Eğlence ve dikkat dağıtma teknikleri, ele almış olduğumuz diğer insani tekniklerden farklıdır. Maddi açıdan bu teknikler propaganda teknikleriyle (filmler, radyo, gazete, daha az ölçüde de kitaplar ve sesli kayıtlar) benzeşir. Ancak bu araçların hiyerarşisi aynı değildir. Örneğin, sinema birinci yeri işgal eder ve radyodan daha önemli bir rol oynar. Buna karşılık, propaganda hiyerarşisinde radyo tercih aracıdır.
Burada da bilinçaltının kullanımı tekniklerini görüyoruz ama çok daha az baskıyla kullanılırlar. Ayrıca, bu bilinçaltı tekniklerinin erişimi ve alanı farklıdır. Eğlence dikkat dağıtmaya, propaganda yol göstermeye çalışır. Ancak temel fark, kendiliğindenlikle ilgilidir. Propaganda tekniği hesaplı kitaplıdır; oysa eğlence tekniği spontane ve tasarlanmış değildir. İlki, organize edenin kararının sonucudur; ikincisiyse kitlenin ihtiyacının sonucu. İşten eve dönen sıradan inşanı düşünün. Çok büyük ihtimalle gününü tamamen hijyenik bir ortamda geçirmiştir; ortamını dengelemek ve yorgunluğunu hafifletmek için de her şey yapılmıştır. İşten ayrıldığında vaktini doldurmaktan duyduğu memnuniyeti, verimsiz, anlaşılmaz ve gerçek verimli bir iş olmaktan uzak bir işten duyduğu tatminsizlikle karışır. Evde “kendisini yeniden bulur”. Fakat neyi bulur? Bir hayalet bulur. Düşünecek olsa, düşünceleri onu dehşete düşürür. Kişisel alın-yazısı ancak ölümle gerçekleşir. Fakat tefekkür, onun için ergenlik maceralarıyla ölümü arasında herhangi bir şey olmadığını, kendisinin bir karar verdiği veya bir değişimi başlattığı bir nokta olmadığını söyler ona. Değişimler, onu bir gün savunan bir gün dışlayan organize teknik toplumun özel ayrıcalığıdır. Bugünden diğerine bir fark yoktur. Yine de hayat hiç sakin değildi, çünkü gazeteler ve haber bültenleri günün sonunda onu kuşatıyor, güvensiz bir dünya imajını ona kabul ettiriyordu. Sıcak veya soğuk savaş değildiyse, ona hayatının rizikoluluğunu anlatacak her türden kaza vardı. Bu rizikoluluk ile işin değiştirilemez kararlılığı arasında kalan insanın yeri yurdu yoktur, bir yere ait değildir. Ona bir şey olsun veya olmasın her iki durumda da kendi kaderinin yazarı değildir.
Teknik toplumun insanı kendi hayaletiyle karşılaşmak istemez. Kazalar ile teknik mutlakiyet uçları arasında parçalanmaya kızar. Her şeyin berbat gitmesinden korkar. İşlerin kötü gitmesini kabul edebilir ama ancak hayatın bir anlamının olması ve tercih yapabilmesi, örneğin ölmeyi seçebilmesi koşuluyla. Fakat hiçbir şeyin anlamı olmayınca, hiçbir şey özgür tercihin sonucu olmayınca, son berbatlık, kötü bir adaletsizliktir. Teknik medeniyet, hâlâ dokunulmamış tek insani gerçeklik olan ölümü durdurmamakla büyük bir hata etmiştir. İnsan, geleceğe dair hâlâ berrak anlara sahiptir. Propaganda teknikleri hayatın bir anlamı kaldığına onu tamamen inandıramamıştır. Fakat eğlence teknikleri devreye girmiş, ona en azından ölümün varlığından nasıl kaçılacağını öğretmiştir. Durumuna kendisini uydurmak için inanca veya zor bir çileciliğe artık ihtiyacı yoktur. Filmler ve televizyon, onu doğruca yapay bir cennete götürür. Kendi hayaletiyle karşılaşmaktansa, kendisini yansıtabileceği ve istediği gibi yaşamasını sağlayacak film hayaletleri arar. Bir iki saat süreyle kendisi olmaktan çıkar, kişiliği çözülür, anonim seyirci kitlesinde kaybolur. Film, onu güldürür, ağlatır, meraklandırır, sevdirir. Başroldeki kadınla yatağa girer, kötü adamı öldürür, hayatın tuhaflıklarına hükmeder. Kısacası, bir kahraman olur. Hayatın birdenbire anlamı vardır.
