Site icon İtaatsiz

29 Teknoloji Toplumu – Politikacılar ile Teknikler Arasındaki Çatışma – Jacques Ellul

Tekniklerin devlet aygıtına zoraki girmesi, politikacılarla teknisyenlerin çatışmasını da içermektedir. “Bırakın teknisyenler konuşsun”, tüm muhalefet gazetelerinin kılavuz ifadesiydi. Dardenne, Afrika hakkındaki incelemesinde, “otoriter yöneticiler çağının yerini teknisyenler çağının” alması gerektiği sonucuna varıyor. Zenci köylülerin tüm insani sorunlarının çözümünü bu noktada görüyor. Örneğin, idarecilerin kışla ve askeri yollar yapmaya ilişkin politik kararlarını, Afrika pamuk sanayini geliştirerek yerli halka ucuz pamuklu mallar sağlamayı amaçlayan tarım iktisatçılarının ve iktisatçıların teknik kararlarını mukayese ediyor. Ancak Dardenne, ilk kararın politikacılarca değil de teknisyenlerce, yâni ordu tarafından alındığı gerçeğini görmezden geliyor. Teknisyen demek mühendis demektir fikrine sıkıca sarılıyor. Gerek ordunun gerekse hava kuvvetlerinin ve hatta kimi zaman yönetimin teknik karakterini ihmal ediyor.

Yaygın olan bu ihmal, sık sık, iyi bilinen kimi çıkar çatışmalarının yanlış yorumlanmasına yol açmaktadır. 1938’de pek çok insan, Nazi Partisi ile teknisyenler, hatta ordu arasında husumet bulunduğunda ısrar ediyordu. Ancak 1944’te iktidarı fiilen kırıldıktan sonraki Hitler üzerindeki teşebbüs hariç bu “çatışma” bir yere varmadı. A. Ciliga ve Stolypine, benzer bir durumun Sovyetler Birliği’nde de olduğunu söylüyor. Ciliga’ya göre, kitle örgütleri ve sendikalar kanalıyla siyasal iktidarı elinde bulunduran komünist bürokrasinin yanı sıra, güçlü bir şekilde örgütlenmiş, partizan olmayan ve kendi korporatif organizasyonunu oluşturmuş bir “teknik entelijansiya” (ITR) da bulunmaktadır. Tüm teknisyenler ITR’ye mensuptur. Ekonomik yapı giderek teknisyenlerin faaliyetine dayandıkça ITR’nin rolü de daha bir önemli hale gelmiştir. Beş yıllık plan benzeri olmayan bir teknik çerçeveye işaret etmektedir. Komünist Parti ile ITR arasında bir çatışmanın olduğu öne sürülmektedir. ITR, Komünist Parti’yi kovmaya çalışmaktadır çünkü Parti (a) teknik gelişmeye köstek olmakta; (b) işçiler arasında hoşnutsuzluk yaratmakta; ve (c) kararlan araşma teknisyenlerin kabul edemeyeceği belli motifleri sokmaktadır. Böyle bir çatışmanın varolması mümkündür. Belli işaretler bunu gösteriyor. Komünist Parti’nin sabotajcı korkusu propagandadan ibaret değil kuşkusuz. Fakat bir yargıya varmamızı sağlayacak yeterlilikte işaret yok.

Moltchanowski, öne sürülen bu çatışmanın bir başka boyutunu sergiliyor. Kendi metotlarım teknik gelişmelere uyduracak değişiklikleri yapmaktan aciz birçok bürokratik ve geri teknisyenler sınıfından bahsediyor. Planın yerine getirmesiyle meşgul olan bu sınıf, verimliliği artırmak yerine, cahilce işçilerin sayısını veya çalışma saatlerini artırıyor. Eski çalışma yöntemlerinde ısrar, yeni mekanik araçları etkisizleştiriyor, ekipmanların bakımında kullanılan işgücünün büyüklüğü nedeniyle verimi daha da düşürüyor. O halde sorun şudur: İşçiyi makineye adapte etme sorumluluğunu kim üstlenecektir? İşçiyi kim eğitecektir? Cevap, Komünist Parti’nin yerel şubeleridir.

Bu çatışmanın unsurlarının karmaşıklığı açıktır. Megalo-manyak, yoz politikacılarla çarpışmak için öne atılmış teknisyen-baş melek imajını çekincesiz kabul etmek de zor. Yine de, Nazi Almanyası’nda olduğu gibi Sovyetler Birliği’nde de iki sınıf arasında bir çatışma olması mümkündür. Fakat rejimde bir değişiklik meydana getirmek için bu çatışmaya bel bağlanamaz. C. Wright Mills’in gösterdiği gibi, hangi rejim altında olursa olsun yöneticiler icracı yetkililer olmanın ötesinde bir şey değildirler. Açıkça ve kurumsal olarak, kendilerini efendilerine karşı konumlandırabilecek bir konumda asla değildirler. Buna karşılık, efendiler de karmaşık (ve gizli güç) yönetici kadrolar olmaksızın tamamen güçsüzleşirler.

