29. Anarşinin Antropolojisi – Anarşinin Bir Geleceği Var mı, Yoksa Tarih Tek Yönlü Bir Yol mu? – Son –

0
1843

Anarşinin bir geleceği olup olmadığı sorusu bizim öncelikle, şu anda her yerde hakim olan devleti nasıl dağıtacağımız üzerine düşünmemizi gerektirir. İkinci olarak, devletin gelişimiyle ilgili olarak genel tarihsel modelleri ve kültürel trendleri, ayrıca bu stratejik noktadan yola çıkarak liberter bir çağ ihtimalini araştırabiliriz.

Genelde anarşistler devleti ve yönetimi lağvetmek için üç genel teknik önerirler. Bunların ilki, işlevleri devleti fuzuli hale getirecek çok sayıda gönüllü birlik oluşturarak devleti zayıflatmaktır. Bir diğer teknik,  şiddete dayalı devrimci bir yıkımı savunur. Üçüncü bir yaklaşım, şiddete dayanmayan doğrudan eylemdir; işçi grevlerinde olduğu gibi sendikalist bir teknik bu kapsam içinde değerlendirilebilir. Anarşistlerin seçime dayalı politikalardan niçin kaçındığı, anarşizmle ilgili şu ana dek söylenenlerden açıkça anlaşılır. Ama kısaca, anarşistlerin böyle bir tekniğe hiç güvenlerinin olmadığını söyleyebiliriz, bir kişinin düşmanına katılarak onu yenebileceğine inanmazlar.

Devleti lüzumsuz kılma çabası 19 yüzyıl başlarında anarşistler arasında yaygındı. Proudhon en azından, faizsiz borç veren kooperatif şirketlerin artmasıyla Fransız devletinin düşüşünün başlayacağını umuyordu.  Josiah Warren da dahil olmak üzere çok sayıda Amerikalı, bilhassa özgür topluma giden yollar olarak görülen, parasal reform ve yardımlaşmaya dair benzer fikirlere sahipti. Çok daha sonraları, Gustav Landauer şöyle yazdı: “Devlet devrimle yıkılabilecek bir şey değildir; insan ile bir davranış tarzı arasındaki belli bir ilişki, bir durumdur. Başka davranışlar yerleştirerek, farklı şekilde davranarak onu yıkabiliriz.”

Aynı çizgideki başka bir yaklaşım ortak bir amacı olan topluluktur. Aslında Josiah Warren kurduğu toplulukları, insanların gözlemlediği, etkilendiği ve taklit ettikleri gösteri deneyimleri olarak görür. Anarşik bir ortak niyetli topluluk her zaman için “başka tür ilişkiler akdetme”, “farklı davranma” ve devlete alternatif bulma çabasıdır.

Fakat “eskinin kabuğu içinde yeniyi inşa etme” arayışında olan çoğu kişi, devletin nihai kaderine aslen kayıtsızdır. Ortak bir amaca yönelik olan topluluklara katılan çoğu kişi bunu kişisel bir motivasyonla yapar: kendisine ve ailesine hemen daha iyi bir hayat bulma isteğidir bu. Bu yaşam tarzının devletin üzerindeki olası sonuçlarıyla ilgilenmezler, en azından bu tali önemdedir. Gene de, devleti zayıflatma aracı olarak kooperatif şirketler kurmakla ilgilenen bazı kişiler, aynı anda, devletin gücünden isteyerek feragat etmeyecek bir kurum olduğu şeklindeki aşikâr anarşist gerçeği de telaffuz ederler. İktidarda olanlar kendilerini hiçbir zaman lüzumsuz görmeyecekler ve önceki sayısız olayda yaptıkları gibi, konumlarına yönelik herhangi bir tehdit algıladıklarında bunu bastırmak üzere harekete geçeceklerdir. Kanada ve ABD’de olduğu gibi, modern kapitalist toplumda devlet, yardımlaşma sandıklarını, kooperatifleri ve başka gönüllü kooperatif şirketleri hoş görebilir, hatta teşvik edebilir. Böyle hareketler bankalara ve ülkedeki şirketlerin çıkarlarına engel olursa, bu destek kısa sürede baskıya da dönüşebilir. Ayrıca böyle organizasyonlar kolayca “kurum” yönelimli olma eğilimine girebilirler. Çevre üzerinde değişiklik yapan bir etkiye sahip olmaktansa, çevre onları çok daha muhafazakâr bir yönde değişmeye iter. Örneğin kooperatiflerin, daha geleneksel örgütlenmeler kadar, büyük, bürokratik ve kapitalist olduklarına dair kötü bir şöhretleri vardır. Yanlış anlamayın. Kooperatif şirketleri ve Landauer’in başka ilişkiler akdetme çağrısını tamamen destekliyorum. Bununla birlikte böyle teknikler aşırı derecede sınırlıdır ve bunların tek başlarına devletsiz bir topluma doğru nasıl dönüşüm gerçekleştireceğini anlamak zordur, zira her devlet o ya da bu vasıtayla bunu engelleyecektir.

