Adaletin işlevi, adalet iddiaları ile hukuk tekniğinin iddiaları arasında sonu gelmez bir büyük tartışmayı alevler. Hukuk tekniği, diğer tekniklerden her şekilde daha az özgüveni olan bir tekniktir, çünkü adalet fikrini başka unsurlara dönüştürmek imkansızdır. Filozofların söylediklerine rağmen, adalet yakalanabilecek veya tayin edilebilecek bir şey değildir. Eğer (otomatizmin veya eşitlikçiliğin değil de) gerçek adaletin peşinde olursanız, hangi sonuca ulaşacağınızı bilemezsiniz. Adaletin bir fonksiyonu olarak oluşturulan bir hukuk, içinde, hukukçuyu mahcup düşürecek kestirilemez bir şey barındırır. Bundan başka, adalet, devletin hizmetinde değildir. Devleti yargılama hakkına sahip olduğu iddiasını bile taşır. Adaletin bir fonksiyonu olarak oluşturulan hukuk, devleti atlatır. Devlet ne hukuku yaratabilir ne de değiştirebilir. Devlet bu duruma elbette az bir gücü oluncaya veya henüz tümüyle öz bilince ulaşmamış oluncaya kadar veya hukukçuları tamamen teknik rasyonalistler ve etkin sonuçlara tabi olmadığı ölçüde onay verir. Bu koşullar altında teknik, istediğini otomatik olarak elde edemediği gerçeğini çaresiz kabul eden bir hizmetçi rolünü oynar.
Adalet arayışı ile bir doğal hukuk döneminde gelişen hukuk tekniği arasında belirli bir denge kurulur. Hukuk tekniğinin bir yeri vardır ama pek çok açıda kolay tarif edilmeyen bir yerdir bu. Hukuk tekniğinin rolünün gerçekten çok farklı tanımları vardır. Saleille’e göre hukuk tekniği, hukuki konseptlerin düzenlenmesini, kuralların indirgenmesini, tutarlı bir sisteme dönüştürür. Bu durum, hukuk tekniğini, hayli teorik bir kavrama, esasen entelektüel bir işleme indirger. Aynı şey, hukuk tekniğinin, hukukun insanlar tarafından kendiliğinden oluşturulmasıyla değil de hukukçuların bilimsel tasarımıyla ilgili olduğu şeklindeki Savigny’nin tezi için de geçerlidir. Kuşkusuz yanlış değildir bu, ama Savigny daha ziyade hukuk tekniğinin sonuçlarına atıfta bulunuyor. Hukuk tekniği geliştiğinde hukukun spontane oluşumunun gerilediği ve öldüğü; hukukun halka dayalı kaynağının öğrenilen hukuk tarafından temizlendiği, bunun da hukukçuya serbest bir el kazandırdığı doğrudur. Fakat bu durumda, Savigny, hukuk tekniği amacını değil, hukuk tekniğinin bir boyutunu tarif etmektedir. Hukuk tekniğine hukuk metinlerini pratiğe adapte etme rolünü veren Kohler gerçeğe daha bir yaklaşmaktadır. Aralarında bireysel farklar olsa da hukuk tekniği meselesini incelemiş olan büyük yazarlara (Geny, dabin, Haesaert, Perrot) rehberlik eden de Kohler’in kavramıdır.
Bu bağlamda, hukuk tekniği, hukuki kararlar yoluyla gerçekliği bir araçlar çerçevesine oturtmaktan ve bu kararları etkili kılmaktan oluşur. Öyleyse, siyasal işlev ile hukuk tekniğinin birbirini tamamlayıcı oldukları pekala öne sürülebilir. Siyasal işlev, kuralların özünü yani ulaşılacak hedefleri, hukukun hayata geçireceği siyasal veya sosyal ideali sağlamayı içerir. Yasaları sayesinde devlet de siyasal hedefe erişmenin yol ve yöntemlerini gösterir. Bunu yaparken de gerçeğe yeterli ölçüde yaklaşır. Yine de gerçekle doğrudan doğruya boğuşmadan yapar bunu. Hukukun emir ve kararlarına biçim kazandırmak hukukçuların görevidir -sadece onları sistematikleştirerek değil, uygulamak suretiyle de. Hukuki biçim, basit bir şifahi, zahiri bir mesele değildir; bir şeyi gerçekleştirme aracıdır. Hukuk tekniğini “iradenin hukuk düzlemine girmesini sağlayarak iradenin ulaşmaya çalıştığı hedefi sağlama amacını güden işlem yöntemi” şeklinde tanımlayan Penot’nun işaret ettiğinden daha büyük bir kapsama sahiptir.
