O halde devlet, tekniğin taleplerini karşılayacak organlar yapmaya koyulmaktadır. Bu noktada da bir dizi ihtimal ortaya çıkmaktadır. Fransa’da oluşturulan sistem, belirli bir ademi merkezileştirmeyi içerir. CNRS (Ulusal Bilimsel Araştırma Merkezi) hayli özerktir. Fakat bir yanlış anlamayı telafi etmek gerekir. Bu merkezin ismi bilimsel kelimesini taşıyor ama işi başka her şeyden önce teknik niteliklidir. Ancak, merkezi kuran ve çalışmasının bayraktarlığını yapan kişiler iki kavramı çok yakandan ilişkilendiriyor. Louis de Broglie ile Frederick Joliot-Curie’nin söylediklerine bakalım: “Millet yoksul olmasına rağmen Fransa’nın meselesi bilimsel ve teknik araştırmaları sürdürmek değildir. Tam da millet yoksul olduğu içindir ki onu geliştirme meselesidir”. Bu ifade, şans eseri, milletin teknisyenlerce sömürülmesine dair benim vardığım sonucu teyid ediyor. Bilimsel araştırma yoksul bir toplumda meşrudur, çünkü ülkenin kaynaklarının daha tam kullanımına imkan veren belli teknikleri doğurmaktadır.
Bu bilimsel çalışmaların gerçek anlamına ışık tutmaktadır. Bilim, her geçen gün teknik uygulama arayışına tabi hale geliyor.
Teknik ve devlet
CNRS laboratuarlarına bağlı, benim de şahsen tanışıklığım olan çok sayıda bilim adamı, kurumun sonuçlarla meşguliyetini ve teknik araştırmalara vurgusunu bana teyid etmiştir. CNRS, ne ilgisiz ve objektif bir araştırma kuruluşudur ne de tamamen kültürel bir varlıktır. Bilimsel ile teknik olanın birliği yolunda atılmış bir adımdır. Ancak, Fransız devletinin bu birlikten ne beklediğini hâlâ anlamadığımı da kabul etmeliyim.
Politikacılar teknisyenlere güvenmez. Aralarında CNRS konusunda cereyan eden küçük savaş, tarif ettiğim rekabetin bir diğer örneğidir. Bilimsel Araştırma Müsteşarlığı’nın başkanı Biquard, CNRS’nin neden Milli Eğitim Bakanlığı’nda bağımsız kalması gerektiği gerektiğini söylüyor: “CNRS’nin görevleri (eleman toplama, eğitme, teçhizat, koordinasyon, organizasyon ve yönetim), bilimsel araştırma için uygun bir idarenin, bilim adamlarının en önemli rolü oynadıkları bir idarenin varlığını haldi gösterecek ağırlıktadır”. Bu alıntı iki şeyi ortaya koyuyor. Biri, bu devlet organının teknikle bağlantılı olarak tam da belirtmiş olduğumuz işlevleri, yani koordinasyon, organizasyon ve yönetim işlevlerini yerine getirdiğidir. İkincisi, Milli Eğitim Bakanlığı’nın temsil ettiği politikacıların hilafına bu organda teknisyenler temel rolü oynaması gerektiğidir.
Fakat CNRS’in kurulması elbetteki sadece bir ilk adımdır. Bir bağlılığı temsil etmektedir; burada durmak da imkansızdır. Demokratik devletin, açıkça, teknikleri geliştirme görevini yerine getiremeyeceği ortaya çıkmıştır. CNRS de otoriter bir devlette sahip olabileceği prestij ve araçlara sahip değildir. Otoriter bir devletle karşılaştırıldığında, CNRS, faaliyet ve araştırmalarında görece özgürdür elbette. Her ne kadar genel yönelim buluşların tekniğe uygulanması şeklindeyse de belli imkanlar (tesadüf ki giderek sınırlıdır bunlar) hâlâ, ilke olarak hemen uygulamaya dönüşemeyecek saf araştırma için insanlara kalmaktadır. Araştırmalarda iyi bilinen tahmin edilemezlik marjı bu şekilde korunmaktadır. Hangi buluşların uygulanabilir olduğu önceden asla bilinemez. Araştırma kördür; el yordamıyla ve yanlış yapılan binlerce deney aracılığıyla ilerler. Bir deney bir çığır açar, muazzam bir teknik gelişme sağlar. Ama sonuç doğurmayan binlerce deney yine de gereklidir. Bunu kabul ediyoruz. Fakat -ki bu önemli bir noktadır- teknik gereksinim, bu anlamda bilime tamamen karşıdır, çünkü teknik bilimin hantallığını ve yavaş temposunu hoş görmez.
