Site icon İtaatsiz

6 Teknoloji Toplumu: Sanayi Devrimi – Jacques Ellul

Sanayi devrimi kavramı, münhasıran makinelerin gelişmesi için kullanılıyor. Oysa bu, meselenin ancak bu yüzünü görmektir. Lewis Mumford gibi bir uzmanın bile, değişik enerji elde etme biçimlerinde tekniğin evriminin anahtarını ve tekniğin dönüşümlerinin gerisindeki itici gücü bulduğunu yazabilmesi anlaşılır gibi değil. Ona göre, yaklaşık 1750’ye kadar süren bir ilk dönemde sadece hidrolik enerji biliniyordu. 1750’den 1880’lere kadar olan ikinci dönem kömür çağıdır. Üçüncü dönem ise elektrik çağıdır. (Nükleer enerjinin kullanımı daha yakınlarda ortaya çıktı. Onu belki elektrik çağının bir parçası saymak gerekir).

Mumford’un tezi, teknik kavramı makine ile sınırlandırılmıyorsa akıl almaz birşeydir. Ki Mumford da bu özdeşleştirmeyi yapıyor aslında. Bu durumda onun ayrımı, makinelerin tarihsel incelemesi için bir plan olarak geçerlidir, ama teknik medeniyetinin incelenmesi için tümüyle geçersizdir. Teknik medeniyet bir bütün olarak değerlendirildiğinde bu sınıflama ve bu açıklama son derece aceleci, son derece yapaydır. Benzer şekilde Norbert Wiener de farklı enerji kaynaklarına dayandırılan sınıflamaları reddeder. Ona göre yalnızca bir tek sanayi devrimi olmuştur; o da insanın kol gücünün yerini makineye bırakmasını içermektedir. Yine ona göre, gelişmekte olan ikinci bir devrim vardır ki o da insan beyninin yerinin alınmasıdır. Bunun henüz yalnızca hazırlıklarına ve göstergelerine sahibiz. Henüz oraya ulaşmış değiliz. Halihazırda tanık olduğumuz, dünyanın ara bir aşamada yeniden düzenlenmesidir. Değişim bir doğal gücün kullanımında değil, daha ziyade tekniğin yaşamın tüm alanlarına uygulanmasıdır.

Teknik devrim, kendinden tümüyle emin ve kendi çıkarına hizmet etmeyen her şeyle ilişkisinde özerk olan bir devletin doğuşu anlamına geliyordu. Bu Fransız Devrimi’nin ürünü bir anlayıştı ve strateji, organizasyon, lojistik ve askere alma alanlarında kesin bir askeri tekniğin yaratılmasını (Büyük Frederick ve Napolyon) gerektirdi. Fizyokratlarla ve sonra liberallerle ekonomik tekniğin başlangıcına da tanık olundu. İdarede ve polis gücünde rasyonelleştirilmiş sistemler, birleşik hiyerarşiler, kart indeksler ve düzenli raporlar dönemiydi. Özellikle Napolyon’la birlikte mekanizasyona doğru bir eğilim vardı; bu da tekniğin daha fazla veya daha az insan faaliyetine uygulanmasından kaynaklanıyordu.

Devrim tüm ulusal enerjilerin gayretini ve yeniden toplanmasını da gerektirdi. Artık aylaklık yasaktı (Fransız Devrimi sırasında hapse atılıyorlardı), ayrıcalıklı kişiler ve özel çıkarlar olmayacaktı. Herkes tekniğin sınırları içinde hizmet etmeliydi. Hukuk açısından bakıldığında, teknik devrim, Napolyon yasalarının büyük bir sistematikleştirmeye tabi tutulmasını ve örf gibi hukukun spontane kaynaklarını kesinkes bastırılmasını gerektirdi. Hukuk kurumlarının devletin tunç kanunları altında birleşmesi ve hukukun politikaya teslim olması söz konusuydu. Ve Büyük Britanya hariç tüm Avrupa’da böylesine etkin bir operasyondan şaşkına dönen uluslar, kendi geleneksel hukuk sistemlerini devlet lehinde terk ettiler. Bu sistematikleştirme, birleştirme ve açıklığa kavuşturma her şeye uygulandı. Bu, sadece bütçe kuralları ve mali örgütlenmeyle sonuçlanmadı, aynı zamanda ağırlık ve ölçülerin sistematize edilmesine ve yolların planlanmasına da yolaçtı. Tüm bunlar işbaşındaki tekniği temsil ediyordu. Bu açıdan bakıldığında tekniğin, insanoğlunun sorunlara akıl aracılığıyla hükmetme, bilinçaltında olanı açıklama, niceliksel olanı niteliksel kılma, tabiatın çerçevesini açık ve kesin olarak ortaya koyma, kaosu çözüp ona bir düzen katma kaygısının tercümesi olduğu söylenebilir.

Entelektüel faaliyette, özellikle de tarih ve biyoloji için bir entelektüel teknik yaratılmasında aynı çaba aşikârdı. Descartes tarafından kurulan ilkeler sadece bir felsefede uygulanıp sonuçlanmadı, bir entelektüel teknikte de uygulanıp sonuçlandı.

Bu olgular, enerjinin kaynakları olmaktan öylesine uzaktırlar ki mekanik dönüşümün tüm diğerlerini meydana getirdiğini söylemek pek mümkün değil. Gerçekten, enerjinin kullanımını teşvik ettiği yaygın mekanik gelişme, bu başka tekniklerin çoğundan sonra gelmiştir. Bu anlayışa göre, sıralama tersine çevrilmiş görünüyor; bu başka tekniklerin ortaya çıkışı makinenin evrimi için gerekliydi deniyor. Makinenin gelişiminin toplum üzerindeki etkisi, mesela polisin organizasyonundan daha fazla değildi.

Devrim kömürün kullanımından değil, tüm medeniyette bir davranış değişikliğinden kaynaklanıyordu. Burada en zor soruyla yüz yüzeyiz. Yüzyıllar süren bir yavaş gelişmeden sonra neden birbuçuk asır zarfında bir teknik gelişme patlaması yaşandı? Daha önceleri mümkün görünmeyen bir şey neden tarihin belli bir anında mümkün oldu? Bunun nihai nedenine ulaşamayacağımızı kabul etmeliyiz. 18. yüzyılın ikinci yarısında buluşlarda neden bir patlama yaşandı? Bilemeyiz. Bu noktada, bu kısa dönemde kendimizi bir buluşlar gizeminin ortasında buluyoruz.

