! Remember’sa remember ulan!
Eğer bu Stalin turşuları her fırsatta cadılar bayramı kostümlerini değiştirip değiştirip ortalıkta lider pozlarında “zaten bizimdi” edalarında gezmeye devam edeceklerini sanıyorlarsa bilinsin ki bu diyarlarda anarşistler vardır! Geziyi de kaldığı yerde bırakır ardımıza bakmadan ileri gitmeyi iyi biliriz!
Eşe dosta bin selam.
Tahammüllüye, tevazu sahibine bin selam.
Gösterişsiz olana bin selam.
Acılı ailelere binlerce kez hürmet ve selam!
“Şölenin kaçınılmaz acısı, bizim payımıza düştü sonunda” -Cemal Süreya-
Kıvanç Erdem
Bu yazı Kıvanç Erdem‘in “Fikrimi soran oldu mu?” adlı blogundan alınmıştır. Adres: http://kivancerdem.wordpress.com/2013/11/10/28-subat-halvetim-ve-gezgin-cosagelisim/
Views: 46