Hemen uygulanabilirlik gereğini inceledik. Burada devlet düzeyinde tekrar karşımıza çıkıyor. Devlet, özel kapitalistlerden daha ilgisiz değildir, ama farklı bir şekilde ilgilidir. Devlet kamu çıkarını temsil ettiği iddiasındadır. Bu yüzden de, kamu gelirlerini ancak getirişi olacak şekilde dağıtan bir “iyi müdür” görevindedir. Devlet tarafında ilgisiz faaliyet düşünülemez. Bu tür faaliyetlerin imkansız olmaması gerektiği söylenebilir; ama gerçekte imkansızdır. Ne bireyler ne kamuoyu ne de devletin yapısı, saf bilimsel araştırmanın temsil edeceği türden kültürün kabulüne yönelik değildir. Devlet, bilimsel olan her şeyin “normal” gelişme seyrine girmesini ister. Sadece kamu çıkarı için değil, aynı zamanda iktidar isteği açısından da. Bu iktidar isteğinin teknikte olağanüstü bir ifade aracı bulduğunu daha önce belirtmiştik. Devlet, tekniğin sözünü tutmasını ve devletin etkin bir hizmetkârı olmasını bekler. Bu iktidar arzusuyla doğrudan ilgili olmayan her şey değersiz görünür. Aynen finansörlerin çıkarlarını para kazancında aramaları gibi, devlet de çıkarını iktidarda arar. Her iki durumda da motivasyon ilgisiz değildir. Teknik buluşlar kazanç sağlamalıdır. Kapitalistler de devlet de araştırmalardaki gecikmelerden, apriori olarak “hiçbir yere varmayan” deneylerden ve hangi araştırmanın getirisi olacağını hangisinin olmayacağını önceden bilmeden saf araştırmaya girişen bilim adamının “belirsizliğinden” sabırsızlığa düşer. Ayrıca, eğilim, devletin meşru kaygılarından yakın pratik uygulaması olmayan tüm bilimleri (tarih, felsefe, gramer gibi) kaldırma yönündedir. Pratik uygulamalara müsait bilimlerin durumunda bu uygulama için hemen bir talep vardır. Bilim için istenen bir durum değildir bu elbette. Fakat, bilimin embesillerin işi olduğu da sanılmamalıdır.
Devlet, kesin bir görevi bilimsel araştırmaya vermekle işe başlar. Belli acil sorunlara (örneğin, bir makinenin parçasını, bir uçak için jet motoru üretmek için hızlı bir yöntem gibi) çözüm bulması gerektiği için direktifler verir. Bu direktifler, mümkün olan en kısa sürede sorunu çözmek için tüm kaynakları seferber edecek gerçek emirlerdir. Demokratik bir sistemde devletin taleplerini yerine getiremeyen bilim adamına, mali desteğin askıya alınması dışında bir yaptırım yoktur. Ancak bir diktatörlük rejimi, bilim adamlarının uymaları için daha ileri adımlar atar. Kişisel girişime yine de geniş bir alan bırakmasına rağmen, bu noktada giderek daha spesifik olma eğilimi taşır. Bu durum, hem ABD’de hem de Sovyetler Birliği’nde farklı şekillerde kendini gösterir. Sovyetler Birliği’nde Bilimler Akademisi, araştırmaları yöneten, bilimsel faaliyetlerin icra edileceği çerçeveleri çizen devlet organı görünüyor. Akademi, “teknisyenler ordusunun genel kurmayı”nı temsil ediyor. 1935’te kesinliğe kavuşturulan tüzüğünün 2. maddesi Akademi’yi “teorik ve uygulamalı bilimlerin geliştirilmesi” göreviyle görevlendiriyordu. Ancak Sovyet Akademisi tarafından yönetilen teknik bilimler teorik bilimleri durmadan geçtiler. Akademi, araştırmanın istikametini planlar, kurumlara hedefler tayin eder. Akademi’nin girişimiyle yüksek teknisyenlerin eğitimine hız verilmiştir. 1960’da Sovyetler Birliği tüm sınıflardan 7.500.000 teknisyene sahip olduğu iddiasındaydı. Akademi, toplam 2000’den fazla araştırmacı çalıştıran yirmiden fazla uygulamalı bilim araştırma enstitüsünü yönetiyor. Akademi’nin enstitülerinden biri (Enformasyon Enstitüsü), tüm dünyanın teknik yayınlarını karşılaştırarak incelemekle görevlidir. Sadece bu iş için 2000 ful time personel istihdam ediliyor. Tüm bunlar gösteriyor ki Akademi teknik faaliyetlerde önemli bir rol oynamaktadır. Ancak bütün olarak sistem çok az anlaşılmaktadır. Nazi sisteminden daha az otoriter olduğu görülüyor. Fakat, Lysenko meselesinde Komünist Partinin girişimiyle devletin kararını unutmamalıyız. Burada iki karşıt bio-genetik teoriyle karşı karşıya olan devlet, pek de bilimsel olmayan nedenlerle Lysenko’nun teorisinin doğru olduğuna karar vererek derhal uygulanmasını emretti.