Anarşistlerin önerdiği bir başka yol devletin şiddetle yıkılmasıdır.  Çeşitli anarşik topluluklar içinde  bir  yaygın yaptırım olarak şiddet kullanıldığını gördük. Fakat bu anarşizm doktrinin ideolojik vaadiyle ters görünür. Şiddet devletin bir tekniği ve zor uygulamanın nihai biçimidir. Onu bir araç olarak benimseyenler zehrine maruz kalırlar, ellerinden başka bir şey gelmez. Anarşistlerin yönetimsel süreçlere katılmayı reddetmelerinin asıl sebebi, bunun kişiler üzerinde ayartıcı ve ahlak bozucu bir etkisi olması, onları güç ve kişisel şöhret arayan politikacılara dönüştürmesidir. Adaleti yerine getirme çabasıyla şiddet kullanan kişinin başına gelecek olan da budur. Fakat anarşistlerin şiddete başvurmasının aleyhindeki en güçlü argüman, etkin bir şiddetin askeri bir yapı gerektirmesidir, ki askeri bir yapı tahayyül edilebilecek en anarşizm karşıtı örgütlenme biçimdir. Anarşizmin temel prensipleri olan gönüllü işbirliği ve fikir birliğine göre örgütlenmiş bir ordu hayal edebiliyor musunuz? Pasifizmin mantıksal sonucu ve çıkarımları anarşizm gibi görünür.  Bazı Quakerlerin şiddetsiz bir devlet veya hükümet bakış açısı kendi içinde çelişir, çünkü devlet tanımı itibariyle şiddete dayanır; aksi takdirde bir devlet değildir ve yasal yaptırımlardan ziyade daha nazik başka bir temeli olmalıdır. Tersine, devletin bu içkin yapısını ilk kabul eden anarşistler savaşı mazur görmüş ve bu anlamda devleti lağvetmek için devletin yöntemlerini kullanma arayışına girmişlerdir.

Bakunin kitlelerin, kendilerini ya da şan şöhretlerini düşünmeyen,  adanmış bir  grubun  teşvikiyle, devrimci  bir  coşkuyla harekete  geçeceğini düşünüyordu.  Kitlelere liderlik etme,  onlara hükmetme veya yönlendirme arayışında olmayan, güçlü ve eğitimli kişilerin oluşturduğu bir organ olacaktı bu. Halkı yönlendirmek yerine onun arzularını öğrenecek, bunu dile getirecek, daha geniş bilgi ve anlayışlarıyla, devrimin kitlelerin amaçlarına doğru ilerlemesine yardım edeceklerdi. Bu öncü kol görünmez ve anonim olacaktı. Bu fikir aynı zamanda, Bakunin’in gizli suikast grupları romansıyla örtüşmektedir.  Bakunin bu öncü kolun, “sınıfsız entelektüeller”, orta sınıf öğrenciler, “alt-orta sınıf veya köylü çocukları, önemsiz devlet memurlarının ve iflas etmiş kişilerin çocukları” veya kariyer ya da bir mevkii elde etme şansı olmayanlar arasından çıkacağını düşünüyordu  (Lehning, 189). Lenin Bakuninci fikirlerden etkilenmişti, ama bir “realist” olarak onun öncü kolu, Bakunin’in romantik ve naif tarzı içinde zorunlu gördüğü alicenap özgeciliğini kaybetmişti. Elit sınıfını kahramanların öncü kolunun oluşturduğu faşistlerin aksine, Bakunin’inki azizlerden oluşan bir öncü koldur.