Demokratik rejimlerde politikacıyla teknisyen arasında gerçekten bir çatışma vardır, ama bunun pek keskin olmadığı görülmektedir. İki soru gündeme geliyor. Birincisi, çatışmanın diktatörlüklerde nasıl olup da daha büyük olduğudur. İkincisi ise, demokrasilerde teknisyenlerin, ciddi hiçbir direnç aracına sahip olmayan politikacılara neden üstün gelemediğidir. İkinci sorunun cevabı, politikacılarla teknisyenler arasında doğal ve kaçınılmaz bir çatışma olduğu fikrinden kurtulmamızı sağlar. İlk sorunun ise basit bir cevabı var. Bir diktatörlükte politikacı daha talepkârdır, ağırlığım daha fazla hissettirir. Öyle ki teknisyenlere, politikacının kararlarını hoşgörüyle karşılamak oldukça zor gelir. Ancak bu durumda, teknisyenlerden en fazla diktatörlüklerin faydalanmasını, her şeyi onun yargısına bırakmasını, her şeyi teknik sisteme entegre etmesini nasıl açıklarız? ITR’nin anlamım beş yıllık plandan aldığı, planın kendisinin de politikacıların bir ürünü aldığı gerçeğini nasıl açıklarız? Sovyetler Birliği ve Almanya’nın politikacıların egemenliği altındaki fevkalade bir teknik yükselişine ne diyeceğiz? Bu iki rejimin de istikameti teknik yöndeydi. Teknisyenler niye şikayet ediyorlar ki?

Bunun cevabı, çatışmanın politikacılarla teknisyenler arasında değil, farklı kategorilerdeki teknisyenler arasında olduğudur. Diktatörlüklerde politikacı, başarıyla veya başarısız, bir siyaset tekniğinin taleplerine uymayı amaçlar. Demokratik sistemlerdeyse politikacı, yalnızca kendisini yeniden seçtirecek bir tekniğin icaplarına uyar. Çeşitli teknik hizmetlerin tamamına erişebilmekten uzaktır. Sayısız teknik faaliyetlerden hiçbiriyle doğrudan bir ilişkisi yoktur. Diğer yandan, diktatörce bir sistemde politikacı, genellikle teknisyene dönüşme eğilimindedir ve sırf bu nedenle de diğer tekniklerle çatışmaktadır.

Yeni siyasal teknik, tüm tekniklerle ilgili olma, aralarında gerçekten bir sentez gerçekleştirme iddiasındadır. Gerçek işlevinin sentez olması kuvvetle muhtemeldir. Ancak sentez ilk denemede başarılamaz; bu iddia da diğer teknisyenlerce kolaylıkla kabul edilmez. Bir adaptasyon krizine tanık oluyoruz. Siyasal teknik, hayata geçirilmiş olmaktan çok uzak olup daha kekeleme aşamalarında bulunmaktadır. Yine de, Orta Çağlarda teolojinin ya da 18. yüzyılda felsefenin yaptığı gibi, sentez bilimi olma iddiasını öne sürmektedir. Bir mühendis politikacıların kararlarını protesto ettiğinde, politikacının kendisini aldattığı, gerçekte oldukça bilgisiz olduğu gerekçesiyle mühendis haklı görülebilir. Fakat mühendis de politikacının kararırım gerisindeki teknik dürtüleri bilmeyebilir. Siyasal tekniği sentez düzleminde yargılamak için gerekli unsurlara dair bir anlayışı yoktur mühendisin. Bu, gerçekten bir adaptasyon krizidir; ama tam da adaptasyon sözkonusu olduğu içindir ki çatışma rejimin devrilmesine yol açmamaktadır.