19.yüzyılın yenilikleri çok daha kolayca izah ediliyor. Bir çeşit zincirleme etki kurulmuştu; yüzyılın başlarında yapılan yenilikler daha sonrakileri doğurdu. İlk adımlar bir kere atılınca, olayların mantıksal ve kestirilebilir bir gelişimi söz konusuydu. Fakat ilk adımlar neden atılmıştı? Bunu asla bilemeyeceğiz; bu, elinizdeki kitabın konusu da değil zaten. Bunun yerine biz, teknik yeniliklerin bu kadar radikal bir şekilde ve toplumu yutma tehdidi gösterecek derecede neden çoğaldığını soruyoruz. Bilimlerin sınırsız uygulanabilirliği, o zamana dek sınırlı ve kuşkuluyken niçin bir realite haline geldi? Yunanlılar, makineleri kullanabileceklerini biliyorlardı ama bunları kullanmak neden 19. yüzyıla kaldı? Yani aslında soru sadece 19. yüzyılın uygulamaları neden yaptığı değil, neden aynı zamanda muazzam bir ölçekte yaptığıdır. Leonardo de Vinci çok sayıda araç tasarladı (çalar saat, ipek çıkrığı, tekstil kumaşlarını taramaya yarayan bir makine vs.) ve çok sayıda da teknik iyileştirme önerdi (iki tekneli gemiler, kardan mafsalı, konik dişliler vs.) önerdi. Neden onun yenilik ve önerilerinden hiçbiri pratik uygulama bulmadı?

Buna verilen bir dizi cevap var. Sözgelimi, her şeyi bilimsel gelişme ile ilintilendirebilirsiniz. 18. ve 19. yüzyıllar, uygulamada gelişmeye tanıklık etti; saf bilgide veya spekülasyonda değil. Bu dönemin bilimsel evrimini yeniden saymak yahut da bu dönemde formüle edilip uygulanan sayısız ilke ve yasayı burada sıralamanın faydası yok. Parantez içinde belirtmek gerekirse, bilimsel devrim 17. yüzyılın ilk yarısı gibi erken bir dönemde başladı. Kantitatif hipotezlerin kesinliğini kanıtlama amaçlı deneyler o zaman yapıldı. Dahası, olguların kendi başlarına incelenmeye değer oldukları düşüncesine yol açan psikolojik bir dönüşüm gerçekleşti. Bu, teknik gelişmenin ortamım hazırladı ama onu açıklayamaz. Bu bilimsel keşifler gerekli koşullan açıklarlar – fakat zorunlu olanları değil. İlkeler olmaksızın uygulamaların imkânsız olduğu besbellidir ama ilkeler bir kere kurulunca uygulamalar mutlaka arkalarından gelmiyor. Yunanlılar arasında veya 18. yüzyılda otomatonları (kendiliğinden hareket eden şeyler) yapanlar arasında olduğu gibi, uygulamalar sırf bir meraktan da doğabilir. (Bu otomatonlar, deneysel değerden mahrum değillerdi. Bugün sibernetikteki araştırmalar da benzer şekilde otomatonların yapımıyla sonuçlanmaktadır).

Bilimsel araştırma ile teknik icat arasındaki yakın bağlantının, 19. yüzyılda yeni bir faktör olduğu anlaşılıyor. Mumford’a göre, “temel inisiyatif, mucit-mühendisten değil, genel yasayı kuran bilim adamından geldi”. Bilim adamı, gerek elde edilebilir hammaddeler gerekse karşılanmak zorunda olan yeni insan ihtiyaçlarının bilincine vardı. Sonra da bilinçli olarak araştırmalarım teknik açıdan uygulanabilir bir bilimsel teoriye yönlendirdi. Ve bunu ya sırf merakından yaptı ya da kesin ticari ve endüstriyel talepler yüzünden yaptı. Örneğin Pastör, bakteriyoloji araştırmalarında şarap üreticileri ve ipekböceği yetiştiricilerince teşvik edildi.

20.yüzyılda bilimsel araştırmayla teknik yenilikler arasındaki bu ilişki bilimin tekniğin kölesi olmasıyla sonuçlandı. Oysa 19. yüzyılda bilim, teknik gelişmenin hâlâ belirleyici nedeniydi. 18. yüzyılın toplumu, henüz yeniliklerin sistematik gelişimine imkan verecek olgunlukta değildi. Siegfried Giedion’un dediği gibi o dönemin Fransası bir deneme sahasıydı. Fikirler mantar gibi çoğaldı ama toplum bir dönüşüm geçirinceye kadar nihai şeklini alamadı.

20.yüzyılın ayırdedici özelliği, uygulamaların faydaya dayanan nedenlerle yapılmasıydı. Çok geçmeden bilimin yegane meşruiyet kaynağı uygulanabilirlikti. Teknik tarihçilerinin çoğu, bunu açıklamada felsefeyi yardıma çağırarak kendilerini hoşnut ediyor. 18. yüzyılın felsefesi gerçekten teknik uygulamalardan yanaydı. Doğacıydı; sadece tabiatı bilmeye değil, kullanmaya da çabalıyordu. Faydacı ve pragmatikti. İnsan hayatını kolaylaştırmayı, ona daha fazla keyif katmayı ve işgücünü basitleştirmeyi kendisine dert edinmişti. 18. yüzyıl için insanoğlunun yaşamı dar bir şekilde maddeyle sınırlıydı. İnsanlar daha az çalışıp daha fazla tüketebildiklerinde hayat meselesinin çözülebileceği aşikar görünüyordu. Sonuçta bilimin amacı felsefe tarafından tayin ediliyor gibiydi. Bu felsefe somuttu; maddi sonuçlarla bağlıydı. Görülemeyen yargılanamazdı. Ve o yüzyılın tarih değerlendirmesi de şudur: medeniyetlerin temeli, felsefe veya din değil, tekniktir. Bu takdire değer filozoflar için teknik, kendini somut bir şekilde göstermede ve okuyan herkese izlerini bırakmada muazzam bir üstünlüğe sahipti. Voltaire ve Diderot bu felsefenin büyük savunucularıydı. Ancak ben bu felsefeye tekniklerin gelişim tarihindeki en yüksek yeri veremeyeceğim. Bir rol oynamıştır ama teknik hareketinin gerisindeki birincil güç değildi. Öyle olduğunu söylemek yalnızca küçük bir Fransız azınlığı ve önemsiz bir yabancı eliti etkileyen bu felsefi fikir ve sistemlerin gücünü abartmak olur. Teknik hareket bir Avrupa hareketiydi. Oysa bu felsefi azınlıkların fikirlerinin teknik gelişmenin mükemmeliyetini herkese açıkça gösterecek derecede Avrupa’ya nüfuz ettiği pek söylenemez. Halkın makinelere tepkilerini (mesela Vaucanson’un dokuma tezgahına, ilk buharlı gemiye ve ilk maden eritme ocağına) hatırlatmak yeterli. Bu felsefi fikirler, 19. yüzyılda tüm insani güçlerin muazzam seferberliğini açıklamaya pek yeterli değil.