Sinema, bir entelektüel mekanizma gerektiriyor, insana, bir anlama dokunmuyor, yargıya ulaşmasına imkan tanıyordu. “Gerçekliği” sayesinde sinema filmi seyirciyi öylesine bütünleştirir ki baskısına direnebilmek için görülmemiş bir manevi güç veya psikolojik eğitim gerekir. Seyirciler sinemaya bir kaçış olarak, sonuçta da baskılarına teslim olmak üzere giderler. Unutmayı bulurlar, unutmada da işte veya evde bulamadıkları tatlı özgürlüğü bulurlar. Ekranda, gerçekte asla yaşayamayacakları bir hayatı yaşarlar. Rüya ve umudun, kıtlık ve zulüm zamanlarında geleneksel kaçış araçları olduğu söylenebilir. Fakat bugün umut yoktur; rüya da şu veya bu “gerçeklikten” özgürce kaçmayı seçen bir bireyin kişisel eylemi değildir artık. Kendileri bir yudum hayat, özgürlük ve ebediyet bulmaya çalışan milyonlarca insan kitlesi olgusudur. Kabuğundan mahrum bırakılan bir salyangoz gibi özünden koparılan insan, hareketli resimlere göre kalıp verilmiş plastik malzemeden ibarettir.
Geçmişin rüyaları ve umutlarıyla bugünküler arasında devasa bir fark vardır. Eskiden, “işlerin değişeceği” inancıyla umut, geleceği aydınlatan bir fenerdi. Rüyalar, uçuşu temsil ediyordu; ama insanın kendisine uçuşu. Ancak sinema filmlerinde gelecek sözkonusu değil. Film şeridinde, değişmek zorunda olan zaten değişmiştir. Sinema rüyalarının uçuşunun da iç hayatla bir ilgisi yoktur. Sadece dışsal olanı ilgilendirir. İnsanlar sinemayı terk ettiklerinde, derinliklerde tecrübe ettikleri ihtimallerle doludurlar. İç dünyalarına ilişkin dozlarını almışlardır. Sorunları da dönüşüm geçirmiştir. Şimdi filmin ortaya koyduğu sorunlardır onlar. Ve, tüm bilinç alanlarını işgal eden bu sinematik problemlerin hem tüm sıkıntıları uçuracak kadar güçlü hem de dert etmeye değmeyecek kadar gerçek dışı oldukları şeklindeki çelişkili gelebilecek mutlu izlenime sahiptirler. Filmlere duyulan modern tutku, kaçış isteğiyle tamamen açıklanmaktadır. Aynen iş temposunun veya devlet otoritesinin manevi sadakat ve sonuçta propaganda gerektirmesi gibi, teknik rejimi altındaki insani durum da dikkat dağıtıcı tekniklerin sunduğu kaçış anlayışını gerektirir. Zehiri damıtırken panzehiri sağlayan bir organizasyona hayretle bakmaktan başka bir şey yapamazsınız.