Ancak, sosyal ve ekonomik gerçekliğin tüm hukuki ifadesini dışta bırakan teknik ile irade arasındaki bu özel ilişki, çok çok sınırlıdır. Hukuk tekniği, bir adaptasyon tekniğinden ibaret değildir. Daha ziyade, bütünlüğü içinde hukukun meydana getirilmesidir. O halde hukuk tekniğinin büyük görevi, hukukun lafta kalmaması için siyasal işlevin geliştirdiği unsurları düzenlemektir. Bu da tüm bir kanıtlar yığınını, sivil ve cezai yaptırımları, garantileri, kısacası hukukun hedeflerinin gerçekleşmesini sağlamak üzere oluşturulan ayrıntılı mekanizmayı alır. Bana öyle geliyor ki, “içinde varoldukları sosyal sistemde hukuk kişilerinin hukuki davranışı benimsemesine neden olan araçlar toplamı”, gerekli görülen aktif veya pasif davranış şeklindeki ifadesiyle bu hukuk tekniğini mükemmel bir şekilde tarif ediyor. Bu nedenle, gerçekten bir itaat meselesidir bu. Hukuk tekniğinin hedeflediği sonuç da aslında budur.
Hukuk teknisyeni açısından tüm hukuk etkinliğe bağlıdır. Uygulaması olmayan bir hukuktan söz edilemez. Uygulanmayan hukuk, hukuk değildir. Kurala uyma, hukukun varoluşunun temel koşuludur. Hukuki soyutlama gerçek değildir. Tüm teknik aygıtın (hukuki biçimlerin ifadesi, yasaların yayınlanması, hukuk bilimi veya doktrindeki uygulamalar, gönüllü veya cebri uygulama) bir tek amacı vardır; o da hukukun uygulanmasıdır. Bu kompleks de tam olarak genel anlamda teknik kavramına, yani yapay bir etkinlik arayışına denk düşer. Bu tamında etkinlik saf haliyle ele alınmaktadır. Etkinlik olmadan da hukukun varolmadığını kabul etmeye mecburuz. Yapay kavramı da aynı şekilde kullanılmaktadır. Hukuka artık kendiliğinden uyulmamaktadır; kökeninde hukuku oluşturan popüler bilinç de bu sisteme spontane ve doğal olarak bağlanmamaktadır. Hukukun uygulanması, artık halkın ona bağlanmasından değil, beceri ve akıl yoluyla davranışı kurala ayarlayan mekanizmalar kompleksinden doğmaktadır.
O halde, hukukun bu teknik oluşumu gereklidir ve boyutunu iki işlem yoluyla kazanır:
1) Birinci işlem sayesinde hukuk unsuru asıl hukuktan ayrılır. Hukuk unsurunun (ki temel olarak organizasyona dönüşür) görevi artık adaleti gerçekleştirmek veya hiçbir şekilde hukuk yaratmak değildir. Yasaları uygulamakla görevlidir. Bu rol son derece mekanik olabilir. Bir filozof ya da adalet duygusu taşıyan bir insan gerektirmez. Gerekli olan, tekniğin ilkelerini, yorumlama kurallarım, yasal terminolojiyi ve sonuç çıkarmayı ve çözümler bulmayı bilen iyi bir teknisyendir. Hukukun somuttan ayrılması, teknikleşme yönünde büyük bir adımdır. Hukuk unsuru, belirli pratik sorunlarla görevlidir, ama söylediğimiz gibi, hukuk yapımıyla değil. Ayrıntıda teknik olmak durumundadır çünkü adalet meselesi artık onun kaygılarından biri değildir. Uygulamakla mükellef olduğu kuralların yargıcı olmak zorunda değildir.
2) Ayrılmış hukuk unsuru, tamamen teknikleştirildiği ölçüde daha fazla etkinlik kazanır. “Hukuki durumların sınırsız çeşitliliğini sınırlı sayıda kavramsal çerçeveyle sınırlandırmak suretiyle hukuk mantığım tehlikeli bir ampirizmden” ayırmak mümkün olur. Temel hukuki kurumlar bu şekilde basitlik ve titizlik kazanır, çünkü onlara mantıksal temellerini sağlayan tekniklere daha fazla dayalıdırlar. Bu mantıksal temel, yasal çerçevenin belli bir sertleşmesi ve hukuki iradenin belli bir katılığı tarafından telafi edilir. Ayrıca, tekniklerin işgali yüzünden hukuk faktörü somut problemlerden ayrı olarak varolursa devlet kontrolü altına girer.
