Devletin yapısı, tekniğin değiştirdiği tek şey değildir. Siyasal doktrinler de değiştirilmektedir.
Her şeyden önce, aynı şeyin hem siyasal doktrinler hem de siyasal yapılar için geçerli olduğunu, bazılarının teknik kullanıma müsait bazılarınınsa olmadığını görüyoruz. Genellikle yeni doktrinler de (hepsini birden “Stalinist” damgasıyla damgalamanın aptalca olacağı halk demokrasileri doktrinleri gibi) benimsenmektedir. “Özgürlük düşmanlarına özgürlük yok”; “sadece işçi yurttaştır”; “devlet özgürlüğün teminatıdır; devlet ne kadar güçlü olursa o derece fazla özgürlük elde edilir”. Bu sloganlar, yaygınlaşmakta olan bir fikri temsil ediyor. Doktrinel unsurlar tam olarak devlet tekniklerinin gelişimine rastlıyor. Doktrin toplumsal durumu aynen ifade eder, bu yüzden de hayatidir. Çok sayıda vatandaş doktrine inanır. Genellikle etkin bir uygulama gösterir, yayılma eğilimi taşıyan bir güçtür. Diğer yandan, geleneksel demokrasinin doktrinleri -insan haklan, soyut yurttaş anlayışı, oy kullanmada eşitlik, iktidar ile özgürlük arasındaki çatışma- modern toplumsal gerçekliğe uyarlanmamaktadır. Bu nedenle, bu doktrinlerin hızlı sertleşme ve eskimelerine tanık oluyoruz. Bunları savunmak da gün be gün zorlaşıyor. Bir ölçüde teorik bir konsept olan bireysel özgürlüğe inanan Amerikalılar dışında muhtemelen kamuoyu da artık bunları tutmuyor. Fakat bir bütün olarak demokratik halklar, geleneklere, kesin doktrinlerden daha bağlıdır. Demokratik doktrin, her halükarda teknik gelişmeye ayak uyduramamaktadır ki onu yeni fetihler yapacak güçten mahrum bırakan bir gelişmedir bu.
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Bildirgesi gibi belgeler, tekniklerle çevrelenmiş bir insanlığa bir anlam ifade etmiyor. İnsanoğlunun teknikler karşısındaki durumunu (artık varolmayan kimi güçler karşısındakini değil) incelemek bizim sorumluluğumuzdadır. Özel teşebbüsler tarafından (1948’de grevler meselesinde işçilerin tavrının gösterdiği gibi) ve bizzat devlet tarafından (haklar bildirgesinin doğrudan bir ihlali olan savaş suçlarına dair 15 Eylül 1948 tarihli yasa örneğinde olduğu gibi) ceza görmeden ihlal edilebilecek bildirgeler hiç kimseye heyecan vermez.
Teknik, geleneksel demokratik doktrinleri eskitti. Normal bir durum olarak görülmeli bu, zira hiçbir siyasal doktrin ebedi değildir. Durumlar değiştiğinde doktrinler de değişmelidir. Tekniğin etkisiyle olsun veya başka türlü olsun gelişme gereklidir. Fakat bir gerçek yeni görünmüyor: sözkonusu olan basit bir doktrin değişimi değildir; siyasal doktrininin temelde farklı bir rol oynaması istenmektedir. 19. yüzyılda siyasal doktrin güçlü biçimde belirleyici, oluşturucuydu. Gerek tüm bir idealist ve romantik hareketle gerekse gelişmeye inançla uyumluydu bu. İnsanlar fikirlerin her şeye kadir olduğuna inanıyordu ve kendilerine adil görünen doktrinleri faaliyete geçirmeye hazırdı. Doktrinel dürtüler, 1789 Devrimi’nde birincil önemde rol oynadı. Doktrininin olmaması yüzünden 1. Napolyon gözden düşmüştü. 3. Napolyon’un üstesinden gelmeye çalıştığı bir eksiklikti bu. Cumhuriyetler, hatta monarşiler bile en fazla adil görünen doktrini uygulamak istiyordu. İçeriği ne olursa olsun siyasal doktrin başarılması gereken bir amaç koymaktaydı. Akla (tarihe değil) ve felsefeye dayalı en iyi yönetim biçimini temsil ediyordu. Mesele, ideali gerçekleştirmekti. Doktrin eylemin kriteriydi. Eylemin iyi veya kötü yapılmasından ziyade doktrin açısından geçerli olup olmadığını belirleyen şeydi. Marks bile bu düşüncedeydi. Ona göre de doktrin amacı ve eylem kriterini temsil ediyordu. Açıkça, doktrin siyasal hayata hakim oluyordu. Basit bir kendini beğenme değil, realiteydi.
Teknik gelişmenin devlet hayatına sokulmasıyla birlikte durum tamamen farklı hale gelir. Doktrin yalnızca açıklayıcı ve haklı göstericidir. Artık amacı temsil etmez; amaç, tekniklerin özerk çalışması tarafından tanımlanır. Artık eylemin kriteri değildir. Eylemin yegane kriteri, tekniğin doğru bir şekilde uygulanıp uygulanmadığım bilmeyi içerir ki bunu da hiçbir siyasal teori söyleyemez bize. Yaklaşık 1914’ten bu yana bu şekilde işler. Devlet kendi uygun teknikerinin işlemesi tarafından teknik icaplar temelinde kendi yönetim doktrinini oluşturmaya zorlanır. Bu icaplar eylemi tekniklerin imkan verdiği şekilde zorlar. Siyasal teori, eylemi ideolojik ve pratik boyutuyla (sık sık da saf teknik dürtülerine işaret etmeksizin) açıklamak için devreye girer. Son olarak, siyasal doktrin, eylemi meşrulaştırmak ve ideallere, moral ilkelere uygunluğunu göstermek üzere müdahale eder. Şimdinin insanı meşrulaştırma için epey bir ihtiyaç hissediyor. Yönetiminin sadece verimli değil, adil olduğuna kani olmayı istiyor. Ne yazık ki verimlilik bir gerçek, adaletse bir slogandır.
Bugünün siyasal doktrininin, devleti ve onun eylemlerini meşrulaştırmak için rasyonelleştirici bir mekanizma ve resmi gazetecilerle devlet adamlarının giriştikleri tehlikeli entelektüel akrobasinin kaynağı olduğu sonucuna varıyoruz. Kimi zaman bu bayların uğraşısı, tamamen adaletsiz eylemi demokratik ilkelerle bağdaştırmaktır. Bunun güzel bir örneği, Yatla arılaşmalarının bir sonucu olarak 1944’te İngilizlerin Yunanistan’a müdahalesiydi. Bu müdahale. Batı tipi bir demokrasi kurma bahanesiyle bir halk hareketinin (ELAS ve EAM’ın temsil ettiği) bastırılmasıyla sonuçlandı. Kimi zamansa bu adamların amacı, tamamen pragmatik bir eylemi meşrulaştırmak amacıyla bir hukuk doktrini oluşturmaktır. Bu rasyonelleştirme türünün şaheseri, “vesayet” teorisiydi. Hukuki olarak bu teori son derece iyi oluşturulmuştu, ancak uygulaması Birleşik Amerika’yı kaçınılmaz şekilde Japon adalarını işgale yöneltirken Sovyetler Birliği’ni ise herhangi bir düşman kolonisini işgal etmekten menediyordu. Bu “teorinin” istikameti açıkça görülüyor. İnanlığa karşı suçlar” hakkındaki tüm teoriler de aynı niteliktedir. Soykırım suçlaması, aslında mağlupları savaş suçluları olarak lanetleme ihtiyacının hukuki gerekçesidir.
1958 Fransız Anayasası bu eğilimin bir başka örneğidir. Fiili bir durumu meşrulaştırmak üzere yapılmıştır bu anayasa. Ancak komünistler, bu türün gerçek virtüözleridir. Marksist doktrinin tüm kemiklerini ayıklamışlar, onu bir yönteme indirgemişlerdir. Bu bir kere başarılınca doktrinle eylem arasında bir çelişki mümkün değildir. Sözgelimi, tüm halkların gelişmesinde “ulusal aşama”nın gerekliliği yönündeki Sovyet doktrinini (Afrika’ya Sovyet müdahalesini meşrulaştırmaya yönelik bir doktrin) düşünün. Tüm Sovyet eylemleri yöntemlerinin bir sonucudur. Aynı zamanda bir doktrin de olan yöntem de eylemi meşrulaştırmaya yarıyor.
O halde tek gerçek sorun, yönetimin doğru uygulanması sayesinde eylemin etkin olup olmadığını bilmektir. Sorun bu şekilde tamamen teknikleşir. Sıradan demokratik yöntemlerde doktrin ve yöntemin birliği, kendini kötü vicdan olarak gösteren tüm çelişkileri ortadan kaldırır. Bugünlerde, meşrulaştırmanın da sağlanabilmesi için yönteme sadakat gösterilmesi yeterlidir. Tüm teknikler gibi bu sadakat de sonuçlarla sınanmaktadır. Kuşkusuz, zaten doktrine inananların gözünde bir meşrulaştırmadır bu. Siyasal doktrinin eylemi objektif bir şekilde meşrulaştıracağını düşünmek bir yanılgıdır. Düşman, bu “meşrulaştırmaya” gerçekte hiç inanmaz -her ne kadar, kendisi de bunu kullandığı için pekala kabul edebilirse de.
Siyasal doktrinin rolünün bu dönüşümü, bugünün siyasal teorilerinin aşırı kibrini gösteriyor. Tüm sorunları çözmek için yeni bir dünya yapısı veya tüm ihtiyaçları tatmin edecek bir yeni siyasal rejim öneren Max Glass veya Röpke gibi teorisyenleri gördüğümüzde bu safdillik (kelimenin etimolojik anlamında) karşısında şaşkına dönüyoruz. Bu siyasi safdiller, hep, teorilerin eğitici bir gücü olduğunu, ilkeleri en iyi kitlelerin kendilerinin uygulayabileceğini ve ideal doktrinleri amaçlara dönüşeceklerini varsayarlar. Acılı gerçek odur ki bu tür düşünceler aşılmış, geride kalmıştır.
Doktrinlerin rolü siyasal teknik tarafından mükemmel bir şekilde sabitlenmiş olup başka hiçbir şey tarih veya teknikle baş edemeyeceği için siyasal doktrinlerin yakın gelecekte rol değiştireceklerini varsaymaya mahal yoktur. Öngörülerinin beyhudeliği yüzünden siyasal teorisyenlerimiz ciddiye alınamaz. Siyasal düzeyde temel olayları bile nasıl göreceğini bilmeyen ya da gazetede okuduğunu temel nitelikte sayan birini nasıl ciddiye alabiliriz ki?
Pek çok açıdan siyasal doktrinin bu dönüşümü belki de çok yeni değil. Yeni olan, 18. ve 19. yüzyıllarda doktrine sarfedilen dikkatti. Bu dönemden önce siyasal teorilerin bugün yaptıkları gibi meşrulaştırıcı rolü oynadıklarında kuşku yok. Yani, tüm bir Roma hukuku aygıtı emirlerinde olan 4. Philip’in danışmanları, bunu, sırf krallarının eylemlerine meşruluk görüntüsü kazandırmak için kullandılar. Aynı şey Richelieu ve kralların ilahi hakları teorisi için de geçerlidir. (Machiavelli’yi kasten söylemiyorum çünkü onun teorileri hiçbir zaman uygulanmadı). Gerçekte, bugün tanık olduğumuz acımasız geri dönüş aslında uzun bir geleneğe geri dönüştür. Güç güçtür, fakat hiç değilse bir adalet görüntüsü olmaksızın uygulanamaz. Doktrin, bu nedenle, iktidara bu adalet görüntüsünü kazandırmakla görevlendirilmiştir. Tekrar edelim ki bu hep böyle olmamıştır. Ancak şimdilerde iktidar teknik olduğu için bu entelektüel yapılar, meşrulaştırma sağlamanın ötesinde bir faydaya sahip değildir.
Views: 39