Pratik açıdan bakıldığında benzer bir kriz, bir siyasal teknik oluşturma girişiminin henüz başladığı demokratik sistemlerde yoktur. Bununla birlikte İngilizler, devlet işlemlerine bir teknik getirmeyi, böylece de politikacılarla teknisyenler arasındaki çatışmaları daha keskinleşmeden çözmeyi uzun zamandır istemişlerdir. 18. yüzyıldan bu yana İngilizler kanun yapma tekniğiyle iştigal etmişlerdir. 19. yüzyılda Arthur Seymonds ve Bellanden Ken ile birlikte İngilizlerin açık hedefi, yasama işlemlerinin rasyonelleşmesi ve sistematikleşmesiydi. Düsturları şuydu: Kodifikasyon, Pekiştirme ve Arındırma. İngilizlerin teknik reformları, yasal projelerin yöntem birliği içinde teknik açıdan redakte edilmesiyle, hülasa ve tabloların da redakte edilmesiyle sonuçlandı. Büyük Britanya’da bu çaba son birkaç yılda bakanlık seviyesinde yeniden başlatılmıştır. Teknisyenlerle rekabete edebilmek ve daha fazla verimliliğe ulaşabilmek için politikacılar, kabine seviyesinde hükümetin yeniden organizasyonuna giriştiler. “Daimi komiteler” denen ve her birinin kesinkes tanımlanmış uzmanlığı olan çok sayıda komite kurmak suretiyle işlerini sistematik biçimde paylaştırdılar. Bu komitelerin koordinasyonu, büyük bir orijinal organ olan kabine ofisi tarafından sağlanıyor. Kabine ofisi, daimi bir sekreterin yönetimi altındaki az sayıda iyi eğitimli memurdan oluşur. Görevi, kabinenin ve onun komitelerinin gündemini hazırlamak, toplantıların tutanaklarını tutmaktır. Bu ofisin öneminin artmakta olduğunu görmek ilginçtir. Üstlendiği teknik işlev, tüm siyasal komplekse bir tür üstünlük sağlamaktadır.

Benzer şekilde ABD de, politikacılara karşılık gerçekten bağımsız siyasal teknisyenler sınıfı oluşturma ve politik karar organını teknik hazırlık organından tamamen ayırma yönünde bir istek göstermiştir. Uzmanın görevi, politikacıya, kararlarını da- yandırabileceği bilgi ve tahminleri sağlamaktır. Açıkça tanımlanmış bir sorumluluk paylaşımı, şu işlevsel bölünmeye tekabül etmektedir: Yani, uzmanın sorumluluğunun olmamasına. Sorun, her şeyden önce, teknisyenin bağımsızlığım sürdürmektir. Teknisyen, baskılardan, nüfuz rekabetlerine bulaşmaktan ve idarenin üyelerinin kişisel çekişmelerinden kaçınmalıdır. Teknisyen görevini tamamladığında, politikacılara, mümkün olan çözümleri ve muhtemel sonuçlan gösterir. İşi de orada biter.

Ne yazık ki Amerikalılar, objektif açıdan bakıldığında giderek önem kazanan aksi problemi dikkate almamaktadır. Uzman, gerekli yöntem ve araçlara işaret etme görevini etkili biçimde yerine getirdiği zaman genellikle bir tek mantıksal, kabul edilebilir çözüm vardır. Bu durumda politikacı, tek makul çözüm olan teknisyenin çözümü ile, makul olmayan ve riski kendisi alarak gerçekten deneyebileceği diğer çözümler arasında bir seçim yapmak durumunda kalacaktır. Böyle bir durumda politikacı kendi sorumluluğuyla kumar oynamaktadır, çünkü teknik açıdan doğru olmayan çözümleri benimserse yanlış yapma şansı çok yüksektir. Aslında politikacının artık gerçek bir tercihi yoktur. Karar, hazırlık kabilinden teknik çabalardan otomatikman çıkar. Hatta Jungk’un iddiasına göre, ABD’de çok ileri teknik seviyelerde tartışmasız kararlar, Ulusal Standartlar Bürosu’nun hizmetindeki “elektronik beyinlerce” zaten alınmış durumdadır -mesela, “Washington Kehaneti” ismi takılan EAC tarafından. EAC’nin, General MacArthur’un planının tüm stratejik ve ekonomik değişkenlerini içeren denklemleri çözdükten soma onu geri çağırma kararını veren makine olduğu söylenir. Mümkün olan tüm çekincelerle verilmesi gereken bu örnek, Amerikan hükümetinin bu tür bilgisayar araçlarına politikayı ilgilendiren pek çok ekonomik sorunu sunduğu gerçeği de teyid etmektedir. Henüz bu aşamada olmadığımızı kabul etsek bile, bizatihi araştırma, yönetim ve organizasyon tekniklerinde gerçekleştirilen her gelişmenin siyasetin güç ve rolünü azalttığını söylemeliyiz.