Bunun yanında bir başka sorun daha vardır. O da ebedi mesele, adalet meselesidir. Adalet, artık, bireysel sorunlar karşısında pratik bir gereklilik olarak algılanmıyor. Daha ziyade, sırf bir fikir, soyut bir kavram olarak algılanıyor. Bu durumda da onu hepten ıskartaya çıkarmak basitleşir. Böyleyken bile hukuk adamları belirli kuruntulara sahipler ve vicdanları yaralamadan da adaleti hukuktan tamamen atamamaktadır. Fakat, sözkonusu güçlükler yüzünden, yani işlemin belirsizliği ve bunun gerektirdiği öngörülemezlik nedeniyle sürdürebilmek mümkün değildir. Tek kelimeyle, hukuk tekniği, bürokrasinin artık adaletin ağırlığını kaldıramayacağına işaret etmektedir.
Ancak bu durumda, hukuka, başka ve daha yeni bir anlam nasıl verilecektir? Belirli bir devlet kontrolü ve hukuk gelişimi aşamasına ulaşmış olan tüm toplumların bu soruna aynı çözümü bulmuş olmaları dikkate değer bir gerçektir. Mısır’da, İ.S. dördüncü yüzyılda Roma’da, 15. yüzyıl Fransa’sında ve 20. yüzyıl Batı medeniyetinin tümünde düzen ve güvenlik kavramı, hukuk tekniği yeterince geliştiğinde amaç ve hukukun temeli olarak adalet kavramının yerini almıştır.
Bu durumda reçete, “düzensizliktense adaletsizlik daha iyidir” haline gelmektedir. Düzen ve güvenlik kavramları, en azından, imkansız adalet kavramı kadar kolaylıkla tekniğe indirgenmektedir. Düzeni başarabilmek için tam olarak hangi tedbirlerin alınması gerektiğini bilirsiniz. Düzenin tarifi değişebilir, ama araçlar hep aynıdır. Yasal güvenliğin koşullarını bilirsiniz. Bu araçlar adaletsizliğe işaret ediyor olmalarına rağmen, adalet kavramının değişen karakteri ışığında itiraz etmek imkansızdır. Hukuk tekniği ne derece açık olursa, hukuk da o derece düzen getirici olur. Üstelik bu, devletin ana hedeflerinden biridir. Bu nedenle, hukuk ve polis özdeşleşir, çünkü hukuk artık devletin bir aracı olmaktan ibarettir. Hukuk tekniği böyle bir bedel pahasına gelişir, sonuç doğurur. Bugün için bu olguyu tüm zindeliğiyle inceleyebilecek durumdayız.
En fazla, yasalardaki muhtemel bir tutarsızlık (düzen gereği devleti buna zorlayabilir), hukukçuların vicdanım yaralayabilir.
Fakat artık adalette bir hukuk temeli olmadığı için yasal tutarsızlığın uzun vadeli etkileri olamaz veya hukuk tekniğini tehlikeye atamaz. Tarif ettiğim sistemlilik, modern hukuk olgusunun karmaşıklığının gerisinde hep görülür. Bu koşullar altında teknik ve insani unsurlar arasındaki geleneksel denge hemen kaybolur. Etkinlik olmadan hukukun olmadığım teyid ederken aslında adalet ve inanın etkinliğe zımnen feda edilişini ilan ediyoruz. Bu dengenin yokluğuyla, kapılar daha fazla teknik işgale sonuna kadar açıktır. Bu sonuca (hukukun teknik tarafından ele geçirilmesine), Fransızlardan daha az kök salmış bir hukuk anlayışına sahip uluslar arasında tanık oluyoruz.