Tüm kişisel çıkarları teknik mekanizma tarafından boşaltılan insan bazen kendisini evde bulur. Ne hakkında konuşacaktır? İnsanda hiç eksik olmayan bir tek sohbet konusu olmuştur, o da hayatın sıkıntılarıdır. Korku, acı, umutsuzluk veya tutku değil. Bunların hepsi, insanın bilinçaltında bastırılmıştır. Fakat her zaman, cana yakın bir şekilde, sıkıntı verici şeylerden, bağlarına düşen dolulardan, küflerden, bozuk makinelerden, başbelası prostattan filan bahseder. Artık teknik müdahale ediyor, her şeyi tamir ediyor, her şeyin iyi veya yeterli şekilde çalıştığı bir dünya yaratıyor. Kimi küçük sıkıntılar sürse bile, kişi bunlardan bahsetme ihtiyacı duymaz, sessizliği dolduran etkili araçlara, aile hayatının imkansızlaştığını görenler için müthiş bir sığınak olan radyo ve televizyona döner. Jean Laloup ve Jean Nelis, radyo ve televizyonun aileyi yeniden oluşturduğunu söylerken tuhaf bir iyimserlik gösteriyor. Televizyon, kuşkusuz, maddi yeniden birleşmeyi kolaylaştırıyor. Onun sayesinde çocuklar artık akşamları dışarı çıkmıyor. Aile üyeleri gerçekten maddi olarak mevcuttur; ancak televizyon cihazına odaklanmış vaziyette birbirlerinin farkında değildirler. Birbirlerine katlanamazlarsa veya söyleyecek bir şeyleri yoksa radyo ve televizyon (harici ilişkileri yeniden kurarak ve sürtüşmeden kaçınarak) bunları kolaylaştırır. Bu teknik araçlar sayesinde bir ailenin üyeleri için birbirleriyle ilgili yapacak bir şeyleri olmak zorunda değil artık. Hatta, aile ilişkilerinin imkansız olduğu gerçeğinin bile farkında olmaları gerekmiyor. Karar vermek de gerekmiyor. Evli bir çiftin televizyonun çınlayan boşluğunda birbirleriyle hiç buluşmadan uzun süre birlikte yaşamaları mümkündür. Bu da tuhaf bir kaçış aracıdır; kendisinden değil de başkalarından kaçış aracıdır. İnsanın her akşam taktığı modern maskedir. Ne yazık ki eski maskenin erdemlerini (şeytani ve ilahi) taşımayan bir maskedir bu.
Radyo meselesiyle ilgili en incelemelerden biri olan Roger Veille’in çalışması, kulağın insandaki büyük “kusur” olduğunu hatırlatıyor bize. Kulak sayesinde insan “sonsuz mekanların sessizliğini” algılar; onun büyük huzursuzluğunun çıkış noktasıdır kulak. Gözün aksine, gizem ve reddetmeyi çağrıştırır. Acı ve merak merkezidir. Radyo da bu açığı kapatır, eğlendirmek suretiyle insanı sessizliğe ve gizeme karşı korur. Program yapımcıları tüm bunları bilir, programlarını da bu kaçışın bir işlevi olarak yapar; kaba ticari dürtülerden veya Makyavelizmden değil (kimilerinin düşündüğü gibi). Çünkü kendileri insanın durumu niteliğindedir ve acılarına karşı koruma isterler. O halde radyo, günlük sosyal gerçeklikle görevinin dağıtacağı rüyalar arasında açık bir ayrılmaya yol açar. Veille’in sözlerini kullanmak gerekirse, “kurtarıcı eğlencelerden” biridir radyo. Ahlaki huzuru ele alan, aile hayatının, sosyal baskıların ve modem yaşamın sıkıntılarının trajedilerini telafi etmekle görevli bir kamusal hizmettir. Bugünün şehirlerinin gayri insaniliklerini telafi etmelidir radyo. İnsanoğlunun gerçek dostluklar kuramadığı veya derin deneyimler yaşayamadığı bir ortamda radyo, ona gerçeklik görüntüsü, tanışlık ve insani yakınlık sağlamalı, onu cezbetmeli, rahatlatmalıdır. “Radyo, aidiyet illüzyonunu verdiği kimseleri sadece işitsel imajlara tedricen alıştırıp alıştıramayabileceğini; hatta konuşan kimselerin yokluğuna onları alıştırıp alıştıramayacağını” sorgularken Veille haklıdır. Ne yazık ki Veille’in sorusuna verilecek cevap açıktır. İnsanın tecridinin mukayese edilebilir başka bir aracı yoktur. Radyo, hatta radyondan daha fazla televizyon, bireyi tek başına olduğu yankılanan bir teknik evrene