Genel olarak,  barikat kurmaya yönelik herhangi bir öneri bugün tamamen romantik bir nosyondur ve stratejik olarak budalacadır. Askeri teknoloji öyle sofistike ve pahalıdır ki sadece hükümetler böyle bir şeyin yatırımını yapıp, sürmesini sağlayabilir. Bir gerilla ordusu kendini ezici tuhaflıklarla karşı karşıya bulacaktır ve yegâne umudu askeriyeyi devrime katılması için kışkırtabilmek olacaktır – ki olması en imkânsız olaydır bu.

Şiddet içermeyen doğrudan eyleme dayanan üçüncü teknik, şiddete dayalı devrime alternatiftir. Çok fazla öz-disiplin ve sabır gerektirir; kişinin en küçük başarılardan ve ağır dönüşümlerden tatmin olması lazımdır. Gönüllü, dayanışma birlikleriyle bir araya geldiğinde elbette ki bu yaklaşım en fazla olabilirlik taşıyan alternatiftir. Fakat özellikle de tarihin genel eğilimine bakıldığında hiçbirisi çok fazla umut vaat etmez.

Bu kitapta tartıştığımız anarşik rejimler büyük oranda geçmişte kalmış fenomenlerdir. Anarşiler sömürgeci devletler tarafından uyruk kimliğine sokulmuşlar ve sonra da üçüncü dünya ulusu haline getirilmişlerdir. Eski sosyal yapı, modern devletin tam işlevini üstlenecek şekilde değişime uğramıştır. Sülalenin “yaşlısı” şimdi, yerel polis teşkilatına yardımına çağırabilecek olan bir “şef ”tir; arabulucu  şimdi hükmetme  yetkisine sahip bir “yargıç” olmuştur. “Yerli” anarşiler yok olan bir türdür,  soyu tükenmekte olan bir varlıktır. Bu süreç şu görüşü destekler niteliktedir: Tarihin asıl itişi devletlerin ve otoriter formların oluşması yönündedir. Ademi-merkeziyetçilikten merkeziyetçiliğe, küçükten büyüğe doğru bir harekettir bu. Anarşik bir rejimden doğan devletlerle ilgili pek çok örnek sıralayabiliriz ve örneklerimizde devletçiliğin pek çok tohumu mevcuttur, ama devletten doğan bir anarşi örneğinin kanıtları mevcut değildir. Aslında eğilim sadece devlet oluşumuna yönelik değildir, dünyayı saran daha az sayıda ve daha büyük devletin oluşumu yönündedir.

Yakın zamanda Robert Carniero, dünya üzerindeki (tüm türlerdeki) rejimlerin sayısının, en azından MÖ birinci binden beri sürekli azalmakta olduğunu ortaya koydu. “Dünya üzerindeki bağımsız politik birimlerin sayısı azalmakla kalmıyor, azalma eğilimi de hızlanıyor. MS 500 ile MS 1976 yılları arasındaki bağımsız politik birimlerin sayısındaki azalma oranının, MÖ 1000 ile MS 500 arasındakinden çok daha büyük olduğu açıktır”  (Carniero, 214). MÖ 1000’den başlayan üç bin yıllık dönem içinde, 1976’daki 157 sayısına varana dek yüz binlerce rejimin yok olduğunu tahmin etmektedir.  157 sayısının çok küçük olduğu,  zira sadece dünyadaki ulus-devletleri içerdiği ve dünyanın pek çok kısmında, bazı ulusların üzerinde hak iddia ettiği topraklarda yaşasalar bile, bağımsız politik varlıklar olma ısrarlarını sürdüren kültürel grupların varolduğu ileri sürülebilir. Gene de azalma dramatiktir; dahası, bugün sayıları çok az olsa da – belki de hiç yoktur -, MÖ 1000 yıllarında toplumdaki oranlarının çok daha fazla olduğunu farz edebileceğimiz anarşik rejimler için düşüş daha da büyüktür.