Şimdiye kadar, hukuk tekniğinden hukuk dünyasının hâlâ kabul edilebilir bir parçası olarak bahsettim. Teknisyene dönüşmüş olmasına rağmen hukukçu, tekniğin “saf’ bir duruma ulaşmasını önleyen bir genel çizgiyi izlemiştir. Ancak saf teknik zihniyet -tekniğin kendisi- hukuk dünyasına bir kere nüfuz edince, kökleri artık hukukta değil fen bilimlerinde hatta belki de biyolojide olan hukuk tekniği, toplumsal hayatta belirli ciddi çalkantılar doğurur. Teknisyen, F. Jünger’e göre, hukuk bir teknik normlar kompleksi olsun diye hem doğal hukuk ekolünü hem de tarihsel okulu reddeder. Vicdanın talepleri ve de toplumun talepleri (geleneksel dili kullanmak gerekirse), normatif tekniğe tabi hale gelir. Hukukun uygulanmasını sağlamak için halkın hukuka bağlılığını temin etmek veya yasal araçlarla sınırlı kalmak artık gerekli sayılmıyor. Tekniğin son derece basit oluşu, hukuk mekanizmaları bütününü (hukuku garanti etme ve aşın güç kullanımı olmadan uyulmasını sağlama amacındaki mekanizmalar) anlamsızlaştırmıştır. Ceza ve hacizler gibi araçlardan oluşan tüm bu aygıt artık anlamsızdır. Böyle bir inceliğe artık ihtiyaç yoktur. Bağlılık ve uyma, hukuk dışı araçlar (polis, çoğu kere bunlar içindeki en zararsızıdır) tarafından sağlanır.
Bugün için geleneksel durumu aşma sürecindeyiz. Yani, hukuk, adalet yerine düzeni sağlamaktadır. Hans Kelsen, bu gelişmenin zirvesini temsil etmektedir. Bu durum Nazizmin kimi yasal biçimlerinde de ifade edilmiştir. Naziler, bir insan davranışı biliminin, pek çok yasal kuralı ekarte etmeyi mümkün kılacağını kabul ediyordu. Eğer yönetilecek insanlar “ikna edilebilirse”, eğer kurala uymanın kendi çıkarlarına olduğu yeterince güçlü araçlarla onlara anlatılırsa o kural giderek faydasızlaşırdı. Örgütlü insan çevresi için yeterince işlevsel, gerçekçi ve tutarlı bir model kurulursa (ki organizasyon tekniği böyle bir planı çabucak oluşturabilir), idari aygıtın önemli bir kısmı gereksizleşir. Bu şekilde toplum hukuki biçimlerin giderek boşalmasına ve sonuçta da jandarma gücünü gereksizleştiren insani tekniklerin kazanılmasına doğru yönlendirir.
Hukukun teknikleşmesinin bir başka sonucu da, tüm pratik amaçlar bakımından, siyasal teknik ile hukuk tekniği ayrımının ortadan kaybolmasıdır. Hukukun öznesi ve nesnesi artık sosyal ihtiyaçlar olmayıp, teknik ihtiyaçlardır. Teknisyen, bu şekilde ilerlemeyi onaylar; hukukun gerçek meselesi, teknisyenin nesnesi haline gelir. Böyle bir durumu arzu etmek için iyi sebepleri vardır. Tuhaf prosedür yöntemlerinin yükü yoktur artık üzerinde. Toplumsal gereklilikleri ve ekonomik durumu anlayabildiği, hesaplarında da bunları dikkate alabildiği içindir ki vardığı hükümler tamamen rasyonelleşir. Fakat, teknisyenin sadece bu gereklilikleri hukuka transfer ettiği düşünülmemelidir. Teknisyen, her şeyden önce bunları etraflıca değerlendirir. Bu gereklilikler esasen ona ve tekniğine tabidir.
Bu durum, yasaların sayısındaki muazzam artışı açıklamaktadır. Teknisyen, analiz edip tahmin yapar. Belirsizliklere tahammül edemez; düzeni bozan herhangi bir girişimi hoş göremez. Bu iki özellik, yasaların çokluğunu açıklar. Geçmişte bu çokluk etkisizliğe bağlanıyordu. Bir yasarım tekrar tekrar yürürlüğe konulması veya yasaların bu derece çoğalması, yasaların denetim dışına çıkmakta olduğu gerçeğini vurguluyordu. Yasaların çokluğu bugün yine başka bir şeydir. Bir teknisyenin doğru olduğuna inandığı bir şeyin yasalaştırılması gerekir. Ancak onun vardığı sonuçlar, sadece ayrıntıları ilgilendirir. Onun analitik ruhu, onu, katı biçimde lokalize hakikatleri algılama, anlama ve onaylamaya yöneltir. Bu şekilde sınırlanan gerçekler de hukukun özneleri olur. Her bir gerçek için bir yasa olmalıdır. Bu nedenle de yasal aygıtın belirsiz bir şekilde çoğalması söz konusudur.