kapatmaktadır. Komşuları hakkında zaten yeterince az şey biliyordu; şimdiyse onunla dostları arasındaki ayrım daha genişlemiştir. İnsan makineleri dinlemeye, onlarla konuşmaya alışmıştır; telefonlarla ve diktafonlarla olduğu gibi. Yüz yüze karşılaşmalar, diyaloglar yok artık. Sayesinde sessizliğin acısından ve komşularının rahatsız etmesinden kaçtığı daimi monologuyla insan tekniğin kucağında (ki insanın yalnızlığını kuşatır, aynı zamanda tüm oyunlarıyla onu rahatlatır) bir sığınak bulur. Cazibe gücü ve görsel-işitsel nüfuz gücü nedeniyle televizyon, belki de kişiliği ve insan ilişkilerini en fazla tahrip eden araçtır. İnsanın aradığı şeyin, topyekün bir dikkat dağıtma, kendisini ve sorunlarını tamamen unutma, eşzamanlı olarak da bilincinin her zaman hazır ve nazır teknik eğlenceyle birleşmesi olduğu görülüyor.
Eğlence alanında, tekniğin bir teknoloji toplumunda insanın ihtiyaçlarına cevap verdiği bir aşamadayız. Ancak mevcut teknik araçları kullanıp kullanmama konusunda hâlâ özgür oldukları bir toplumda. “Kaçış istiyorsan buyur dene” diyor teknik. Ancak modern insan, teknik duruma her ne pahasına olursa olsun meydan okumama ihtiyacını öğrenmeye ve teknik araçların bu ihtiyacı karşılamak için varolduğunu kabul etmeye başlıyor. Örneğin, İngiltere’de Butlin’in olağanüstü başarılı tatil kamplarını alalım. Butlin, bir kere titizlik isteyen ve aşırı derecede kişilikten arındıran bir dünyada çoğu insanın tercih ettiği tatilin gerçek bir boşluk olması, özgürlük izlenimi veren ama bireyin kendisiyle maddi olarak bile yüzyüze gelememesini sağlayan daha büyük bir kişilikten arındıran bir boşluk olması gerçeğini yakaladı. Bu hedefe varmak için Butlin, 1938’de “aile tatil kamplarını” düzenledi. Tatilci, her günün farklı (sürekli yenilik ve değişiklik izlenimi vererek) olması için akıllıca düzenlenen katı bir takvimle kalabalık bir ortamda yaşar. Oyunlar, şarkılar, tiyatro, yemekler, “eğlence”, sabah saat yediden gece yansına dek hızlı bir tempoda birbiri peşisıra gelir.
“Önemli olan hiç kimsenin bir an bile olsa kendisine bırakılmamasıdır” diyor Butlin. Herşey bir şenlik havası içinde ve “uzman” olan oyun liderlerinin yönetiminde cereyan eder. Mutlu olduğuna insanı inandırmak için eldeki tüm araçlar kullanılır. Her bir kamp dört bin kişi alabildiğinden tatilci için kalabalık bir ortamda iki hafta süren tatilini geçirecek düzenlemeler yapma zorluğu pek yoktur. Tüm bu olay, bilinçsiz hale gelmek için tasarlanmış titiz bir işlemdir ve bizatihi Butlin tarafından ayrıntısıyla tarif edilen bir teknikle yürütülür. Butlin açık açık konuşuyor. Ona göre mesele, müşterilerinin sistematik biçimde bilinçlerini kaybetmelerini sağlamaktır. Eskisi gibi siyasi nedenlerle değil, sırf eğlence saikleriyle. Bir tür Pascaliyen eğlencenin emrine verilmiş bir teknik sözkonusu burada. Tam olarak aynı değil, çünkü ebediyetle yüzyüze olan bir kimsenin çıkmazından kaçması meselesinden çok, bu hayatta insan ile durumu arasındaki çatışmadan kaçınma meselesidir. İki eylem arasında aracılık yapmaktan ziyade (ki çoğu insan yapamaz bunu), teknik bir dünyada hayatın açık, ezici tuhaflığı üzerinde aracılık etme meselesidir. Ortalama insan kaçınılmaz olarak bunun bilincindedir. Bu nedenle bilincini her ne pahasına olursa olsun karartmalıdır. Bunda da, öyle görünüyor ki, teknik bir toplumun gereksinimleriyle asli bir uyum içindedir. Tezimiz, Butlin’in kamplarının müthiş başarısıyla kanıtlanmıştır. 1947’de 400.000 kişi bu kamplarda tatil yaptı. Bu sayı düzenli olarak artış göstermektedir. Unutmayın ki bu rakamlar, bu türden şeylere tabiatı gereği soğuk duran İngilizleri temsil ediyor.