Sonuç olarak teknisyenlerle politikacılar arasındaki karşıtlık, politikacıyı gerçek bir ikilemle karşı karşıya bırakır. Politikacı, ya bir demokraside neyse o olacaktır ki bu durumda da rolü, her türden teknisyenin rolüyle mukayese edildiğinde giderek çok azalmaya mahkumdur (finans alanında şimdiden görülen bir durumdur bu); ya da politikacı, politik teknik yolunu seçecektir ki bu durumda da adaptasyon krizi kaçınılmaz bir şekilde kendini gösterecektir. Eğer politikacı gerçekten varolmaya devam etmek istiyorsa, ikincisini mümkün olan tek çözüm olarak seçmelidir. Diğer tüm alanlarda tekniklerin varlığı onu bu tercihe zorlar. Bu durumda bile, yavaş yavaş gerçek güçten mahrum bırakılır, sembolik bir konuma indirgenir. Bu teknikler, ona bir politik tekniğe geçmesi için hem imkanı hem de mecburiyeti sunar. Geçici bir deneme biçimi olan diktatörlük anlamına gelmiyor bu. Göreceğimiz üzere, siyasal perspektifin kaçınılmaz ve radikal bir dönüşümü anlamına geliyor. Nazi diktatörlüğü ve Stalin rejimi, tamamen özdeş olmak zorunda değildir. Lenin’in bir politik teknik geliştiren ilk kişi olduğunu belirttim. Lenin’e göre (Stalin de bunu fevkalade iyi anlamıştır), politikacı geleneksel anlamıyla ne bir teorisyendi ne de bir devlet başkanı. O bir teknisyendi.

Lenin’in anlayışı, siyaseti, diğerleri gibi bir teknik yapıyor. Ama aslında onlardan üstün bir tekniktir, zira diğer faaliyet alanlarım koordine etmekle görevlidir. Siyasi kararlar, teknik dürtüler sayesinde alınırlar. Bu tür siyaseti hem solun doktriner komünizminden hem de kararlarını yalan durumla ilgili ve değişken sübjektif dürtülere, izlenimlere ve gerekçelere dayanarak alan daha eski oportünizmden ayıran da işte bu gerçektir. Stalin verili bir organizasyonu modifiye ettiğinde yahut bir planın içeriğini değiştirdiğinde bunu gerçeklerin baskısı altında değil gerçeklerin bir fonksiyonu olarak, kesin bir tekniği uygulayarak yaptı. Elbette, bir tekniği kötü uygulamak mümkündür. Tekniğin henüz tam olarak geliştirilememiş olmasından dolayı belli hatalar sürebilir. Fakat önemli olan şey, politikacının, teknisyenin çizdiği hattı izlemek zorunda olmasıdır. Komünizmde klasikleşmiş eğilim budur. Bu eğilime göre Marksizm, bir doktrin değil, bir yöntemdir; bir düşünce ve eylem yöntemi. Siyasal teknik, yeterince anlaşılmamaktadır; belki de bilinmemektedir -her şeyden önce sonuçları açık değildir. Bir bütün olarak komünizme mi yönelmiştir? Ya da Lenin’le birlikte, strateji (gerçekten komünizme yöneliktir) ile taktikler (yakın siyasi sorunların stratejiyle bağlantılı biçimde çözüldüğü daha spesifik teknik kısmı temsil etmektedir) arasında bir ayrım mı yapılmalıdır? Taktik kararlar hep, koordine edici tüm büro ve organlardan çıkan tüm teknik verileri tatmin etmek amacıyla rasyonel biçimde alınır. Stratejiyle taktikler arasındaki aynın, parti çizgisinin en sansasyonel zigzaglarını anlamamızı sağlar. Örneğin, eski komünizme karşı 1937’deki tavır, Nazilerle 1940 paktı, 1943’te kilisenin komünist çerçeveye dahil edilmesi, “formalizme” karşı 1947’deki tavır, 1949’da planın yazarlarına karşı tavır. Bu taktik değişimlerin hepsi, büyük bir kesinliğe dayanan teknik nedenler temelinde açıklanabilir. Başı dertte politikacıların keyfi davranışları değildir bunlar. Teknisyenlerin artan etkisi, 1953’te, beş teknisyenin Bakanlar Konseyinin beş başkan yardımcısı olarak seçilmesiyle daha bir vurgulandı.