Bu felsefenin evrensel kabul görüp görmediği bile tartışılabilir. Başka zamanlarda felsefede faydacı akımlar olmuştur ama bunlar diğerleri arasında yalnızca bir tane şubeyi temsil ediyorlardı ve toplumun böylesine radikal dönüşümüne yolaçmadılar. Bu felsefeden daha çok 18. yüzyılın iyimser atmosferi teknik uygulamaların artışı için uygun iklimi hazırladı. Kötülük korkusu ortadan kalktı. İnsanların görgüsünde bir iyileşme, savaş koşullarında bir yumuşama, insanın diğer insan kardeşleri için sorumluluğunda bir artış, zanaatkârlar sınıfı hariç hemen her sınıfta yaşam koşullarının iyileşmesinden kaynaklanan hayattan belli bir keyif alma ve büyük sayılarda güzel evlerin inşa edilmesi gibi gelişmeler gözlemlendi. Tüm bunlar, Avrupalıları, gelişmenin ancak doğal kaynakların işletimi ve bilimsel keşiflerin uygulanmasıyla başarılabileceğine ikna etmeye katkı yaptı. 18. yüzyılın ikinci yarısındaki bu zihin hali, araştırmalarını pratik hedeflere adayan bilim adamları nezdinde bir tür iyi bilinç yarattı. Mutluluk ve adaletin onların araştırmalarından doğacağına inandılar. İlerleme mitosunun başlangıç noktası da işte burasıdır.

Bu atmosferin teknik gelişmenin lehinde olduğu açıktır. Fakat tek başına yeterli değildir. O halde 19. yüzyılda tekniğin ani patlamasını nasıl açıklayacağız? (18. yüzyıl teknik uygulamanın sadece hazırlık aşamasıydı. 19. yüzyıl ise gerçekten ilginç olan dönemdir). Bana öyle geliyor ki medeniyetin bu dönüşümü beş olgunun zamanda biraraya gelmesiyle açıklanabilir: Uzun bir teknik tecrübenin gerçekleşmesi, nüfus artışı, ekonomik ortamın uygunluğu, sosyal ortamın istenilen şekle sokulabilmesi ve açık bir teknik amacın ortaya çıkması.

Bu faktörlerden ilki küçümsenmemelidir, zira her modern teknik uygulamanın bir geçmişi vardır. Arthur Vierendeel ve Lewis Mumford bu hazırlıkları analize tabi tuttular. Her buluşun kökleri bir önceki teknik dönemde yatar ve her dönem de kendi içinde “sadece ilkel kalıntıları değil, aynı zamanda geçmiş teknolojilerin yaşayan değerlerini ve yenilerinin çekirdeklerini de” barındırır. Hakikaten yeni görünense bir “teknik kompleksin oluşmasıdır ve Mumford’a göre bu, bir bütünde birleşen kısmi buluşlar dizisinden ibarettir. Bu birim, kendisini oluşturan parçalardan en fazlası toplandığında işlev görmeye başlar ve eğilimi de kendini sürekli mükemmelleştirme yönündedir. 1000 yılından 1750’ye kadar olan dönemde, yakın sonuçlan olmayan ama hayatın her alanındaki malzemeleri biriktiren bir yavaş mayalanma olmuştu. Teknik mucizenin gerçekleşmesi için sadece bir ittirme gerekiyordu. Bu süreklilik özellikle Vierendeel tarafından incelenmiştir. Wiener de bunu vurgularken şöyle diyor: “Her aracın bir soy ağacına sahip olduğu ve ona hizmet eden araçların bir sonucu olduğu gerçeği üzerinde düşünmek ilgi çekici”. Bu muazzam miktardaki tecrübeler, aygıtlar ve incelemeler toplamı, sosyal bir felaket olmaksızın neredeyse on asır sürmüş bir evrimsel dönemin sonunda birdenbire kullanıma sürüldü. Bu tür süreklilik önemliydi çünkü teknik mirasın bir medeniyetten diğerine geçişini (ki bu, bir kısmının özellikle de uygulanan sosyal güçlerin bir kısmının kaybolmasını içerir) gereksizleştirdi. Bu süreklilik, finanstan ulaştırmaya tekniğin tüm alanlarında görülüyor. Eğer teknik ilerleme verili bir dönemde görülmüyorsa, bunun tek sebebi toplumsal ortamın tamamen lehte olmamasıdır. Fakat yeraltında olgunlaşmaktadır; 17. yüzyılda olduğu gibi, cılızken bile kendini kalıcılaştırmaktadır. Bu uzun hazırlık, 19. yüzyılın kuracağı yapı için destek ve temel olarak gerekliydi. Bu devre, Charles Moraze’nin Essai sur la civilisation d’Occident adlı çalışmasındaki deyişiyle bir “kolektif kuluçka dönemi”ydi. Birikmiş milyonlarca tecrübe¬den oluşan bu kuluçka dönemi, formülasyon anı için, ifade anı için bir hazırlıktı.

İkinci bir faktör, nüfus artışı, aynı derecede önemliydi. Burada da yine kendimizi bildik bir sorunla karşı karşıya buluyoruz. Son yirmi yıldır, medeniyetin gelişimiyle bağlantılı nüfus araştırmaları, teknik ile nüfus arasında yakın bir bağlantının varlığını göstermiştir. Nüfusun artması, ihtiyaçların artışını gerektirir ki bunlar da teknik gelişmenin dışında karşılanamaz. Bir başka bakış açısıyla; nüfus artışı, sadece gerekli pazarı değil aynı lüzumlu insan malzemesini de sağlamakla araştırma ve teknik büyümeye elverişli zeminler sunar.