Carniero tek bir dünya devletinin ortaya çıkacağı zamanı tahmin etmeye uğraşır. 1984’e değilse de 2300’lere ulaşır. Böyle tasarılar hayali bulunabilirse de, dünyada daha az sayıda, daha büyük devletlerin ortaya çıkışına doğru temel bir eğilim olduğu gerçeği göz ardı edilemez.

Anarşiye karşı olağan argüman aşağı yukarı şöyledir: İnsanlar mükemmel değildir, sınırlamalara ihtiyaç duyarlar, hapishanelere bile kapatılmaları gerekebilir. Gönüllü işbirliğine dayanan özgür bir toplumun tesis edildiği momentte,  bu durumu kendi çıkarlarına kullanma arayışındaki insanlar ortaya çıkacak ve gücü kendilerinde toplayacaktır. Dahası toplumlar genişler, nüfus yoğunlaşırken, düzen ve karar alma problemleri iyice karmaşık bir hal alacak, fikir birliği tekniklerini ve yaygın yaptırımları kullanışsız bırakacaktır. Dolayısıyla, bu bakış açısından otorite modellerini resmileştirme, merkezileştirme ve kurumsallaştırma yönünde baskılar vardır.

Anarşist kuramcılar,  en idealist tavırla bile olsa gücün kabulünün getirdiği tehlikelere karşı uzun zamandır uyarıda bulunmaktadır.  Bakunin Marksizm’e bilhassa bu hattan saldırmıştır. Haklı olarak “proletarya diktatörlüğü”ne karşı şüpheden fazlasını beslemiş ve bunun “sayıca az yeni bir aristokrasinin veya sahte bilim adamlarının yorgun kitleler üzerindeki despotik bir hükmünden  başka bir şey olmayacağını” tahmin  etmiştir  (Maximoff, 287). Daha sonraları, Bolşevik Devrimi’ne katılmış bir Polonyalı olan W. Machajski, proleter devrimin parti ağalarının diktatörlüğüne dönüştüğünü gördüğünde, Sovyetler Birliği’yle ilgili olarak benzer kanaatlere varmıştır. Bu çizgideki argümanlar Max Nomad tarafından daha da genişletilmiştir.

1911 yılında Roberto Michels, içinde “oligarşininin demir yasası”nı  açıkladığı Political Parties adlı kitabını yayımladı. Bu yasa, tüm örgütlenmelerin artan bir otoriteryanizm,  bürokratik ve oligarşik bir yönetim istikametinde geliştiğini ifade eder. Her kim ki örgütlenme der,  oligarşiden bahsediyor demektir. Bu tezini ortaya koymak için Michels çeşitli Avrupa siyasi partilerinin tarihini incelemiştir. Daha sonraları Seymour Lipset ve diğerleri, oligarşik yönetime doğru kaçınılmaz gidişat modelini izlemiyor gibi görünen bir sendika olan Uluslararası Matbaacılar Sendikası (International  Typographers Union)  üzerinde  çalışarak,  Michels’in  yorumunu  ayrıntılandırmaya  giriştiler.  Lipset ve diğerleri bu araştırmadan,  bürokratik ve otoriter bir gelişimi önleyebilecek bazı koşullar çıkarsadılar. İlginçtir ki anarşist bir teorisyenin onlara söyleyemeyeceği çok az şey ortaya koydular: küçük birimler, çeşitli özerk yerel gönüllü birlikler, gücün kontrolüne  sahip olmayan ve onu  tekelinde  tutmayan  çeşitli çıkar grupları, sosyo-ekonomik statüde  büyük farklılıkların olmaması ve genel ekonomik güvence, toplumsal olaylara yoğun katılım gösteren  eğitimli bir nüfus, yüksek seviyede grup dayanışması hissi ve çok fazla maaş ya da statü farkı verilmemiş olan liderler. Bir başka deyişle, “şefler” hizmetkâr olmalıdır – merkezcil bir ilişki için iktidarsız koordinatörler olmalıdırlar. Özgür toplumu korumak için üyelerin bilinçli iradesinin bu süreçte küçük bir faktör olmadığını da düşünüyorum.