Hitlerizmin ortaya çıkardığı sorun çok farklıydı. Hitler, kararlanın teknisyenlerin önerileri olmaksızın, hatta sık sık da önerilerin hilafına alan bir politikacıydı. Kararlan, sübjektif, içeriden kaynaklanan dürtülerle motive ediliyordu. Nazi aygıtının teknikle devletin kaynaşmasını en iyi anlamış ve uygulamışlardan göründüğü düşünülünce bu davranış daha bir olağanüstülük kazanır. Naziler, tüm teknikleri mümkün olan en azami boyutlarıyla kullandılar; her iki kategoriye de girebilecek bir durum olan siyaset dışındaki teknikleri kendi hizmetine indirgedi. Böyleyken bile, siyasetin gelişigüzel müdahalelerde bulunduğunu varsaymak her zaman doğru değildir. Pek çok kere Nazizmin en katı doktrinleri teknik icaplara boyun eğmek zorundaydı. Bu nedenle, Nazi propaganda tekniği, iki kere, halk açısından popüler ama aynı zamanda Nazi doktrinine tümüyle karşı eyleme başvurdu. Birinci olay, 1935 yılında “teyid” plebisiti zamanındaki büyük propaganda kampanyasıydı. “Biz, demokrasilerden daha demokratiğiz”. Plebisitin amacı, Führer’in gerçek bir cisimleşmiş hali olduğunu, bu nedenle de Nazi rejiminin Fransa’nın oldu gibi yapay bir demokrasi olmayıp gerçek bir demokrasi olduğunu göstermekti. İkinci olay, özgürlük namına yürütülen büyük propaganda kampanyasıydı. “Avrupa insanının özgürlüğünü savunuyoruz”. Yaygın bir şekilde kullanılan ama resmen Hitler doktrinine karşıt olan bu iki tema, propagandanın teknik icaplarından kaynaklandı. Nazilerin finans tekniklerinin çoğu kere onları doktrine ters hareket etmeye yönelttiği de bilinmektedir. Örneğin, “fahri Aryan” yapılan Yahudilerin veya rejimin başlıca dayanağına dönüşmüş ve Üçüncü Reich’in finansal organizmasına entegre edilmiş olan belli kapitalistlerin durumunda olduğu gibi. Bununla birlikte, Hitler’in kişisel politik kararları sık sık devletin tekniklerini bozdu. Çatışına, Hitler ile genelkurmay arasında bilhassa belirgindi. Ama polisle ve dış ticaret organlarıyla da bir çatışma vardı. Hitler, teknisyenlerin onaylamadığı belli tedbirlerin benimsenmesini emrediyordu. Nazizmin çöküşünden sonra da teknisyenler, her zorluğu ve talihsizliği keyfi kararlara bağladılar. Her halükârda, Hitler’in kişisel kararlarının çoğunluğunun, özellikle askeri açıdan talihsiz oldukları pekala söylenebilir.

Geleceğin Hitler’inki türünden siyasal eylemlere değil, Stalinvari eylemlere ait olduğu açıktır. Kimi önemli politik şefler yine de bu teknikleri bypass edebilir ama onların dununu giderek daha rizikolu görünüyor. Politikacıyla teknisyen arasındaki çatışmada yozlaşma çok daha ciddi bir meseledir. Siyasal ortamlar çok genel olarak yozdur. Gerek Fransa ve Birleşik Amerika gibi demokratik rejimlerde gerekse Faşizm, Frankoizm ve Nazizm gibi otoriter sistemlerde su götürmez bir gerçektir bu. Sovyetler Birliği hakkında gerçekten konuşamayız. İktidar sarhoşluğu ve zengin olma fırsatı politikacıları çok çabuk yozlaştırır. Devletin teknikleşmesine paralel olarak politikacılarla teknisyenler arasında artan bir temas vardır. Teknik genellikle politikaya üstün gelmesine ve teknik kararlar parlamenterler nezdinde su götürmez olmasına rağmen, tekniğin geçişinin önü yozlaşma tarafından kesilebilir. Teknisyen bir insandır; yoz bir insanla temasta olduğunda da kendisini de pekala yozlaştırabilir. Tekniğini bir kenara itebilir, tekniğin katı uygulamasının gerektirdiği kararlan iptal edebilir ve teknik eylemi yanlış yola saptıran bir kayırmaya veya özel ayrıcalığa tevessül edebilir. Böyle bir durumda, siyasetin tek gerçek amaçları olan genel çıkarlar artık tekniği kontrol etmiyordur; teknik eylemi kontrol etmede çok daha etkin olan özel çıkarlar ediyordur. Saf teknik, genel çıkarları, gerçek siyaseti temsil eder ve yozlaştırıcı unsuru özel, bu niteliğiyle politik açıdan yok olan nedenlerle temsil eden politikacıya da karşıdır. Politikacıların yozlaşması, devletin dev bir özel teknik aygıta topyekün dönüşmesini engelleyen tek faktördür. Böyleyken bile, bu dönüşüm hareketinin ivmesi artırılmakta; kamuoyu da bunun başarısı için yönlendirilmektedir. Otoriter rejimlerde bile hayli önem taşıyan kamuoyu, genellikle ya “partizan” ya da “idealist” olarak tanımlanan politik kararların aksine teknik kararlatın neredeyse tamamen lehin- dedir. Siyaset aleyhinde şimdilerde dile getirilen şikayetlerden biri de kamuoyunun genellikle kendi başlarına iyi saydığı tekniklerin normal faaliyetini sekteye uğratmasıdır. Vatandaşlar, örneğin devletin havacılığın gelişimini duraklattığını görünce kızıyorlar. Politikacıyla teknisyen arasında bir çatışma durumunda teknisyen kamuoyunu arkasına alır. Karakteristik bir örnek İspanya’da yaşandı. İspanyol faşizmi, İtalyan faşizmine yapıldığı gibi, 1945’te kınanmış olmalıydı. Bunu yapmak için siyasal, duygusal ve doktrinel nedenler vardı. Ancak askeri teknisyenler bunun bir felaket olacağım söylediler; ekonomik teknisyenler de hemfikir oldular. ABD ve İngiltere, Franco’nun yaşamasına izin verdiler. Sının kapatan Fransa’yla dalga geçildi. Özellikle 1944 sonrasında keskin bir şekilde anti-faşist olan kamuoyu, Fransız hükümetinin bu tavrına daha sıcak yaklaşmalıydı. Gerçekten ilk saik, İspanya’yı kınamaktı. Ancak teknisyenlerin böyle bir tavrın ekonomik ve finansal açıdan (dış ticaret düzleminde) zararlı olacağını göstermelerinden sonra kamuoyu değişmeye başladı. Hiçbir netice doğurmayan asil bir jest olan ideolojik tavır ile böyle bir ideolojinin saçmalığım gösteren teknisyenlerin hükmü arasında katı bir mukayese yapılıyordu. Kamuoyu yaklaşık altı aylık bir süre yalpaladıktan sonra teknisyenlerin yönüne döndü.