Üçüncü koşulu Vincent incelemiştir. Eğer teknik ilerleme gerçekleşecekse, ekonomik ortam görünüşte paradoksal iki özelliği birleştirmelidir. Yani aynı anda stabil ve değişken olmalıdır. İktisadi hayatın temelleri istikrarlı olmalı ki birincil teknik araştırmalar iyi tanımlanmış nesne ve durumlara yoğunlaşabilsin. Fakat aynı zamanda bu ortam büyük bir değişime de muktedir olmalı ki teknik buluşlar ekonomiye emilsin, araştırmalar harekete geçirilsin. Katı bir ekonomi, kendisiyle beraber sabit alışkanlıklar getirir; bunlar da yaratıcı yeteneği boğar. 18. yüzyılın ikinci yarısında ekonomik duruma dair incelemeler tam da bu iki zıt özelliğe sahip olduğunu gösteriyor. Fakat bu iyi biliniyor. Bunu belirtmekten daha fazlasını yapıp genellikle ihmal edilen son iki koşula daha fazla yer ayıracağım.

Dördüncü koşul muhtemelen en belirleyici olandır. Bu, sosyal hayatın şekillenme özelliğidir ve iki faktörden oluşur: sosyal tabuların ortadan kalkması ve doğal toplumsal grupların yokolması. Bunlardan ilki, sözkonusu topluma bağlı olarak değişik biçimlerde kendini gösterir. 18. yüzyılın Batı medeniyetinde iki büyük kategori vardır: Hıristiyanlıktan kaynaklanan tabular ve sosyolojik tabular. Bilinci kategori, tüm moral ve dini fikirleri, eyleme dair yargıları, egemen insan anlayışını, insan hayatı için önerilen amaçları içerir. Bunlar, teorik olarak ve bir gerçek olarak, teknik gelişmeye muhalifti. İnanç önyargıya ve ideolojiye dönüştürüldüğünde ve kişisel dini tecrübe sosyal bir kuruma sokulduğunda moral konumlarda bir katılaşma gerçekleşti ki bu da gerçek tabuların yaratılmasına karşılık gelir. Doğal düzen bozulmamalı; yeni olan her şey de moral yargıya sunulmalıydı. Bu da önceden olumsuz hüküm verme anlamına geliyordu. Hıristiyanlık tarafından yaratılan popüler mantalite böyleydi özellikle de 17. yüzyılda. Bunlarla yakından ilgili olan, sosyolojik tabulardı; özellikle hiçbir şeyin değiştirmeyeceği bir doğal hiyerarşinin varolduğu kanaati soyluların ve ruhban sınıfın konumu, herşeyden önce de kralınki, sorgulanamazdı. 18. yüzyılın ortasında bunlar sorgulanmaya başladığında da halkın tepkisi kutsal olana saygısızlık suçu işlendiği ve 16. Louis’in idamına eşlik eden miskinlik halinin dini bir miskinlik olduğu yönündeydi. Gerçekten kralın katli Tanrının katli olarak algılanıyordu. Herkesin güvendiği ve mümkün olan tek yapı olarak gördüğü toplumun bünyesi tekniğin önünde bir engeldi. Tekniğin, kutsal olanın temelden karşısında olduğu düşünülüyordu. Doğal hiyerarşi, yalnızca alt sınıflara rahatlık getirecek mekanik sanatlara karşı işliyordu. Ve alt sınıflar da doğal hiyerarşiye inandığı için elbette teslimiyetçi ve pasif olabilirlerdi. Talihlerini döndürmeye çalışmadılar. Burada önemli olan nokta, gerçeklerin kendisi veya hiyerarşinin varlığı değil doğal ve kutsal karakterine olan inançtı ki bu da tekniğin önünde durmaktaydı.

Bizatihi toplumun yapısı (ki doğal gruplara dayanıyordu) da bir engeldi. Loncalar ve kolektif çıkarlar etrafında toplanmış üniversite, parlamento, kardeşlik cemiyetleri ve hastaneler gibi gruplar ayrı ve bağımsızdı. Birey, tüm ihtiyaçlarına cevap vermeye yetecek kadar güçlü ama ona kendisinin batmış veya kayıp olduğunu hissettirecek derecede de sınırlı kolektif yapılarda geçim, himaye, güvenlik, entelektüel ve manevi tatmin buluyordu. Eğer ortalama bir adam kendi durumu biraz stabilze ve hayali bir takım ihtiyaçların tatmini peşinde değilse bu kolektiviteler onu tatmin etmeye yeterliydi. Böyle bir kişi yoksul olsa da eğer dengeli bir çevrede yaşıyorsa yeniliğe karşı çıkar. Bilgimiz dahilinde olan üç bin yıllık tarihte çok göze çarpan bu gerçek dengeli bir toplumsal çevrenin ne olduğunu ve ondan ne gibi iyi yönlerin alınabileceğini bilmeyen modern insan tarafından yanlış anlaşılıyor.

İnsan, koşullarının iyileştirilmesine pek gerek olmadığını kendisi düşünebilir. Bunun yanında, bizatihi doğal grupların varlığı teknik yeniliklerin yayılması için bir engeldir. İlkel insanlar için yenilikler mevcut toplumsal ilişkilere göre belli coğrafi alanlarda ve belli gruplar içinde yayılır. Ancak bir sosyolojik sınır aşılarak dışarıya yayılma son derece güçtür. Bu olgu her toplumda vardır. Birbirine yakınca oluşmuş gruplara bölünme yeniliğin yayılmasına bir engeldir. Aynı şey loncalar için de geçerlidir. Loncalar sadece spontane biçimde ve sosyolojik birimler olarak hareket etmekle kalmazlar, aynı zamanda gönüllü bazda ve her birinin hukuki temeline göre de hareket ederler. Bu, dini gruplar için de geçerlidir. Örneğin 17. yüzyılda Fransız Protestanlarının kıskançça korudukları imalat sırlarını düşünün. Her bir tekniğin yayılması bu sosyal bölümler tarafından genellikle kontrol edilir.

Bu engeller Fransız Devrimi esnasında 1789’da kayboldu. Dini ve sosyal tabuların ortadan kalkmasıyla birlikte yeni dinlerin kuruluşu, felsefi materyalizmin tasdiki, çeşitli hiyerarşilerin lağvedilmesi, hükümdarların katli ve ruhban sınıfına karşı mücadele de geldi. Bu faktörler, popüler bilinç üzerinde güçlü bir etki yaptı ve bu tabulara inancın çökmesine katkıda bulundu.