Dünya Endüstri İşçileri (IndustrialWorkers  of the  World) muhtemelen, Lipset’in matbaacılar için bulduğuna benzer sebeplerle Michels’in yasasından sapan başka bir örnektir.  Fakat biz istisnaları kolaçan ederken, hakim istikamet “oligarşinin demir yasası” ile uyum içinde görünebilir. Dolayısıyla, sendikaların bir ya da ikisi bu yönelimden kaçarken, kaçamayan yüzlercesi vardır.

İç değişimleriyle oligarşi üreten karmaşık örgütlenmeler yönündeki genel eğilimden ayrı olarak, gönüllü birliklerle başlayan ve otoriter bir yapı ile sona eren başka tür bir eğilim de gözlemlenebilir. Bu modele,  Uluslararası Anarşizm  Sempozyumu’nda (1980) sunulan “Gönüllü İşbirliği ve Sosyal Demokrasi: 20. Yüzyıl Neo-Popülizm Örneği” (“Voluntary Co-operation and Social Democracy: The Case of 20th Century Neo-Populism”) adlı makalede Bert Buzan tarafından  işaret edilmiştir. Buzan 1880 ile 1920 arasında  ABD’deki popülist  işçi hareketi  tarihini  gözden geçirir ve bu hareketin çeşitli apolitik gönüllü karşılıklı yardımlaşma birliklerinden doğduğunu  saptar. Bunların en önemlileri, tarım ürünlerini pazarlamak için kurulmuş olan kooperatiflerdir.  Diğer yandan bunlar mevcut ekonomik çıkar sahiplerinin birleşik muhalefetiyle karşılaşırlar. Örneğin demiryolları onların malını taşımayı reddeder; tahıl vinci ve silolar için arazi ve bina bulunamaz.  Kapitalist girişimlerin bu sabotajından dolayı, üyeler giderek daha çok Halk Partisi’nin, Köylü Emek Partisi’nin ve Tarafsızlar Birliği’nin seçim politikalarına yönelirler. Hükümet aracılığıyla reform arayışlarında gönüllü işbirliğinden uzaklaşıp resmi yasamaya daha bağımlı hale geldiler. Aynı zamanda tabii ki kooperatif örgütlenmelerinin kendileri (Michels’in tahminleri doğrultusunda) daha büyük, daha bürokratik, siyasi lobi grupları oldular. Dolayısıyla, bir organizasyonu oligarşiye doğru iten dahili bir dinamiğe ek olarak, kişileri bu gönüllü birlikleri terk etmeye, dolayısıyla bürokratik hükümet birliklerine bağımlı olmaya teşvik eden harici bir süreç de vardır.