Yasaların modem dönemdeki çoğalması da, hukuk teknisyeninin bir doktrin hukukuna, bir “konseptler” hukukuna yönelik tam antipatisiyle açıklanabilir. Sadece ilkeler koyan ve genel prosedür çizgilerini belirleyen bir hukuk sistemi, yargıca, yaşayan hukukun oluşturulmasını emanet eder. Böyle bir durum, her şeyden önce keyfilikten, kişisellikten ve rastlantılardan korkan teknisyen için hoş görülebilir değildir. Teknisyen, şansın büyük düşmanıdır. O, kişisel unsuru desteklenemez bulur. Bu nedenle, yargıcı ya da idareciyi daha katı bir şebeke içine hapsetmeyi, yasal reçetelerle daha fazla sınırlamayı tavsiye eder. Öyle ki yurttaş, tam olarak nereye gittiğini, hangi sonuçların beklediğini anlasın.
O halde hukuk, her olasılığı öngörmelidir ki insanlar onun işleyişini bozamasın. Hukukun geleneksel gelişimi, yargıçlar ile düzenbazlar arasındaki bir tür rekabeti içeriyordu. Fakat tekniğin gelişimiyle birlikte durum artık böyle değildir. Toplum, hukuk dışı araçlar kanalıyla halkın hukuka uymasını sağlamaya başlıyor. Şimdi toplumun gerçek sorunu, yargıcından en aşağıdaki hapishane gardiyanına kadar hukuku sadece çarpıtmak için uygulayanların faaliyetlerini sınırlamaktır. Bu nedenle en küçük ayrıntı, hukukun büyüklüğüne bırakılmalıdır. Bir kere hukuk, örgütlü bir toplumu ilgilendirir. Örneğin şahıs hukuku, artık, teknik olarak organize olmuş kişiler hukukudur. Gayrimenkul hukuku bile, tekniğin getirmiş olduğu değişikliklerden derinlemesine etkilenmiştir. Bir kere daha görüyoruz ki tüm teknik veriler, birbirini doğrulamakta, güçlendirmektedir.
Sonuçlara gelince; iki tane sonuca indirgenebileceğine inanıyorum: Hukuk, devletin yalnızca bir aracına dönüşür; sonunda da ortadan kaybolur hukuk. Bu ifadelerden ilki, genel bir hukuk teorisiyle hiçbir şekilde bağlantılı değildir. Hukukun özünün devletin iradesine indirgendiğini söylemiyorum. Kendimi gerçeklerin gözlemlenmesiyle sınırlıyorum. Hukuk teknikleştiğinde teknik yöntemler temelinde formüle edilmelidir. Bir merkezden bir “emir” ileri sürmek gerekir. Teknik hukuk, devletle yalan bir ilişki ima eder. Hukuk da ne kadar teknikleşirse, bu ilişkinin de teknik içeriğinin dışında başka bir içeriği kalmaz. Devletin de eşzamanlı olarak teknikleştiği gerçeği bu yöndeki hareketi güçlendirmektedir. Bu uyumlu gelişme, hukukun ifadesinin saf bir idari ilerlemeyle fiili bir özdeşleşmesiyle sonuçlanır. Hukukun fiili ifadesinden çok boyutlarının üstünlüğünü onaylamak elbette her zaman mümkündür. Gerçekten tamamen kopukturlar. Katı idari metinler ve teknik mantığın kendine özgü dönüşünün oluşturduğu bir muazzam küme tarafından kopardırlar gerçeklikten. Hukuk, halen devletin bir işidir. Kendini ne zaman ifade ederse, devlet hukuku yapar. Devletin faaliyetini düzenleyecek normlar yoktur artık. Devlet, kendisim yargılayan manevi kuralları ortadan kaldırmış, kendisine kılavuzluk eden yasal kurallarıeritmiştir. Devlet kendisinin hukukudur, kendi iradesi dışında da bir hukuk tanımaz. Teknik bu şekilde hukukla devlet arasındaki vazgeçilmez diyalogu koparınca, kavramın en teolojik anlamında devleti bir tanrıya, kendi iradesi dışında bir şeye boyun eğmeyen, kendisininki dışında bir yargılama kabul etmeyen bir güce dönüştürür. Devletin bu tanrıvari iradesi modern insan için tekniğin en kesin ifadesidir.