Aynı zamanda (ki bu, sosyal çevrenin şekillenmesini sağlayan ikinci faktördür), bireylerin haklarını koruma maskesi altında tüm doğal gruplara karşı sistematik bir kampanya yürütüldü. Sözgelimi Girondistler (Fransız Devrimi sırasındaki ılımlı cumhuriyetçi parti üyeleri) loncalara, komünlere ve federalizme saldırdılar. Dini tarikatlara ve parlamentoya, üniversitelere ve hastane başrahiplerinin ayrıcalıklarına karşı hareketler vardı. Grupların özgürlüğü olmayacak, sadece bireylerin özgürlüğü olacaktı. Benzer şekilde aileye zarar vermek için de bir mücadele yürütülüyordu. Devrimci yasalar ailenin çözülmesine katkıda bulundu; aile, 18. yüzyılın felsefesi ve hararetleri tarafından zaten sarsılmıştı. Boşanmayı, mirası ve babanın otoritesini düzenleyen devrim yasaları, aile birimi için felaketti; bireyinse lehineydi. Geçici başarısızlıklara rağmen bu etkiler daimiydi. Toplum zaten parçalı durumdaydı; giderek de daha fazla parçalanacaktı. Birey tek sosyolojik birim olarak kaldı ama bu gerçek ona özgürlüğünü sağlamak bir yana en kötü kölelik biçimini teşvik etti.

Tartışa geldiğimiz parçalanma (atomization), toplum üzerinde mümkün olan en büyük şekillenmeyi getirdi ki teknik için belirleyici bir koşuldu bu. Toplumsal grupların parçalanması, 18. yüzyılın başlarında insanların feci bir şekilde yerlerinden edilmesini getirdi ve modern tekniğin talep ettiği nüfus yoğunlaşmasıyla sonuçlandı. İnsanları çevrelerinden, kırsal bölgelerden, aile ve dostlarından onlar için yine de çok küçük olan kentlere doldurmak amacıyla koparmak; binlerce kişiyi elverişsiz geçici konutlara ve sağlıksız işyerlerine tıkıştırmak; yeni bir insani durum çerçevesinde tümden yeni bir çevre yaratmak (proletaryanın endüstriyel makinenin yaratığı olduğu çoğu kere gözden kaçırılır) – tüm bunlar, ancak birey tamamen tecrit edildiğinde mümkündü. Ancak kelimenin tam anlamıyla bireyin ne çevresi, ne ailesi ne de ekonomik baskıya direnebilecek bir grubun parçası olmadığında, kısacası geriye hiçbir yaşam biçimi kalmadığında yukarıdaki süreç mümkün olabilirdi.

Toplumsal şekillenmenin etkisi budur. Bu olmaksızın hiçbir teknik gelişme mümkün değildir. Atomize bir toplumdaki birey için geriye yalnızca devlet kalmıştı. Devlet en yüksek otoriteydi ve her şeye kadirdi. Ortaya çıkarılan toplum, gerek entelektüel gerekse maddi bakış açılarından, yoğrulabilir ve son derece esnek idi. Teknik olgusu, tarihin başlangıcından bu yana en elverişli ortama sahipti. Aynı zamanda, tesadüf müydü yoksa değil miydi, buna girmeyeceğim, ama tarihsel bir rastlantı sonucu, benim açık bir “teknik irade (niyet)” dediğim şey gerçekleşti. Diğer tüm medeniyetlerde bir teknik hareketi olmuştu ama açık seçik anlaşılan ve tüm topluma teknik bir istikamete doğru bilinçlice rehberlik eden kitlesel bir irade değil.

Giedion, 1750-1850 dönemi için şöyle diyor: “Yenilik (buluş), hayatın normal akışının bir parçasıydı. Herkes icatlarda bulundu. Her girişimci, daha hızlı ve ekonomik üretim araçlarının rüyasını görüyordu. Mekanizma bilinçsizce ve isimsiz olarak işliyordu. O yüzyılın 60 yılında Amerika’da kişi başına düşen buluş sayısı, başka hiçbir yerde ve daha önce hiçbir zaman gerçekleşmedi”. Benzer bir olgunun, tekniğin sırf ihtiyaçtan doğ¬duğu tarih öncesi zamanlarda gerçekleşmiş olması mümkündür. Her taraftan baskıya maruz kalan insanoğlu, tekniği yara¬tarak tepki veriyordu. Ancak tarihsel dönemlerde durum değiş¬ti. Homo sapiens, tabiat güçleriyle ilişkiler açısından diğer memelilere üstünlüğünü o zamana gelindiğinde kurmuştu. Birtakım teknik girişimler şu veya bu alanda yapılmıştı. Örneğin, Asurluların askerlik sanatında yahut Mısırlıların inşaat sana¬tında açık bir teknik üstünlük vizyonuna sahip bireyler hep vardı. Mekanikte Arşimed, manevi teknikte de Loyola gibi. Fakat zamanımızın ayırdedici özelliğini (kesin bir teknik imkânlar anlayışı, belli amaçlara erişme iradesi, tüm alanlarda uygulama ve tüm bir toplumun göze çarpan bir teknik hedefe kilitlenmesi) neredeyse hiç görmüyoruz. Tüm bunlar birlikte, benim açık bir teknik irade dediğim şeyi oluştururlar.

Bu niyet nereden ortaya çıkmıştır? Bunun için pek çok neden biraraya geldi. Bunlar arasında, Hegel felsefesinin ve daha sonra da Marx felsefesinin pekiştirdiği 18. yüzyıl felsefesinin etkisi vardı. Fakat aynı derecede önemli başka faktörler de vardı. Teknik lehindeki genel hareketi gerçekten üretense özel ilgi (çıkar) idi. Bu teknik hareketi, Dekart ve Mare gibi birbirinden farklı insanlarca incelemeye tabi tutuluştur. Ancak verimlilik peşindeki endüstriyel özçıkar “işi yapacak en iyi yolu” bulmayı istediğindedir ki Gilbert tarafından bir araştırma başlatıldı. Ve bugün gördüğümüz sonuçlan elde etti.

Özel ilgi, teknik bilincin gelişmesinin gerisindeki büyük dürtüydü/dürtüdür. Ama bu, illa belirli bir ilgi mesela kapitalistçe ilgi veya paralı ilgi olmak zorunda değildi. Devlet ilgisi, Fransa’da devrim sırasında bilinçli hale gelen ilk ilgiydi. Devlet, politik ve endüstriyel tekniği geliştirdi. Sonraları da Napolyon’la birlikte askeri ve hukuki tekniği geliştirdi çünkü bunları, iç ve dış düşmanlara karşı etkili güçler olarak görüyordu. Devlet, “bilim ve sanatı” (gerçekte tekniği), yüce duygularla veya medeniyet aşkıyla değil, iktidar içgüdüsüyle korudu. Devletten soma bilinçli bir şekilde geliştirilen teknikten ne kadar büyük bir kazanç elde edilebileceğini keşfeden burjuvazi oldu. Aslında burjuvazi, üç aşağı beş yukarı her zaman teknikle uğraşmıştır. İlk finans tekniğini, daha soma da modern devleti başlatanlar onlardı. 19. yüzyılın başlarında bu sistemden muazzam kazançlar elde etme imkânlarını gördüler. İdealist bir maske takmalarına rağmen, özellikle de “maneviyat ve dinin” parçalanmasıyla lehte bir durum oluştuğunda ve bireyleri sömürmek için kendilerini serbest hissettiklerinde. Bu sınıf, tekniğin çıkarlarım, tekniğin ilerlemesi için kurban edilmek zorunda olan bireyin çıkarlarının önüne koydu. Teknik sayesinde sırf burjuvazi para kazandığı içindir ki teknik onların hedeflerinden biri haline geldi.