Bu noktada bir soru ortaya çıkar: Belki de merkezi oligarşiye yönelik bir hareket sadece, merkeziyetçilikle ademi-merkeziyetçilik arasındaki uzun dönemli tarihsel salınım sürecinin bir parçasıdır. Gene de ademi-merkeziyetçiliğe doğru – en azından liberter nitelikteki – bir eğilimin örneklerini bulmak güçtür. Tarihte güya kültürel veya örgütsel dağılma dönemleri böyle bir eğilimi düşündürebilir. Fakat bu koşullarda ortaya çıkan eğilimler, daha önce varolan despotizmlerin bir sonucudur. Ademi-merkeziyetçiliğe özgürlük eşlik etmez. Tarihteki isyan ve devrimler ve sosyal sistemlerin dağılışı, şaşmaz şekilde bir tür despotizmin diğer tür bir despotizmle yer değiştirmesidir. Bir rejimin dağılış süreci bir başka  rejimin kuruluşuna  zemin yaratır, böylece örneğin Clovis’in Frenk  krallığının ve Emevi halifeliğinin ortaya çıkışı Roma’nın düşüşünü  takip eder. İktidar boşluktan nefret eder. Daha önce bahsettiğimiz birkaç Güney Amerika Yerli toplumu, genel kabilesel çözülme sürecinin sonucu olarak anarşik oldular. Fakat bu durum nadirdir ve son derece küçük rejimlerle sınırlıdır. Devlet ya da hükümet örgütlenmesine doğru en ufak bir ipucunu bile taşımayan az sayıdaki topluluk, mesela Pigmeler, aynı zamanda küçük ve işbölümünün olmadığı hayli homojen toplumlardır. Üyelerinin otorite güçlerini sınırlama gayreti içinde oldukları ve soylu uğraşılarından uzaklaşmadıkları durumlarda bir nadirlik örneği sergilerler. Belki de tarihin asıl itişinin, – küçük ve geçici geri dönüşler veya insanların alternatif patikalara doğru koşuşundan ibaret olan – tek tük küçük tepki “vuruşlarıyla” merkezi devletlere doğru olduğu sonucuna varılabilir. Belki de, son on beş yılda, Batı dünyasının bazı kesimlerinde böyle zayıf canlanmalar yaşanmıştır. Dolayısıyla sadece müşterek deneyimlerin sayısında büyük bir artış yaşanmakla kalmaz, aynı zamanda kurumlara karşı isyan ve yaşamın basitleştirilmesi için bireylerin “toprağa dönüş” hareketi de vardır. Daha önemlisi, “kademeli, çok-başlı, fikir-temelli ağlara” dayanan, kitlesel toplumsal hareketlerin ortaya çıkışıdır. Ne yazık ki bu çeşitli faaliyetler, gençlerin ebeveynlerinin değerlerinden uzaklaştığı, beyaz orta-sınıf çocuklarıyla sınırlıdır.

1963’e geri dönersek, Paul Goodman  People or Personel adlı kitabında  merkezileşmenin  bugün  endüstriyi  nasıl atıllaştırdığına, aşırı bir sıkışıklık yarattığına, taşıma ve iletişim sorunları yarattığına işaret eder. Elektrik enerjisinin yayılmasıyla, ademi-merkezi üretim daha mümkün ve akla yatkındır. Bu tema sürekli olarak kendini doğrulamaktadır.  Schumacher “küçük güzeldir”i vurgulayarak, Kropotkin ve Goodman’a geri döner. Küçük grup operasyonlarının ve ademi-merkeziyetçiliğin,  daha üretken ve açıkça daha insani olabileceğinin kabulüne, bugün, gayri şahsi ve merkezi büyük örgütlenmelerin yabancılaştırıcı ve atıllaştırıcı etkilerinin kabulü eşlik etmektedir. Son zamanlarda Marshall McLuhan 1980’ler için karma bir tahmin sunmuştur.  Bu tahmin karmadır çünkü kısmen bilgisayarların, TV, telefon ve diğer “elektronik yazılım”ların kullanımının yayılmasıyla daha  büyük bir ademi-merkeziyetçiliği öngörmektedir. Fakat bu yeni teknolojilerin yaygınlaşması ille de kişisel özgürlüğün artacağı anlamına gelmez; McLuhan, bu yeni teknolojinin yayılmasıyla kişisel kimliğin daha da kaybolacağını düşünmektedir  – kişilerin bedensizleşmesi ve “görünmez ruhlarla” yeni bir yönetim biçimi ortaya çıkacaktır.

Çeşitli “kabullere”, ümitlere ve tahminlere rağmen, ortak niyetli topluluklara ya da  toprağa  dönüş  hareketlerine  rağmen, devletler daha güçlü olmaya devam ediyor ve merkezileşme aslına bakılırsa hiç azalmadan sürüyor. Bazı biyolojik türler o kadar özelleşmişlerdir ki, çevresel değişimlere ayak uyduramazlar ve soyları tükenir. Belki de bu durum ile söz konusu sosyal sistemlerin kaderi arasında bir paralellik vardır; sistem yukarıdan aşağı idari yapı ile o kadar aşırı yüklenir ve o kadar karmaşıklaşır ki çöker. Ve umut ediyoruz ki kalıntılarından, Anka Kuşu misali, basitleştirilmiş, merkezi olmayan bir sistem doğar. Ama bu da kendi tiranlığını üretmez mi?