Bunun bir kişisel çıkar meselesi olduğu söylenebilirini? Fransız halkının ezici çoğunluğunun bu meselede doğrudan bir çıkan yoktu. Ancak, teknik bir karara mutabık kalmanın her zaman bir kişisel çıkar meselesi olduğu unutulmamalıdır. Teknisyenlere gelince, onların neden varmış oldukları yargıya vardıkları sorulabilir. Açıkçası onlar, içinde cömert ve duygusal saiklerin yerinin bulunmadığı teknik araçlarım uyguluyorlardı. Teknisyenler olarak teknisyenler, bize, sının kapatmanın bir felaket olacağını söylediler. İnsan olarak ise, bu tavrı ideolojik nedenlerle onaylamış olabilirlerdi. Teknisyenlerin hâlâ insani yargılar verebildikleri kesin olmaktan uzaktır. Gerçi ayrı bir meseledir bu.

Devletin dönüşümü ve sonrasında teknisyenlerin hakimiyeti iki unsuru içerir. Birincisi, teknisyen, milleti politikacıdan çok farklı ele alır. Onun için millet esasen yönetilecek bir meseledir, çünkü o (haklı olarak) tekniğin özel kökeniyle meşguldür. Sonuçta, özel ve kamusal alanlar zayıf bir şekilde sınırlandırılır. Teknisyenin tüm hesaba katabildiği şey, kendi araçlarının uygulanmasıdır -devletin hizmetinde mi yoksa başka bir şeyin hizmetinde mi olması fazla bir önem taşımaz. Onun açısından devlet, halk iradesinin ifadesi, Tanrının yaratması, insanlığın özü veya bir sınıf savaşı biçimi değildir. Gereği gibi işlemesi gereken belli hizmetleriyle bir teşebbüstür devlet. Kârlı olması, azami bir verimlilik yaratması ve emek sermayesi için de milleti alması gereken bir teşebbüs.

Teknisyenin devlet üzerindeki etkisi, yalnızca, idari kararlarıyla empoze ettiği koşullara veya çizdiği iyi organizasyon şemasına dayanmaz. Aynı zamanda, hükümette ve idarede verimliliğe dair ulaştığı yargılara dayanır. Kamusal muhasebe sisteminin dönüşümünü tartışmış bulunuyorum. Bunun yeni ve güzel bir örneğine Hollanda’da rastlıyoruz. Orada mesele, devlet hizmetlerinin verimliliğini bu hizmetlerin maliyet fiyatlarının bir fonksiyonu olarak değerlendirmektir. Bize söylenen o ki, her organizasyon prensip olarak insanlar, amaçlar ve araçlar arasında bunların üretken verimliliği açısından geçerli bir ilişki kurmalıdır. Şimdiye kadar tamamen ekonomik bir konsept olarak görülen verimlilik, son birkaç yılda kendini siyasi çerçevede de gösterdi. Her idari işlemin maliyetini hesaplamak ve marjinal hasıla kuralını uygulamak gerekir. Fonlar her bir daireye hizmet yoluyla kurulan bir standart temelinde tahsis edilir. Modern çift girişli muhasebeyi getirmekle faaliyetlerin her düzeyde sürekli izlenmesi ve fiili ve standart harcamalar arasındaki ilişkiyi kurmak mümkündür. Bu şekilde, teknisyenin yasası idari bakış açısını dönüştürmektedir. Her idare, işçinin Taylor’un ellerinde bir nesneye dönüşmesi gibi, bir nesneye dönüşür. Siyaset hedefi belirler, ama teknisyen son noktasına kadar araçları dikte eder. Bu gidişatın ayrıntılı bir tarifini Gabriel Ardanf m kitabında bulabiliriz.