Bu, teknik eğlencelerin teknik topluma ve sosyolojik işlevlerine bütünüyle adaptasyonunu göstermektedir. Filmleri bir eğitim sanatına ve bir eğitim aracına dönüştürmek ne kadar da aldatıcıdır. Sanat filmleri ile felsefi ve politik içerikli filmler, açıkçası sinemaya giden halkın isteklerini karşılamıyor. Filmlerin yine de halkı “eğitmenin” bir aracı olduğu elbette meşru biçimde savunulabilir. Fakat burada belirli bir kafa karışıklığına karşı uyanık olmalıyız. İzleyicinin zevkinin, anlayışının eğitilmesi gerçekleşir ama ancak yeri gelmişken gerçekleşir. Bilincinin karartılması en önemlisidir; sanat ve bilim de buna katkıda bulunabilir. Film, ancak, sanatı sosyolojik olarak gerekli, teknik açıdan da mümkün bir girişimin hizmetine koyduğu takdirde başarılı olabilir. Yalnızca sanat (ve kendini bilim olarak gösteren beyin yıkama) insanı gerçeklikten koparmanın yeni aracına dönüşür. Durum böyle olmasaydı, halk, Orson Welles’in ilk filmleri gibi filmleri benimsemezdi.
Tarif ettiğim türden spontane ve organize eğlence mekanizmaları, ancak propaganda tekniği gelişmediği ölçüde faydalıdır. Propaganda geliştikçe eğlenceyi yokeder. Ya eğlencenin görünümünü etkili bir propaganda aracına dönüştürür ya da daha sonraki bir aşamada insani adaptasyon amaçları için kullanılır. Bu sonuncusu, İsveç veya Rusya radyosunun “eğlenceyle”, yalanlarla ve uyutucu şeylerle dolu bir sosyal yapı kurmakla ilgilenmediği, çünkü bu devletlerin yurttaşlarının “özgürleştirildiği” ve kimsenin “günlük mecburiyetlerin bıktırıcı devamlılığını artık hissetmediği” şeklindeki Veille’in teziyle hemfikir olmayı imkansızlaştırıyor. Veille’in bu gerçek içinde sosyalizmin faydalı etkilerini zımnen görme eğilimi taşıdığı da kaydedilebilir. Oysa tarif ettiği durum, İsveçlilerin tüm insanlar içinde en “entegre” ve uyumlu insanlar olduğu gerçeğinden kaynaklanıyor. Kendilerini organizasyonda mümkün olduğunca yabancılaştırdılar ki kişilik ile teknik arasındaki bir çatışmanın artık farkında olmasınlar, bu nedenle de yapay bir cennete ihtiyaçları olmasın. Ruslar örneğinde propaganda eğlenceyi zekice absorbe ederek onun yerini almıştır. Devletinin günlük propagandasına (dünyada en gelişmiş olanı) maruz bırakılan Rus vatandaşı, merak nedir bilmez. Fakat bu durumda, aynı şey Hitler’in Almanyası için de geçerlidir.
Views: 152