Bu ittifak iyi bilinir; bizim de sadece birkaç gerçeği hatırlamamız yeterli. Buharlı motorunu mükemmelleştiren James Watt iflasta ve çıkmazdaydı. Watt’ın buluşunun endüstriyel ve finansal imkanlarını kapan ve uygulamaya karar veren burjuvazi (Matthew Boulton) idi. Başka iki gerçek daha söz konusu: ticari kapitalizm endüstriyel kapitalizmden önce gelmiştir; endüstri, yükselişini ticaretten kaynaklanan sermaye birikimine borçludur. Ve sanayileşme ilk olarak ne zaman ve nerede gerçekleşmiş, en yaygın halini almıştır? İngiltere’de; zira bu ülkede kapitalizm daha üst düzeyde gelişmişti ve burjuvazi de her yerden daha fazla hareket serbestisine sahipti. Bu çok iyi biliniyor. Burjuvazi ile teknik arasındaki birliktelik, yalnızca fabrikaların gelişmesinde değil, fakat aynı zamanda daha göze çarpar şekilde teknisyenlerin çoğunun bu sınıftan geldiği gerçeğinde de ifadesini bulmaktaydı. Bilimin gelişmesini destekleyen burjuvazi idi.

Bundan başka, burjuvazi, ekonomik başarı ile başarının bilimsel temelleri arasındaki ilişkinin öylesine bilincindeydi ki eğitim sistemini neredeyse bir tekel olarak ellerinde tuttu. Bilim teknisyenlerini ve toplumun teknisyenlerini eğiten büyük okullara ve öğretmenlere yegâne erişim aracı eğitimdi.  Teknik ilerleme, burjuva parasının bir fonksiyonudur. Ancak bugün Marksistler, burjuvazinin ya teknik ilerlemeyi sınırlamaya ya da savaşın amaçlarına hizmet ettirmeye çalıştığını iddia ediyorlar. Ancak iddiaları, tarihin onların teorilerini yalanlamasını önleyemiyor. Marx’ın kendisi hiçbir zaman böyle bir iddiada bulunmazdı. Bugün için doğru olan, onun zamanında doğru değildi.

Ancak burjuvazinin bu öz-çıkarı, tüm toplumu kendisiyle birlikte sürüklemeye yetmedi -teknik ilerleyemeye halk tepkisini hatırlayalım. 1848 gibi geç bir tarihte bile işçilerin taleplerinden biri makinelerin kaldırılmasıydı. Bu kolay anlaşılır birşey. Hayat standardı yükselmemişti, insanlar tekniğin hızla devreye girmesinin yolaçtığı hayatlarındaki denge kaybından muzdaripti ve sonuçların sarhoşluğunu henüz hissetmemişlerdi. Köylüler ve işçiler, zaferlerini paylaşmaksızın teknik gelişmenin tüm güçlüklerini omuzlamak durumundaydı. Bu nedenle tekniğe karşı bir tepki vardı ve toplum bölünmüştü. Devletin gücü ve burjuvazinin parası teknikten yanayken kitleler karşıydı.

19.yüzyılın ortalarında durum değişti. Karl Marx, işçilerin gözünde tekniği rehabilite etti. Tekniğin kurtarıcı olabileceğini anlattı. Tekniği kullananlar işçileri köleleştirdiler, fakat bu efendilerin hatasıydı, tekniğin kendisinin değil. Marx belki de bunu söyleyen ilk kişi değildi, ama kitleleri buna ikna eden ilk o oldu. İşçi sınıfı, tekniğe karşı bir mücadele ile değil, aksine, bizzat teknik gelişme ile (ki bu, otomatikman burjuvazinin ve kapitalizmin çöküşünü getirecekti) kurtarılacaktı. Kitlelerin teknikle bu uzlaşması belirleyici oldu. Ancak, eşzamanlı olarak ikinci bir tarihsel gerçeklik ortaya çıkmasaydı açık bir teknik hedefle sonuçlanmada bu yeterli olmayacaktı. Bu ikinci gerçek, tekniğin faydalarının kitleler arasında yayılması denen şeydi. Bu faydalar arasında, günlük hayattaki rahatlamalar, çalışma gününün tedricen kısalması, toplu taşımacılık ve tıptaki iyileşmeler, talihini döndürmek için yeni fırsatlar (ABD’de ve sömürgelerde), konut kalitesindeki artış vs. vardı. 1850-1914 arasında herkesi böyle şahane şeylere yolaçabilecek ve insan yaşamını değiştirebilecek bir teknik hareketin mükemmelliğine ikna eden müthiş bir değişiklik yaşandı. Tüm bunlar, Marx’a göre, daha da iyi şeylerin habercisiydi ve izlenecek yola işaret ediyordu. Gerçek ve teori bir kerelik mutabıktılar. Kamuoyu nasıl direnebilirdi?

Öz-çıkarın (rahata kavuşma ideali gibi) sürüklediği kitleler, tekniğin diğer tarafına geçtiler; toplum döndürülmüştü. Tekniğin imkânlarını sonuna kadar kullanmak için ortak bir istek gelişti ve çıkarları en fazla çatışan gruplar (devlet ve birey, burjuvazi ve işçi sınıfı) tekniğe övgüler dizerken birleştiler. Hemen herkes tekniğin mükemmel bir şey olduğunda hemfikirdi. 1914 somasında aydınlardan kesin eleştirilerin geldiği doğru ama bunlar genellikle müphem bir idealizmin veya duygusal bir hümaniteryenizmin ifadeleri oldukları için etkisizdi.

Tekniğin daha yeni gelişmeye başladığı 19. yüzyılın ortalarında, peygamber edasıyla bir uyarıcı ses yükseldi. Kierkegaard’ın sesiydi bu. Sağlam düşünsel temellere dayanmasına ve gerçekten övgüye layık olmasına rağmen onun uyarıları çok çeşitli nedenlerle önemsenmedi. Bu uyarılar gerçeğe çok yakındı.