İkinci olarak, yukarıda tarif edilen yasaların artışında hukukun ortadan kaybolmasına tanık olmaktayız. Bu çözülme, iki şeyde (hukukun amacım ve alanım kaybetmesinde) görülmektedir. Birinci noktayla bağlantılı olarak, sevsek de sevmesek de hukuk adalete bağımlıdır. Gelişigüzel bir iddia değildir bu. Aksine, tüm entelektüel işkence tarzlarına tabi bir adalet de düşünmüyorum. Hukuk adaletten koparılınca, ibresi olmayan pusulaya döner. Bizzat adaletin yerini düzenin alması, her ne kadar hukuku teknikleştirme açısından faydalı olabilirse de, bu kopuşa katkıda bulunan faktörlerden biri haline gelir. Düzen ne anlama gelmektedir? Aslında, etkinlik ile aynı şeydir düzen. Hukuk, düzeni sağlamalıdır. Düzen, devletin iradesinin uygulanmasıdır. Etkinliğin kendisi düzendir. Bir kere daha, araçların amaçlara genel dönüşümünü görüyoruz. Hukuk bu şekilde hiçbir amacı ve anlamı olmayan bir faaliyete dönüşür. Etkinliğin hatırına etkindir; bireysel yasalar da sadece etkin olmak açısından değerlendirilir. Tüm bir işlevsel hukuk teorisi, bununla uyumludur. Her insanın toplumda bir işlevi olduğu, hukukun onun bu işlevi yerine getirecek araçları vermek için varolduğu fikri, soyutlanmış bir adaleti temsil etmektedir. Fikir yeni değildir. Orta çağ hukukunun tümüne hakim olmuştur. Yeni olan (ve işlev fikrinin anlamını hepten değiştirme sürecinde olan), işlev ile teknik arasındaki ilişkidir. Artık, insanın işlevlerinin kesinliği problemini gündeme getirmiyor hukuk. İnsanın işlevlerini adaletle ilişkili olarak koordine etmiyor. O işlev tekniğe bağlanır bağlanmaz, kendi başına geçerli hale gelir. Bir kere teknikleşince, herkesin işlevi, teknikte anlamını ve geçerliliğini bulur. Uygun sonuçlan ve istikameti pek de önemli değildir. Hukuk, yalnızca bireysel işlevlerin organize edicisi haline gelmiştir. Bu nedenle de, daha kapsamlı sosyal ilişkiler ve bağlantılar biliminin bir parçasını oluşturur.
Bu gelişme, bugün gayrı-menkul hukuk ve borçlar hukuku gibi alanlarda açıkça görülmektedir. Benzer şekilde, hukukun çözülmesine de katkıda bulunmaktadır. Geleneksel olarak, hukukun kolayca tarif edilebilecek (örneğin geçmişteki ve şimdiki farklı hukuk sistemlerini karşılaştırmak suretiyle) spesifik bir alanı bulunmaktaydı. Hukuk alanı hep aynı kaldı. Ancak bugün sınırlar genişledi. Neyin hukuk neyin olmadığını ayırt etmek artık mümkün değil. Tekniğin sosyal alana her uygulaması, hukuk alanının bir parçası olur. Bunun açık bir örneği, planlama meselesidir. Bugün gerçek hukuk alanı, planlama alanıdır. Planlamanın etkilediği her şey, hukuka dönüştürülmelidir. Hukuk alanı bu nedenle bundan böyle özne veya amaç tarafından değil, yöntem tarafından tanımlanmaktadır.
Bu geçiş, tekniğin zaferi anlamına gelmektedir. Hukuk ve adaletin meşguliyeti artık tekniğin ölçüsü değildir. Hukukun derdi, tüm erişilebilir alanlara yeni araçlar uygulamaktır. Hukukun bizatihi varlığı bu şekilde çözülmektedir. Kendi başına hukuk, sadece terminolojiyi ifade eder hale gelmiştir. Bugün hukuku hakir görenler, hiç değilse yanlış izlenimler tarafından aldatılmamaktadır. Yine de, bu şekilde soyulmaya rıza göstermekle insan, en yüce görevlerinden birini inkar etmektedir.
Views: 39