Bütün bir idare, işlemleri giderek titizleşmesi gereken bir makineden ibarettir. Bu şekilde, James K. Feely Jr.’ın sözleriyle “amaç ile uygulama arasındaki şans marjı’nın neredeyse hiç olmadığı o ideolojik duruma ulaşılır. Feely’e göre, bu marj ne kadar küçülürse uygulama üzerindeki kontrol de o derece mümkün olur, kestirilebilirlik katsayısı o derece artar. Böyle bir durum, tüm idari birimlerde azami güvenliği sunar; Feely’nin teorik bir ideal olarak önerdiği şey pratik hale gelir. Bu başarının tek bedeli, idarenin bir aygıta, memurların nesnelere, milletin de emek sermayesi tedarikçisine dönüşmesidir.

Her türden maddi alt katmanları (insan, para, ekonomi filan) beslemesi açısından teknik millet, teknik devletin nesnesine dönüşür. Devlet de, milletin araçlarım kullanmaya tasarlanmış bir makineye dönüşür. Devletle millet arasındaki ilişki, bu nedenle, önceden olduğundan tamamen farklıdır. Millet, artık temelde insani, coğrafi ve tarihi bir varlık değildir. Kaynakları işletilmesi gereken, kendisine bir “hasıla”nın geri döndürülmesi bir ekonomik güçtür. Bu hasılayla bağlantılı olarak eski teknisyenler maksimum kavramım kullanırken yeniler optimum kavramım kullanıyor. Maksimum hasıla, devletin kaynaklarım kısa bir süre içerisinde tüketen, değerini düşüren hasıladır. Optimum hasılaysa, özü ve hayatiyeti korumaya çalışan hasıladır. Durum böyle olsa da, milleti, karşılıklı olarak birbirlerini belirleyen tüm teknikler işin içine girmiş oldukları için toplam kaynaklan harekete geçirilen bir varlık olarak değerlendirmeliyiz. Teknisyen, bir kere işlemlerine başlayınca sınır tanımaz. Millette “eşyanın tabiatı” hariç hiçbir şeye saygı duymaz. Bu, zamanımızda çok belirgin olan devlet-milletin bütünlüğünü daha da geliştirir.

Ulusal düzeyde geçerli olan şey, uluslararası örgütlenme düzeyinde de geçerlidir. Uluslararası mutabakatı geliştirmek amacıyla tasarlanmış siyasi organizmaların yaşadığı radikal sıkıntıların ışığında, ileri çabalan bu hatlar çerçevesinde bir teknisyenler grubuna teslim etme karan verildi. Tamamen ulusal çıkarların değil de kullanılacak alanların uluslararası ele alınması bir birlikteliğe elverişlidir. Sonuçta, 1949 yılında, 550 bilim adamı ve teknisyenden oluşan büyük bir topluluk, dünyanın doğal kaynaklarının en iyi nasıl kullanılabileceğini tartışmak üzere Lake Success’de bir araya geldi. Bu tür uluslararası projeler ülke içi benzer projelerden çok daha az gelişmiştir. Politikacıların teknisyenlere tepkisi de aynı şekilde daha lehtedir. Bu durum, 1949’da Strasbourg’da Avrupa Ekonomik İşbirliği Teşkilatının (tamamen teknik bir grup) toplanmasında açıkça ortadaydı. Amerikalılar, bu teşkilatın teknik durumun imkan verdiği hızda ilerlemediği kanaatini taşıyordu. Ulusal düzeyde zaten gözlemlemiş olduğumuz teknisyenlerin aynı “ele geçirmelerinin” şimdi uluslararası düzeydeki başlangıcına tanık oluyoruz.

