Bugün tekniği tartışırken bir tavır takınmamak mümkün değil. Takındığımız tavır da, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, tarihsel bir tercih tarafından belirlenmektedir.
Teknik olgusunun insanlık tarihinin sürekli bir unsuru olduğunu kabul edersek, şimdiki boyutuna dair yeni bir şey var mıdır? Bu soru üzerinde iki farklı tavır vardır. Birincisine göre modern dünyada, Taş Devri’nde olduğundan daha fazla gerçek anlamda teknik yenilik yoktur. Jean Fourastie, mizahi bir havayla, tarih öncesi insanın bronz kılıcın kullanılışını ilk görüşünde bizim atom bombası karşısında duyduğumuz derecede korku duyup duymadığını soruyor. O halde teknik yenilikler, insanoğlu için şaşırtıcı ve nahoş yüzünü hep göstermiştir. (Filmler ve çizgi filmler için bitmek tükenmez bir fıkra kaynağıdır bu). Korktuğumuzda tüm yaptığımız, atalarımızdan kalan içgüdülerimize uymaktan ibarettir. Atom bombasından korkmak için, binlerce yıllık herhangi bir yenilikten korkmak için olduğundan daha fazla gerçek neden yoktur. O eski yenilikler insan ırkını yok etmemiştir. Bugünün tekniği daha önceki tekniklerle aynı özelliklere sahiptir. Ne kadar hızlı ve şaşırtıcı olursa olsun, bu normal gelişme bizim için tehlikeli olmaz.
Son derece iyimser bu görüşün karşısındaysa, gerçekten yeni bir olguyla karşı karşıya olduğumuzu öne süren bir başka görüş var. Modern teknik kompleks ile tekniğin hep var olduğunu göstermek amacıyla tarihin akışı içerisinde emek mahsulü olarak yaratılan teknik parçaları arasında ortak hiçbir şey yoktur. Bu bakış açısına sahip olanlara göre teknik olgusu yalnızca derece açısından değil tür açısından da bütünüyle bir değişimi temsil etmektedir. Modern toplum, (Marks’ın, özellikle de Engels’in haberini verdiği) bir geçişle yüz yüzedir ve bu geçiş, nicelik değişiminin bir sonucu olarak nitelik değişimini içeriyor. Engels’in fizik olgulara uyguladığı bu postüla, sosyolojik olgular için de geçerlidir. Belli bir niceliğin ötesinde, olgu, bir anlamda aynı kalsa da aynı niteliğe, aynı özelliklere sahip değildir.
Bu iki tez arasında sübjektif ve apriori olarak bir tercih yapamazsınız. Gerçekten bir değişim olup olmadığını belirleyebilmek için tekniğin objektif karakteristiklerini incelemek gerekir. Fakat hangi karakteristikleri inceleyeceğiz? İçkin olanlar (doğasında var olanlar) değil; onlar değişmezler. İçkin özellikleri dikkate alırsak, birinci görüş doğrudur. Arşimed’in birtakım savaş motorları yapısındaki mantıksal işleyiş ile bir motoru geliştiren çağdaş bir mühendisinkinin işleyişi aynıdır. Ve aynı içgüdü, insanı taşları mancınıkla kaldırarak bir makineli silah yapmaya sevkeder. Benzer şekilde, teknik gelişme seviyesi ne olursa olsun teknik yeniliklerin yayılmasına dair aynı yasalar işbaşındadır. Ancak bu özdeşlikler hiç de ikna edici değildir.
Değişik tekniklerin ortaya çıkardığı sorunları inceleyen pek çok kimse, geleneksel durum ile bugün karşı karşıya bulunduğumuz durum arasında radikal bir fark bulunduğunu kabul ediyor. İçkin özellikler temelinde bu araştırmacılar, (a) temel teknikler – Ducasse’ye göre bunlar “insanın çevresiyle olan tüm ilişkilerini özetlerler”, ile (b) uygulamalı bilimin sonucu olan teknikler arasında bir ayrım yapıyorlar. İlk grup, metot ve biçim olarak nadiren aynı olmakla beraber, içkin özelliklerde özdeştirler. Bunlar, LeRoi Gourhan gibi sosyologların genelde incelediği ve baz alarak tekniğin yasalarını izah ettikleri temel teknikler kompleksini oluştururlar. İlkel teknikler kendi başlarına bir gerçekliğe sahip değillerdir; insan ile çevresi arasında yalnızca bir aracıdırlar.
Uygulamalı bilimden doğan teknikler, 18. yüzyıla gitmekte ve kendi medeniyetimizi karakterize etmektedir. Yeni faktör, bu tekniklerin çokluğunun gerçekten onların özelliklerini değiştirmelerine neden olduğudur. Elbette ki eski ilklerden kaynaklanıyorlar ve normal, mantıksal evrimin ürünü gibi görünüyorlar. Ancak artık aynı olguyu temsil etmiyorlar. Aslında, teknik içerik kazanmış, kendi başına bir realite haline gelmiştir. Artık bir araç ve aracı değildir. Kendi başına bir nesne, dikkate alma¬mız gereken bağımsız bir gerçekliktir.
Bununla birlikte, çoğu kere kabul gören bu fark, teknik durumun bugünkü tekilliğini kesinlikle karakterize ediyor gibi gelmiyor bana. Bu karakterizasyon sorgulanabilir çünkü derin tarihsel tecrübeye dayanmıyor. Tekniğimiz ile bedenlerimizin sınırlı ihtiyaçları arasındaki oransızlığa dair herkesin tecrübesine bakarak tekniğin kendi başına bir realite olduğunu ilan etmek yetmez. Bunu akılda tutabiliriz ama eksik, ikna edici olmaktan uzak: olduğunu da kabul etmeliyiz.
O halde, gerçek değişimlerin olup olmadığını ortaya çıkaran, tekniğin içkin özellikleri değil, teknik olgusuyla toplum arasındaki ilişkinin özellikleridir. Çok basit bir karşılaştırma yapalım. Bir mermi kovanı patlar ve normalde patlama her zaman aynıdır. Aynı çaplı herhangi 50 adet kovan, patladığında, fiziksel ve kimyasal açıdan yaklaşık aynı objektif özellikleri sergiler. Ses, ışık ve parçaların yansıması hemen hemen aynı kalır. Elli patlamanın içkin karakterleri aynıdır. Fakat 49 kovan biraz uzak yere gider ve ellincisi de bir takım askerin ortasına düşerse sonuçların özdeş olduğu söylenemez. Değişimi gerektiren bir ilişki kurulmuştur. Bu değişimi değerlendirmek için incelenmesi gereken patlamanın içkin özelliği değil, daha ziyade onun çevreyle ilişkisidir. Aynı şekilde, insanoğlu için modern teknikte eskisine göre bir değişim olup olmadığını öğrenmek amacıyla tekniğin iç özelliklerini değil, insan toplumda tekniğin fiili durumunu incelemeliyiz.
Bunun ötesine gitmek ve sözgelimi ilkel insanın teknik buluşla karşılaştığında psikolojik tepkisinin ne olabileceğini hayal etmek tümüyle bir fantezidir. Jean Fourarstie’nin sorduğu soru, gerçeklere bakılırsa, hiçbir anlam taşımıyor. Akim işleyişi, zaman ve mekâna göre değişir; kendimize ilkel insanın aklını yansıtmamız ikna edici olamaz. Bilinebilirlik sınırları içerisinde kalabilmek için teknik ile toplum arasındaki ilişkiyi, anlamlı olan avantajını taşıyan bu ilişkiyi incelemekten hoşnut olmalıyız.
Views: 99