Bu analiz, esas olarak, teknik hareketin önce geliştiği ülkeler İngiltere ve Fransa için geçerlidir. İngiltere’de olaylar Fransa’dakinden bir ölçüde farklı bir seyir izledi fakat aynı ölçeğe ve derin öneme sahipti. Tarihsel sıralama değişikti ama her iki ülkede de yönelim teknik gelişmeye doğruydu. İngiltere’de toplumsal şekillenme, Fransa’da olduğundan farklı yollarla ve farklı bir zamanda gelişti. Sosyolojik tabular daha erken bir dönemde yıkıldı. I. Charles’ın Cromwell tarafından katli, toplumsal şekillenmeye ilk ve temel itkiyi verdi. Ve tüm yazarların hemfikir olduğu üzere, bu tarihten soma İngiltere’de katı toplumsal hiyerarşi artık varlığını yitirdi. Üstün değer, çalışkanlara toplumsal merdivende yükseklere tırmanma imkânı veren (William Pitt iyi bir örnekti buna) üretken ve etkin emekti. Kral bundan böyle ilahi otoriteyi temsil etmiyordu; ne de millete direnebiliyordu. Kraliyet kişiliğine paranın gücüne dayanan bir sosyolojik rijitlik artık yoktu. 19. yüzyılda gözlemlenen, teknik devrimden sonra ve toplumun yeni denizlere yelken açtığı bir dönemde kazanılan istikrara bakarak 18. yüzyıl İngiltere’sini sosyolojik olarak yorumlamak hata olur. 18. yüzyılda İngiltere genellikle seyyal ve tüm yapılarında istikrarsızdı. Bizatihi Hıristiyanlık, kıta Avrupası’nda olduğu gibi muhafazakâr bir güç değildi. Metodizmin ortaya çıkışından önce iki büyük akım İngiliz toplumunu bölmüştü: Anglikan Kilisesi ve Püritenler. Siyasal başarısızlıklarından sonra bile Püritenler hâkim etkiydi. Reformasyonun yerleştirdiği trende uygun olarak mevcut tüm dini tabuları yıktılar ve Tanrının verdiği iyi şeylerin kullanılmasını ve hatta sömürülmesini önemseyen bir pratik, faydacı zihniyet geliştirdiler. Bu trendin kapitalizmin gelişimiyle ilişkisi iyi biliniyor. Anglikan Kilisesi, 18. yüzyılın sonundan beri hoşgörü vazediyordu ve kendisine ana ilke olarak Rahip Warburton’ın sosyal fayda fikrini benimsemişti. Burada da bir tür elinin sekülerleştirilmesi sözkonusuydu. Din artık toplumun çerçevesi değildir; tabularını ve biçimlerini artık topluma empoze edemez. Onun yerine, kendisini topluma entegre eder, ona uyarlanır ve sosyal fayda kavramım kriteri ve meşruiyeti olarak benimser. Eşzamanlı olarak İngiliz toplumsal gruplarının çözülüp parçalaması da gerçekleşti. Bu, Fransa’da olduğu gibi pek devletin etkisinden değil, daha ziyade köylü toplumunun 18. yüzyılın ilk dönemlerinde başlayan çözülmesinden (ki Defoe ve Swift bu süreci çok güzel anlatır) kaynaklandı.

Köylü komünü ve köylü ailesi, 18. yüzyılda yavaşça tahrip edildi. Tarihçiler, o zamana dek dinginlik içinde olmuş bir toplumun amansızca ve Fransa’da olduğundan daha hızla çöküşünü naklediyor. Topraklı sınıfların çıkarları ile paralı sınıfların çıkartan arasındaki mücadele, paralıların çıkarlarının zaferiyle sonuçlandı. Paralı çıkarlara dayanan yeni bir köylü toplumunun nasıl ortaya çıktığının ayrıntılarına burada girmenin anlamı yok. Yeni zenginleşen girişimciler büyük araziler ele geçirerek eski orta sınıfın (gentry) yerini aldı, ama bu bizim konumuz değil. Bizim açımızdan önemli olan, etkisi geleneksel dünyanın organik yapısını değiştiren tüccarlardır. Küçük toprak sahipleri ve küçük çiftçiler ortadan kaldırıldı veya tarım proletaryasına indirgendi yahut da kentlere göç etmeye zorlandı. Kırsal birlikler yokedildi, komünler hemen tümüyle yeni toprak sahiplerinin eline geçerek ahenkli sosyolojik birimler olarak varlıklarını yitirdi. Yeni tarım metotların uygulanması (Fransa’dakinden çok daha çabuk kabul gördüler) harekete hız kattı.

Fransa’da büyük ölçüde 1780’lerde gerçekleşen meraların çitle çevrilmesi, İngiltere’de 1730’da başladı. Yeni tarım teknikleri, açıkçası öylesine üstündü ki eski “açık alan” sistemini (meralar, otlaklar ve ormanlar) koruyabilmek mümkün değildi. Sonuçta, eski organik köylü toplumuna nihai darbe indirildi. Köylü o haliyle hayatta kalamadı ve onunla birlikte tüm bir toplum değişim dalgasına girdi. Bizim atıfta bulunduğumuz yoğrulabilme, İngiltere’de toprağın kullanımındaki bu evrimin sonucu olarak gerçekleşti. Bu da teknik harekete gerekli insan gücünü (ilgisiz, boş, kökünden koparılmış) sağladı. Sadece bu insan gücü sanayinin gelişimi için gerekli olmakla kalmadı; bu şekilde yaratılan kitleler tekniğe olan inanç ve tekniğin yayılması için vazgeçilmez nitelikteydi.

Özetlemek gerekirse, toplumsal şekillenme İngiltere’de Fransa’da olduğundan erken gerçekleşti; teknik hareket de ona paralel olarak gelişti. Bundan başka, Fransız toplumunda çok başat olan devlet, Büyük Britanya’da aynı etkiye sahip değildi.