Devletin dönüşümü ve teknisyenin egemenliğinde ima edilen ikinci unsur, teknik gelişmenin önündeki ideolojik ve moral engellerin tedricen kaldırılmasıdır. Devletin eski teknikleri, tümüyle teknik unsurlardan ve adalet gibi manevi unsurlardan oluşan bir yapıydı. Manevi unsurlar bugün bile tümüyle ihmal edilebilir değildirler -her ne kadar resmi söylemde kendilerine atfedilen onurlu yeri hiçbir şekilde işgal etmiyorlarsa da. Özel kişilerce kullanılan teknikler genellikle saf halleriyle tekniktirler ve moral unsurlar katıp karıştırılmamıştır. (Bilahare göreceğimiz üzere bu tesadüfi bir gerçek olmayıp, tekniğin o gerçekliğinin sonucudur). Devlet, sadece kanun ve nizama saygıyı sürdürmekle değil, yurttaşları arasında adil ilişkiler kurmakla da görevlidir. Bu nedenle de özel kişilerin saf tekniklerine sınırlar koyar. Sonuçta, liberal devlet başlangıçtan beri patlayıcıların, sağlığa zararlı maddelerin serbestçe üretimini yasaklamıştır. Daha üst seviyede de, anti-tröst yasalarıyla (ABD’de olduğu gibi), toplumsal adaletsizliğiyle meşhur bir ekonomik teşkilatlanma olan tröstlere karşı mücadele etmiştir. İşçilerin mekanik tekniklerce istismar edilmesini sınırlayan mevzuat da çıkarmıştır. Adalet alanında devlet, özel teknik istismarlara karşı bir engel, bir fren olmuştur. Ancak teknik devlet tekniği olduğunda, teknik araçlar devletin eline geçtiğinde devlet eski mantığına sarılmış mıdır? Tecrübe, buna olumsuz cevap vermeyi gerektiriyor. Özel kişilerin elinde bulunduklarında devletin fren uyguladığı teknikler, devletin kendisi için kontrolsüz hale geldiler. Bu açıdan bir kendi kendini sınırlama sözkonusu değildir.

İngiliz devleti uyuşturucu ticaretini yasakladı ama Hindistan ve Çin’de bunları alabildiğine kullandı. Faşist veya komünist olsun, her şeye kadir bir devlet, işçilerin korunması için çıkarılan yasalara uymaktan vazgeçer. (Komünist devlet, bunun, proletarya diktatörlüğü kuruluncaya kadar geçici bir çözüm olduğunu iddia ediyor ama gelecek olaylar hakkında yargıda bulunanlayız). Bu sadece “prens yasalarla bağlı değildir” meselesi değildir; çok derin bir şeydir. Devlet, insanlarla teknikler arasındaki tek bariyerdir, ama geometrik olarak artan teknik kadim raison d’etat  ile karşılaştığında bir bariyer olmaktan çıkar. Devletin tabiatıyla belki de hiçbir ilişkisi olmayan bu sonuncusu, yine de tarih boyunca kesintisiz biçimde varolmuştur. Fakat raison d’etat kendisini ifade edecek araçlara hiç sahip olmamıştır. Mütemadiyen ve tutarsız biçimde çalışmış, kararlan da sık sık kötü uygulanmıştır. Bir gerçek olmaktan çok bir niyet olarak kalmış, ama potansiyel olarak hep ortalıkta görünmüştür. Temelde, devletin kendisini meşrulaştırmasını temsil etmiştir. Maneviyatın devlet tarafından inkarıydı bu kavram. Fakat devletin emrindeki araçların kendisi güçlü bir manevi etkiye maruzdu. Bu araçlar sonuçta ne teknik ne de manevi olarak, bu kollan olmadan güçten mahrum kalan raison d’etat’ya adapte edilmemiştir.

Sözgelimi, mutlak monarşi dönemimdeki Fransız Parlamentosu yahut Restorasyon dönemindeki Fransız yönetimi bu amaca adapte olmuş değildi. Fakat yeni teknikler eskilerini tasfiye ettiğinde eskiler iç engellerini kaybetti. Bu durumda devlet kendisini raison d’etat ile hemfikir olabilecek araçlara sahip buldu. Bu araçlara sahip olur olmaz da tereddüt etmeden onları uyguladı çünkü sonuçlarının mükemmelliğine dair hiçbir kuşkusu yoktu. Aynı zamanda, bireylerin faaliyetlerinin sonucu ve o zamana kadar devlet tarafından sınırlandırılmış olan diğer teknikler de daimi hedefini gerçekleştirmedeki faydalarını çok iyi anlayan devletin eline geçti. Bağımsızlığı olmayan bir yargıyı ve hiç yargılama yetkisi olmayan polisi kullanmaması devletten nasıl beklenebilir ki? Ancak bu karmaşık gelişmedeki en kayda değer gerçek, bundan böyle yalnızca raison d’eta’nın kendisini gerçekleştirmek için kullanmış olduğu tekniklerin çokluğunun ifadesi olabileceğidir.

Views: 33

Exit mobile version