Temel işlevi yeni bilimsel unsurları koordine etmek olan Gosplan (Sovyet Planlama Teşkilatı), Akademi ile yakından bağlantılıdır. Gosplan, Akademi tarafından teknik buluşlar hakkında bilgilendirilir, ekonomik ve istatistik tekniklerine dair tüm verilerin bulunduğu merkezi bir dosya tutar. Bu şekilde, bilimsel araştırmanın sistematik ve rasyonel bir değerlendirmesi mümkündür. Bunun sonucu da bizzat plana entegre edilir. Koordinasyon bürolarının eski bölge ofislerinin yerini aldığı 1946 reformunda, işlevi bilimsel araştırmaları planlamak olan bir teknik büro kuruldu. Şimdilerde bu araştırmalar genel plan çerçevesinde ve devletin ihtiyaçlarına göre yönetilmekte, bütün, bireysel teknikler açısından değerlendirilmektedir. Teknik büro, büyük miktarlarda mali kredi dağıtmak suretiyle araştırmaları kanalize eder. Örneğin, 1949’da bilimsel araştırmaya yaklaşık 10 milyar ruble ayırmıştır ki bu rakam bütçelenmiş tüm sanayi yatırımlarının yüzde 20’sine eşittir.
Birleşik Amerika’da bilimsel araştırmaların örgütlenmesi hâlâ tamamlanmış olmaktan uzaktır. Prensipte, düşünülebilecek tüm alanlarda araştırma yapan özel kuruluşlar vardır. Siyasal araştırmalar yapan çeşitli komiteler, sosyal araştırmalar yapan komiteler gibi. Bunun yanında, istatistik toplayıp değerlendiren, kamuoyunu ölçen, politikayı inceleyen kurumlar da vardır. Çoğu ya özel sanayi tarafından ya da devlet tarafından kurulan, sonra da üniversitelere bağlanan bu varlıklar arasında her geçen güç daha yakın ilişkiler kurulmaktadır. (Bu kuruluşların yüzde yetmişi büyük şirketlerce kurulmuştur). Bilgi ihtiyacı olan kamu hizmetlerinin bu araştırma merkezlerine müracaat etmesi mutat bir yoldur. Araştırma kuruluşlarıyla kamu hizmetleri arasındaki ilişkileri yönetmek üzere uzman bürolar da kurulmuştur. Bu bürolar tüm alanlarda -tarımda, sanayide vesaire- talepler almakta ve araştırmayı yönlendirmektedir. Sonuçta da buluşlar için bir transmisyon aracı işlevi görmekte, teknik adaptasyon imkanlarını incelemektedir. Bu durumda, uygun idareler, pratik uygulamayla yükümlü sanayicilerle sözleşme yapacak konumdadır.
Bu türden teknik işlemler, devletin teknik araştırmaları daha fazla finanse etmesine paralel olarak gün be gün daha gerekli olmaktadır. Devlet, sözgelimi üniversitelerin mali araçlarını aşan araştırmaları finanse etmeye mecbur kalmaktadır. Bu yüzden bu kurumlara doğrudan bir ilgisi vardır devletin. Bu nedenle, böylece açığa çıkarılan imkanları kullanmazlık etmez. Tüm bunlar, devlet, sanayi ve teknik araştırma merkezleri arasında normalde olacağından daha özgür bir hareket anlamına gelir. Bunun yanında, Amerikan devleti kendi araştırma hizmetlerini de örgütlemiştir. Nüfus Bürosu, örneğin, 15’ten fazla istatistik araştırma merkezini kapsamaktadır. 1923’ten 2943’e kadar varolmuş olan Ulusal Kaynak Planlama Kurulu, bir başka benzer kuruluştu. Bugün çok daha uzmanlaşmış kurumlar vardır. En kapsamlıları Atom Enerjisi Komisyonu’dur. Devlet laboratuarlara sahiptir ve hammadde ve teçhizat sağlar, fakat Komisyon’un fiili işi üniversiteler ve özel sanayi tarafından icra edilir. The Associated Universities, Inc., Brookhaven Ulusal Laboratuarlarını; Union Carbide, Oak Ridge’i; California Üniversitesi, Los Alamos’u; ve General Electric de Hanford’daki merkezi işletmektedir.
Son olarak, ABD’nin, değişik kurumların yaptığı araştırmaların koordinasyonuna ciddi bir ihtiyacı olduğu da söylenebilir. Bu işlem için iki kuruluş uygun görünüyor: Kamu Hizmeti İdaresi ve Devlet Araştırma Kuruluşu. Yeri gelince bu kuruluşların çalışmaları, halihazırda yürütülmekte olan bir projenin gerçekleştirilmesiyle sonuçlanacaktır. O proje, teknik hedeflere yönelik bir bilimsel araştırma merkezinin, bir Federal Araştırma Kurulu’nun oluşturulmasıdır.