Bu, açık bir teknik bilincinin gelişmesi bakımından da geçerlidir. Büyük Britanya’da bu bilinç bir burjuva ilgisi olarak kendini gösterdi. Kırsal bölgelerde yeni tekniklerin kullanıma sürülmesinin arkasındaki ruh, kısa bir süre soma Fransa’yı karakterize edenden çok farklıydı. Fransa’da teknik hareket monarşi tarafından başlatıldı ve bilimsel bir biçim aldı. Akademiler ve araştırma enstitüleri, ülke sathında yeni teknolojilerin reklamım yaptı. Soylular da uyguladı – çoğu kere de ilgi duymadan. İngiltere’de kâr ta başından beri temel dürtüydü. Ampirizm de başat faktördü çünkü teknik daha etkindi. Teknikler, geliştirilmeleri için para ödendiği için geliştirildi. Ticari faaliyet, onları avantajlı görüyordu. Bu, tarımda da sanayide de geçerliydi.

İngiliz teknik hareketinin belirgin özelliği, farklı finans sistemlerinin (bankalar, borsalar, sigorta şirketleri) hepsinin gelişmiş olmasıydı. Tekniğin değerine ilişkin açık bilinç, kendini esas olarak para ile ifade ediyordu ve dağıtım sistemlerinin merkezinde yer alıyordu. Bu alandaki yeniliklerin artması da diğer tüm teknikleri, diğer tüm alanları etkiledi. Britanya devleti bu açık teknik bilinci görece geç bir talihte kazandı; o da ancak tekniklerin kendi yakın çıkarma uygun olduğunu gördüğünde. Bu teknik açıklık olgusu kimi zaman devletin çıkarlarıyla özel bireylerin çıkarlarının birleşmesi sayesinde gerçekleşti. Örneğin çelik imalatında Henry Cort’un Donanma’ya tedarikçi olması gerçeği 1780’de çelik tavlama uygulaması için önemliydi. Devlet bu süreçte donanma gemilerini geliştirmek için mükemmel bir araç buldu. Bununla birlikte, Majestelerinin hükümetini teknik istikametine sokan Napolyon imparatorluğuyla rekabetti.

O andan itibaren her iki hükümet de anlamıştı ki ancak tüm devlet ilişkilerindeki ve girişimlerindeki verimlilikle barışa ve savaşa yön verebilirler. İngiliz devleti böylece, tekniğin gelişmesinde Fransız devrimci devletinin açık bir teknik bilinç aşılaması kadar etkili oldu. Britanya burjuvazisinin doğuşuyla İngiltere’de zemin zaten hazırlanmıştı. Ancak İngiltere ve Fransa’daki gelişim farklılıkları ne olursa olsun ortaya çıkan açık teknik bilinci her ikisinde de aynıydı.

Birleşik Amerika’da bu, 19. yüzyıl başlangıcında cereyan etti. O zamana dek bu ülkenin toplumu inorganikti. Fakat o zaman Amerika’da sosyal ortam elverişliydi. Üstelik Amerikalılar Avrupa’da evrilen teknik bilinçten de istifade ettiler; bu yüzden çok geçmeden teknik için bir modele ulaştılar. Giedion’a göre Amerikalılar, karmaşık işlemleri mekanize ederek başladılar (bu da montaj hattını doğurdu). Diğer yandan Avrupalılar, genellikle ip eğirme gibi basit işlemleri mekanize ettiler. Bu Amerikan başarısı, Amerikan ortamının istisnai esnekliğinin sonucuydu.

Bu koşullar diğer Avrupa ülkelerinde, İspanya, İtalya, Almanya, Avusturya ve Rusya’da görülmedi. Bu uluslarda sosyal yapılar oldukları gibi kaldı. Dinin tabuları fanatik derecede saygı görüyordu; toplumun tabuları da hiç sorgulanmıyordu. Engizisyon ve İmparatorluk Mahkemesi, toplumun manevi ve sosyolojik bölüntülerini kıskançça korudu. Dünyanın bu kısmı zaten zayıflatılmış, yıkılmış ve içeriği boşaltılmıştı ama katı biçimleri genellikle iyi olarak kabul görüyordu. Şehirlerde az değişikidik varken, kırsal alanlarda hiç yoktu. Geleneksel organizma olduğu gibi kaldı. Aydınlanmacı despotizm biraz heyecan yaratmaya başladığında da dünyanın bu kısmı öylesine az hazırlıklıydı ki eski toplumsal yapılara karşı mücadelede kendini tüketti. Sözgelimi, Büyük Petro’nun, II. Joseph’in kaderini bir düşünün.

Bu dönemde Almanya ve Rusya’da büyük icatlar yapılmış olabilir. Hitler’in ve daha sonraları Stalin’in tüm önemli buluşların kendi ülkelerinde yapıldığı iddialarını herkes bilir. Abartma payı bir yana bu iddialarda belki biraz doğruluk payı da var. Ancak keşifler uygulanmamıştır; tekniğin yükselişinde önemli olan da uygulamadır. Uygulamalar gerçekleşmedi. Zira elverişli faktörlerin tartıştığımız kombinasyonu yoktu. Bu ülkelerin sosyal ortamı, manevi eğilimleri, grup psikolojisi, sosyolojik yapılar ve geçmiş tarih, hepsi tekniğin yükselişine elverişsizdi. Bazı ülkelerde devlet, özellikle Prusya’da, tekniğin lehindeydi ama devlet katındaki bir açık teknik bilinci çok veçheli gelişme için gerekli büyük insan ve işlem seferberliğinin kapışım açmak için tek başına yeterli değildi.

Kısaca analiz ettiğimiz beş faktörün ortak birlikteliği, tekniğin istisnai artışım açıklamaktadır. Bu faktörler daha önce hiçbir zaman biraraya gelmemişti. Özetlemek gerekirse, bu faktörler şunlardı: 1) nihai çiçek açma öncesinde, önemli duraksamalar olmaksızın çok uzun bir teknik olgunlaşma veya kuluçka dönemi; 2) nüfus artışı; 3) elverişli bir ekonomik ortam; 4) yoğrulabilir ve tekniğin yayılmasına açık bir toplumun neredeyse tam şekillenmesi; 5) diğer faktörleri birleştirip teknik amaca doğru yönlendiren bir teknik bilinci. Bu koşulların bazıları diğer toplumlarda var olmuştu. Üçüncü yüzyılda Roma İmparatorluğu’nda gerekli teknik hazırlığın ve tabuların yıkılmasının varolması gibi. Fakat eşsiz olgu, beşinin birden eşzamanlı olarak varolmasıydı. Bireysel teknik yenilik için hepsi gerekliydi ve başka her şeyin baş etkeniydi.

Tarih bize başka ne öğretebilir? Teorilerimizi tarihe empoze edebileceğimiz inancı beyhudedir. İnsanın tecrübesinin kendini tekrar ettiğini öne süren her felsefe geçersizdir.

Views: 123

Exit mobile version