Zeki varlıklar olarak insanlar kendi kaderlerini kontrol edebilirler. Dünyaya ve özellikle kendi davranışlarına dair bilgi ve kavrayışları arttıkça,  çevreyi daha iyi kontrol edebilir, yaşamı daha katlanır hale getirecek şekilde sosyal düzeni değiştirebilirler. Fakat bilgi ve anlayış, değerlerle ve değerlerin önceliğiyle yakından bağlantılıdır. Öte yandan insan şu aşikâr gerçekle de sınırlanmıştır:  İnsanlar, bilineni bilinmeyene ve denenmemiş olana doğru değiştirmeye ancak ve ancak dehşetli bir aciliyet duygusu içinde rıza gösteren muhafazakâr hayvanlardır. Bunun sonucunda, şu anda bir yandan “1984 dünyası”nın gerçekleşme ihtimali daha fazlayken, öte yandan özgürlük ve bireysellikten ziyade başka öncelikler ağır basabilir. Dahası, bu olasılık acil ve ezici bir tehdit olarak algılanmaz. Kanser yaptığına dair kanıtların varlığına rağmen sigara içmek gibi basit bir şey üzerinde ısrar eden insan sayısını düşünürsek,  insanların kişisel özgürlüğe tehdit olarak böyle çok daha soyut ve açıkça daha müphem  konularla ilgilenmesini nasıl bekleyebiliriz?

Anarşiye ulaşmak sadece devleti dağıtmanın imkânsızlığından dolayı olanaksız değil; bu kurumun lağvedildiğini varsaysak bile, bunun ardından gelecek örgütlenmenin gayri-merkezi, bağımsız ve özgür kalma ihtimali, katılımcıların kendilerini “herkes için eşitlik, özgürlük ve adalet” ilkesine adaması ihtimali kadar şüphelidir.

Ancak özgür tarzda bir toplumun yozlaşmaya karşı dayanıklı ve dirençli olabileceğini bu kitabın daha önceki sayfalarında zaten belirtmiştim. Yani bu öyle bir toplumdur ki, içindeki her kişi ve grup karşılıklı ilişkilerden oluşan karmaşık bir ağ içinde bulunur ve ağ içindeki her bir bağ diğerini dengeleyen bir karşı güç oluşturur. Bu yolla her katılımcı sınırlanacak ve kendi alanını bir diğerininkinin bedeli karşılığında genişletebilecektir.

Proudhon insan toplumlarını “özgürlük” (anarşi) ve “otorite” arasındaki bir mücadele içinde görür. Fakat kendisi 19. yüzyılın daha naif ilerleme ve iyimserlik nosyonuyla doludur.  Özgürlük güçlerinin nihai zaferine inancı tamdır. Avustralyalı bir grubun – Sydney  Liberterleri –  Proudhon’u  20. yüzyılın ikinci yarısına adapte ettiği söylenebilir. “Özgürlük” ve “otorite” arasında, hiçbirinin galip gelemeyeceği süreğen bir mücadele öngörürler.

Görünen o ki bize sürekli muhalefet siyasetinden başka bir şey kalmıyor. Kendini özgürlüğe, bağımsızlığa adamış kişilerin güven içinde arkalarına yaslanıp, dünyanın barış, uyum ve özgürlük içinde olduğunu düşünebilecekleri tek bir an bile olamaz. Gerçekten özgür bir topluma asla ulaşılamayacak olması, ulaşılsa bile bunun düşünülebilecek en dayanıksız toplum olacağı gerçeği mücadeleyi terk etmek için bir bahane olamaz. Eğer kendimizi olanın eline teslim edersek, yaşamanın anlamı kalmaz. Ve şayet eğer anarşiye ulaşılacaksa, minicik bir başarı için bile ödenecek en küçük bedel sonsuz bir ihtiyat olacaktır. Devrimci sınıfın enternasyonal marşının sözlerine rağmen, nihai savaş yoktur. Savaş sonsuza kadardır.15

Harold B. Barclay

15.   Belki de buna anarko-sinik bakış açısı denebilir.

Views: 37

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz