Son olarak; teknik, devletin totaliterleşmesine, vatandaşların hayatını tamamen absorbe etmeye neden olmaktadır. Bunun, tekniklerin devletin elinde toplanmasının sonucunda meydana geldiğini belirtmiş bulunuyoruz. Teknikler karşılıklı olarak doğurulurlar, bu nedenle birbirlerine bağlıdırlar ve tüm eylemlerimizi sıkıca kuşatan bir sistem oluştururlar. Devlet bu teknikler ağının bir tek kısmına bile sahip olduğunda bilinçli veya bilinçsiz olarak kendini yavaş yavaş tüm meseleyi ve yöntemi kendine çeker. Devlet azimli bir şekilde liberal ve demokratik olduğunda bile, totaliter olmaktan kendini alamaz. Ya ABD’de olduğu gibi doğrudan doğruya ya da aracı kişiler yoluyla totaliter olur. Fakat, farklılıklara rağmen tüm bu sistemler nihayetinde aynı kapıya çıkarlar. Bu gerçekleri tekrar etmeyeceğim, çünkü bunları yeterince vurguladığımı düşünüyorum.
Teknik, totalitarizmi bir başka elverişlilikten dolayı da doğurur; o da eylem biçimidir. Basit bir örneği, topyekün savaş örneğini ele alalım. Bir topyekün savaş teorisi olmuştur. Sonuçta da bazılarında biraz istek ve tercih sözkonusu olmuştur. Ancak tekniklerin eylemi bugünlerde savaşı mecburen topyekün yapmaktadır. Üç yüz milde dokuz mil hata yapan V2 silahlan ve roketleri gibi güdümlü füzelerin kullanımı, bunların büyük çoğunluğunun sivil nüfus üzerine düşeceğini varsaymaktaydı. Aynı şey, kıtalararası balistik füze için de geçerlidir. Bir ICBM, çok önemli alanlarda tüm hayatı yok etme kapasitesine sahiptir. Otomatik dönüş mekanizmaları, uçaksavar füzelerinin uçuşuna büyük bir kesinlik kazandırabilir. Ancak hedefler birbirlerinin yakınına toplanmış kara nesneleri olduğunda amacın kesinliğinin bir anlamı yoktur. Bombardıman uçaklarının oluşumu havada izole edilmekte ve onlara ateşlenen bir füze de illa ki askeri bir hedefi vurmaktadır. Fakat karada durum böyle değildir.
Otuz mil yan çapındaki bir alandaki her şeyi yok edebilen hidrojen bombası örneğinde durum daha belirgindir. Mümkün olan tüm tedbirlere rağmen hidrojen bombası sivilleri ve askeri olmayan hedefleri vurur. Burada topyekün yapmaya karar verip vermeme meselesi sözkonusu değildir. Sınırlamak isteseniz bile, araçları totaliter olduğu için savaş totaldir. Aynı şey sivil teknikler için de geçerlidir. Bunların etkilerini sınırlamaya matuf bir arzu olsa bile artık sınırlamak mümkün değildir. Filmlere sansür uygulamak bazen onlann konusunu sınırlayabilir, konformist bir ton veya ahlaki bir içerik kazandırabilir. Oysa özüne, yani filmlerin birey üzerinde bıraktığı şiddetli etki yoluyla bireyin ruhsal değişimine dokunmaz. Sonunda hissettiği duygu bireyin psikolojik kasılımını değiştirir, genellikle onu bir kitlenin parçası yapar. Bu etkiler, mümkün olan düzeltme araçlarının alanı dışında kalır. Daha doğru bir ifadeyle, yeni düzeltme araçları icat edilecektir. Mesela psikanalizi deneyebilir ya da haftalık performans sayısını sınırlayabilirsiniz. Fakat bu tedbirler insan ruhuna yeni bir tecavüz veya özgürlüğe yeni bir kısıtlama demektir.
Devlet tekniğinin her unsurunu da ele almak, zorlandığında her tekniğin totaliterizme yol açüğını göstermek mümkündür. Jacques Driencourt, farkında olmadan bunu propaganda açısından; Emst Kohn-Bramstedt de polis teknikleri için yapmıştır. Driencourt, propagandanın demokrasiyle bağdaştığını göstermeye çalışıyor, ama demokratik yönetimin propagandayı kendi ilkeleri dışındaki nedenlerle kurumlarına entegre etme mecburiyetinde kaldığını parantez içinde kabul ediyor. Demokrasinin totaliterizmle aynı uygulamaları, insan vicdanının aynı zedelenmesini ve konformizmin aynı teşvikini yapmaya zorlandığını kabul ediyor. Aslında o, bizatihi propagandanın totaliter olduğunu ortaya koyuyor. Propagandanın bir tekel değilse de demokratik olduğunu öne sürerken de kitabının başında kanıtladığı şeyi, yani propagandanın hep tekele yöneldiğini unutuveriyor. Gerçek şu ki devlet tam ve teknik bir propaganda sistemi kullandığında kaçınılmaz biçimde totaliterleşir. Driencourt, hayretle şunu kaydeder: “En liberal olmakla övünen ülke [yani ABD], düşünceyi yönlendirme tekniğinin totaliter uygulamalara en yakın olduğu ülkedir. Aynı zamanda, gruplar halinde yaşamaya alışmış insanların manevi temas noktalarını kurmayı uzmanlara en fazla bıraktıkları ülkedir”.
Polis gücüne gelince, teknikleştiğinde polis gücünün devlette öncü konuma yükseldiğine, yalnızca bir destek kurum değil temel bir kuruma dönüştüğüne dikkat çekmek gerekir. Kendini “devletin özü” şeklinde ortaya koyar. Tüm yasalardan muaf ve tam bir özerkliği elde eden bir gizemli varlık gibi görünür. Hamel’in dediği gibi, polis gücü, “hiçbir tarife sığmayan ve devlet egemenliğinin sınırlamaları dışında kalan irrasyonel çekirdektir”. Aslında, her şeyi kontrol eden açık bir totaliterlik de varolabilir. Çünkü, tekniklerin basit kullanımı ekonomide yaptığı gibi totaliter bir devlet yapısı doğurur.
Neden böyledir bu? Teknik bir kitle aracı olduğu için. Tekniği yalnızca kategoriler çerçevesinde düşünebilirsiniz. Teknikte birey için yer yoktur. Kişisel olanın teknik için bir anlamı yoktur. Teoride her bireyin özgün (özel) olduğunu elbette reddedenleyiz. Bireyin özgünlüğünü candan kabul ediyoruz. Fakat organizasyon ve eylem kuralları örneğinde bu özgünlüğü dikkate alamıyoruz. Özenle saklı tutulmalıdır; özgün olan sübjektif olanla özdeş olup kendini göstermesine imkan tanınmaz. Görünebilirse de bunu teknik yoluyla yapmak durumundadır; teknikte de özel olan yoktur. Teknik yöntemler bu yüzden bireyden soyutlanır, insan kitlelerinde ve kitlesel olgularda yaygın özellikler arar. Bu ortak özellikler olmaksızın ne istatistik, ne büyük sayılar yasası ne de Gaussiyen eğrisi, gerçekten hiçbir örgütlenme mümkün olmaz. Bireyden soyutlanma, kuşkusuz yalnızca akıl yürütme kolaylığı için biçimsel bir yöntem olma amacını taşımaktadır. Fakat biçimsel olan son derece reel olmuştur. İnsanı her taraftan kısıtlayan dünyayı doğurmuştur. O dünya ki insana, görünüşte sadece akıl yürütme kolaylığı için dışlanan alana bir çıkış imkanı bırakmamaktadır. Özel olanın somut biçimde canlandırılabileceği bir biçim artık yoktur, çünkü biçim tekniğin alanı olmuştur. Psikoteknik biçimindeki teknik, bireyi ele geçirmeye yani kalitatif olanı kantitatif olana dönüştürmeye çabalar. İki çözümün dışında başka çözüm tanımaz: kalitatif olanın dönüşümü ya da imhası. Tam bu çözümlerden birincisi nedeniyledir ki teknik totaliterdir. Devlet teknikleştiğinde o da totaliterleşir. Başka bir seçeneği yoktur.
Totaliter devlet sözü, kaçınılmaz biçimde klişeler ve ateşli görüşleri çağrıştırır. Fakat bunlar, tarihsel hatırlatma olmaktan öteye bir anlam ifade etmezler. Burada tartıştığımız totaliter devlet, önündeki her şeye azap çektiren, şeklini bozan, kıran merhametsiz ve ölçüsüz şey veya silahlı kabadayıların ve hiziplerin savaş alam, bir zindan yeri ve keyfilik hükümranlığı değildir. Bu şeyler elbette vardı; ama totaliter devletin gerçek karakteristiklerini değil, gelip geçici özelliklerini temsil ediyorlardı. Hatta, gayri insaniliğinde devletin insani boyutları oldukları bile söylenebilir. İşkence ve aşırılık, bunları bastırılmış bir iktidar ihtiyacını açığa çıkarmanın bir aracı olarak kullanan kişilerin eylemleridir. Bu bizi burada ilgilendirmiyor. Tamamen teknik ve totaliter devletin gerçek yüzünü ifade etmiyor. Böyle bir devlette faydasız hiçbir şey yoktur. İşkence yoktur; işkence, ruhsal enerjinin boşuna tüketilmesidir ki bu da kurtarılabilir kaynaklan faydalı sonuçlar üretmeden tahrip eder. Sistematik biçimde organize edilen bir kıtlık yoktur; daha ziyade, işgücünü iyi koşullarda tutmak için olan acil ihtiyacın kabul edilmesi söz konusudur. Keyfi olan bir şey yoktur, zira keyfilik, her şeyin “bir mantığının” (nihai değil, mekanik bir mantığının) bulunduğu tekniğin tam zıddını temsil ediyor. İrrasyonellik var gözükebilir; ama sadece teknikten hiç bir şey anlamayan kimse için. Radyoyu bilmeyen bir adama duymasa da etrafında müzik olduğunu söylemeye çalışmak gibi bir şey bu.
Totaliter devletin illa da totaliter teorileri yoktur; ne de mutlaka bunları ister. Aksine, totaliter doktrinler dediğimiz şeyler, teknik devletin açık hattını “ırk”, “kan”, “proletarya” gibi istisnai unsurlarla doldurur. Teknik devlet, sırf belli teknik araçları kullandığı için teknik devlettir. Ancak demokrasiler ile totaliter devlet denenler arasında büyük bir fark vardır. Hepsi aynı yolu izliyor, ama diktatöryal devletler tekniği kullanma imkanlarının bilincine varmıştır. Bunlardan ne gibi avantajlar çıkarılabileceğini biliyor, bilinçli istiyorlar. Onlara göre, kural, araçları hiçbir tahdit olmadan kullanmaktır. Diğer yandan demokratik devletler, bu bilinci elde edememişler, sonuçta da gelişmelerine ket vurulmuştur. Geleneğe, ilkelere, hukuki tasdiklere, kamusal ve özel bir maneviyat görüntüsünün sürdürülmesine dair kuruntular; bunların hepsi demokratik devlette hâlâ varlığını sürdürmektedir. İnsana dair kuruntuların da demokratik devletlerde varolduğunu söylemek belki çok ileri gitmek olur. Demokratik devlet, her şeyden önce çok özel bir insan tipiyle uğraşmaktadır; o da seçmendir.
Tüm bu kuruntular, her halükarda, güçten veya realiteden yoksundur. Şifahi sis perdesinden ibarettirler ve gerekli olduğu her zaman da demokrasiler bunları dikkate almazlar. Bu dış görünüş, artık bir gerçek topluluğa hiçbir şekilde tekabül etmiyor artık. Yalnızca bir topluluğun işaretlerini temsil ediyor. Bununla birlikte, böyle demek ne kadar içerikten yoksun olursa olsun, demokratik yaşamda hâlâ büyük bir öneme sahiptir; özellikle de demokratik yönetimleri, başka birtakım gerekçeler olmadan kendilerini teknik çizgisinde ortaya koymaktan önlemeye yaraması açısından. Burada, başka her yerdekinden daha fazla, gerekçeye ihtiyaç vardır. Böyleyken bile, demokrasiler hiç kimsenin gidermeye muvaffak olamadığı bir kötü yönetim bilincine sahiptir. Devlet, sadece teknik icapların önemli olduğunu teyid eden belirleyici adımı atmamıştır. Bu nedenle de iki şeyi yapmakta başarısız olmuştur: (tekniği kullanarak devletin neleri başarabileceğine dair) bilinç kazanma ve (engel olmak için acil hiçbir moral neden olmadığına karar vermek suretiyle) çılgınca yaşamak. Bu nedenle, bugün için demokratik devlet verili bir tekniği her kullandığında kendini meşrulaştırmaya, önerilen tedbirin gerekliliğini tartışmaya ve her şeyi sorgulamaya yeniden başlamalıdır. Uzun vadede teslim olmak zorunda kalacaktır ama şu an için kuruntuları buna bir mani teşkil etmektedir -tekniklerin fiili uygulamasında değilse bile (bu her halükarda imkansızdır). Demokratik devleti bir karara varmaya zorlamak için her zaman için bir “mevcut tehlike”, diktatöryal devletle doğrudan bir rekabet (ki burada eylem bir hayat memat meselesine dönüşür) olmalıdır.
Diktatörlüğün üstünlüğü tamamen teknikleri yoğun kullanmasından kaynaklanır. Demokrasinin bu meselede bir seçeneği yoktur. Ya tekniklerden düşmanlarının yaptığı gibi yararlanır ya da yok olup gider. Bu önermenin birinci kısmının üstün geleceği yeterince açıktır. Bu nedenle, savaşlar demokratik toplumlarda belirli tekniklerin kullanımında müthiş ilerlemeler doğurur. Bu teknikleri sırf savaş hali yüzünden kullandıklarım vurgulamakta demokrasiler elbette dikkatlidir. Fakat her zaman için şu veya bu türden savaşlar vardır. Savaş hazırlıkları, soğuk savaş, sıcak savaş, yeni soğuk savaş vesaire. Gerçekten, soğuk savaş, tekniklerin kullanımında demokrasileri diktatörlükleri taklide zorlamada sıcak savaş kadar etkilidir. Örneğin, Fransız ordusunun subayları, düşmanın bunları kullanmasına karşılık vermek üzere psikolojik faaliyete ve yıkıcı savaşa girişmeye mecbur kalmışlardır. Bir diktatörlüğün bir demokrasi tarafından teknik açıdan taklit edilişinin güzel bir örneğidir bu.
Buraya kadar, demokratik devleti diktatöryal devletle karşılaştırdık. Ancak diktatörlüklerin gösterdiği değişik biçimler arasında bir ayrım gözetmedik. Bu devletlerin izlediği ve komünizm ve faşizmde ifadesini bulan iki ana çizgi vardır. Bu ikisinin çok benzer olup olmadıkları sorusu sorulabilir. Yüzeysel ve burjuva bakışlı bir inceleme, bugünün belirli yoğun gerçekleri temelinde buna olumlu cevap verecektir. Örneğin, her ikisinde de toplama kampları, devasa polis aygıtları, işkence, yiyecek karneleri, iktisadi ve diğer çeşit planlama, seçimler yerine plebisitler, sınırsız yetkiler kullanan tek bir kişi filan olduğu kaydedilebilir. Bu, benzer biçimler yumağının parçasıdır. Sonuçta da rejimler benzerdir. Yine de aydınlar ikisinin böyle hemencecik yutulmasına itiraz edeceklerdir. Derin anlamda aradaki farklar gerçektir.
Yöntemlere rağmen komünizmde insanın kurtuluşuna şüphe kaldırmaz bir istek vardır. Yoksulluktan muzdarip milyonlarca insanın gerçek desteğine sahiptir; sonuçta da faşizmin asla sahip olmadığı bir insani boyutu vardır. Taraftarlarını çok farklı gruplardan toplar. Bir yanda gerçek proletaryadan, bir yandan “Lümpen proletaryadan”, yani pozitif değeri olmayan bir yarı proletaryadan. Komünizm, sahte manevi değerleri onaylamama veya uluslararası kapitalizmle pakt yapmama dürüstlüğünü göstermemektedir. Bunun yanında, Nazizmin anti-Semitik olduğu gerçeğinin Hıristiyanlar için özel bir önemi var -Kari Barttı’ın altını çizdiği bir noktadır bu. Kısa dönemlerle anti-Semitik olabilirse de komünizm buna işaret etmiyor.
Oysa daha yakından bakıldığında ikisi arasında bir benzerlik görüyoruz. O da tekniklere yönelik benzer tavırdır. Bu ilişki kimilerine biraz zayıf görünebilir, ama kökenlerini tekniğe borçlu olan ve faşizm ve komünizmin temsil ettiği her iki hareketin de özüdür bu. Komünizm, belli tekniklerin gelişmesi bizatihi onların gelişimine imkan veren toplumu tehlikeye attığında ortaya çıkar. Komünist diyalektik, teknik gelişmenin önce bir toplumu ortaya çıkarışı, ardından o toplumun ekonomik ve siyasal biçimlerini aşmasını, nihayetinde de kaçınılmaz sonunu kışkırtmasını açıklamak üzere ortaya çıkar. Marksizm, bu olaylar silsilesini tam bir doktrinde düzene koyar. Modern dünyayı anlamak için bir anahtar sunar; aynı zamanda da kendi kaderini tekniğinkine bağlar. Bu bağlamda, Lenin’in sosyalizm ve elektrifikasyon hakkındaki ifadelerini hatırlayın. Aslında Marksizm, teknik gelişmenin bir yan tesirinden, yani insanla tekniğin ıstıraplı bir izdivacından başka bir şey değildir. Ne ondan ne de ondan vazgeçilebiliyor. Adeta, diyalektik uzlaşma yönünde bir girişimdir Marksizm.
Faşizmin teknikle ilişkisi aynen böyledir. Gerek faşizmin gerekse komünizmin, insanoğlunun tekniklerine adaptasyonu için Marks’tan türeyen tahminler olduğunu söylemek abartılı sayılmaz. Marksizmin daha dar kapsamlı devlet ve teknik meselesine odaklanan o boyutunu temsil ediyorlar. Oysa Marksizmin kendisi, toplum ve teknik sorununun bütünlüğünü kapsayan daha geniş bir teoridir. Ancak, Marksizme karşı olmaktan çok uzak olan Nazizm, onu tamamlar, teyid eder. Sayısız adaptasyon sorununa çözüm sağlar. Hitler’in yöntemleri doğrudan doğruya Lenin’in emirlerinden kaynaklanır. Buna karşılık Stalin de tekniğe ilişkin belirli dersleri Nazilerden öğrenmiştir.
İşin temeline inersek, iki düşman kardeşte de aynı teknikten elde edilecek güçten endişe duyma olgusunu ve aynı hedefin hevesle kovalanışını görüyoruz. Gelfler ve Ghibellineler, hangi tarafın dünya üstünlüğüne sahip olacağına karar vermek için acımasızca savaştılar. Fakat hedefleri aynıydı: devletin egemenliğinin sınırları olmadan mümkün olan en fazla güce sahip olması. Feodal anarşinin bitkin düşürdüğü herkesin dünyevi umudu buydu. Diktatöryal devletin amacı etkin olmaktır. Tekniğin yasalarına teslim olur, zira bilir ki ondan azami verimi ancak serbest hareket imkanı tanımakla elde edebilir. Hangi teknik olursa olsun (insani veya fizikisel, ekonomik veya eğitimle ilgili) devlet tüm mevcut teknik araçları seferber eder. Bu, kendiliğinden, şans eseri gerçekleşir. Fakat diktatöryal devletlerde isteğe bağlıdır, hesap edilir, incelenir; bu yüzden de süreç daha hızla cereyan eder. Tüm devlet biçimlerinin varmak istediği hedeftir bu. Komünistler, teknik gelişmenin proletaryanın gelişmesi demek olduğunu bilir. Naziler bilir ki kendileri devlet gücünün araçlandırlar. Bir kimsenin bu gücün sınırlanmasına imkan vereceğini tahayyül edemez.
Nazizm hedeflerine ideolojik bir kisve kazandırdı, ama bu kisve nafileydi çünkü bir propaganda aracı değildi ve çok hızlı yayılmaktaydı. Komünizm, devletle tekniği birleştirmesinde çok daha sağduyulu, bu anlamda insancıl çıktı. Bu açıdan gerçeğe daha yakın, ortalama insanın bilinci için de daha az sarsıcıydı. Hitlerizm, insanların yüzünde patlayan temel barbarlığa neden oldu. Behemoth, bu gerçek yüzü gösterdi. Hayallerinin bir kısmının hâlâ peşinde olan ve kendinde hiç değilse bir özgürlük biçimi tutmak isteyen 1930’ların insanı için dehşet vericiydi bu yüz. Nazizm burada korkunç bir hata yaptı. Komünistler de bunu istismar etmeyi çok iyi biliyordu. Ancak, hem Nazizm hem de komünizm, insanoğlunun ihtiyaçları mağlup etmek için yarattığı araçların topyekün kullanımı yönünde çalışmaktaydı.
Views: 41