Prensip olarak, bilimin bağımsız olması hâlâ mümkündür. Fakat kaydetmemiz gerekir ki, devlet, araştırmaları için en iyi bilim adamlarını toplar (ABD’de bilim adamları, düşük maaşlı üniversite profesörleri düşünülünce devlette çalışmaya heveslidir). Devletin ağır talepleri ışığında bu bilim adamlarının başka bir şey yapacak pek zamanlan kalmaz. Devlet de bunlardan durmadan artan sayıda istihdam ediyor. Üstelik, şirketlerin araştırmalara ayırdığı fonların büyük bir kısmı da teknik araştırmalara gidiyor. Sadece %4’ü temel bilimsel araştırmaya gidiyor. 1947 Steelman raporundan ve Eisntein’in belirli açıklamalarından sonra bilimsel araştırmaları teşvik etmek kaçınılmaz göründüğünde devlete müracaat edildi ve devlet 1951’de Ulusal Bilim Vakfı’nı kurdu. Sputnik sonrasında yeni bir rapor (Waterman raporu), devlet müdahalesi için yeni bir çağrıda bulundu. Devlet de Başkan’a bir bilim ve teknoloji danışmanı görevi, bir Ulusal Güvenlik Komitesi vs. ihdas ederek cevap verdi. Bu olaylar, gün geçtikçe artan bir müdahale ima eder. Birleşik Amerika ile Sovyetler arasındaki bilimsel ve teknik rekabet, ABD’de siyasal gücün merkezileşmesini ve büyümesini kaçınılmaz biçimde sağlamalıdır. Bu nedenle, bağımsız araştırmaların hayatta kalabilmesi imkansız görünüyor. Zweckwissenchalt (Nazilerin hemen uyguladığı “pratik veya hedefli bilim”) gibi bir sistem giderek işi üstlenecektir. Burada artık serbestçe araştırma sözkonusu değildir. Devlet tüm teknisyenleri ve bilim adamlarını seferber eder, tümüne sınırlı bir teknik hedef dayatır. Onları daha fazla uzmanlaşmaya zorlar, kendisi de uzmanların gerisindeki emredici güç olarak kalır. Kendi çıkarına olmadığım düşündüğü tüm araştırmaları yasaklar, sadece faydası olan araştırmaları destekler. Her şey, hizmet ve fayda fikrine tabi kılınır. Sonuçlar önceden bilinir. Bilim ancak araçları sağlar.
Zweckwissenchaft’da tekniğin gelişmesi en tepe noktasına, bilimin aleyhine, ulaşır. Toplumsal olarak önemli olan, devlet tarafından istenenlerin dışındaki tüm araştırmaların yasaklanmasıdır. Fakat devlet ile tekniğin buluşması ışığında durum pek de farklı olamazdı. Genel olarak, sistemin kötü sonuçlar doğurduğu söylenemez. Bir örnek vermek gerekirse, Nazilerin radar alanındaki araştırmaları bastırmalarından bunun tersi bir iddia üretmek mümkün değildir. Nazi yönetimi kısa radyo dalgaları üzerine araştırmaları yasakladı, çünkü bu araştırmaların bir geleceğinin olmadığını, uygulanamayacağını düşünüyordu. Ancak İngiltere’nin bu alandaki “hür” araştırmaları radarın bulunmasına yol açtı, Nazilerin Zweckwissenchaft’ı için ciddi bir darbe oldu. Savaş için ciddi sonuçları olan bir darbeydi bu. Öte yandan Nazilerin “yönettiği” araştırmalar etkileyici sonuçlar doğurdu. Tanklar, VI ve V2 füzeleri ve ağır deniz bombaları örneğinde, cerrahi, optik ve kimya alanlarında (organizasyon veya tarım yöntemleri bir yana) Zweckwissenchaft hızlı ve etkili sonuçlar doğurmuş görünüyor. Savaştan sonra da ABD ve Sovyetler Birliği bu buluşları alarak istifade etti.
Ders bitmemiştir. Bizler de bu anlayışa doğru ilerliyoruz. Bugünkü tüm ışıltılarına rağmen uzun vadede tahripkâr bir anlayış olabilir bu. Şimdiye kadar söylediklerimizden, gelecek on yıllarda tekniğin daha güçleneceği, süratinin devlet sayesinde artacağı gönül rahatlığıyla söylenebilir. Giderek iç içe geçen devlet ile teknik, modern dünyadaki en önemli güçler haline geliyorlar. Görünürde yıkılmaz, total bir medeniyet kurma amaçlarında birbirlerine destek oluyorlar.
Views: 33