Sadece bedenleri değil, ruhları da istiyorum!
KISIM 1:
VAİZE MEKTUP Aslında başlık “okuma aşkı”, “kültürel özgelişimin kilit detayları” ya da benzeri cıvıklıkta bir şey olmalıydı ama ben şimdiye kadar hep yaptığımızı yapıp baklayı ağzımda ıslatmıyorum hem nihayetinde bizbizeyiz.
N’OLDU?
Önce kaslarımızı şişirdik, dar t-shirtler giydik. Bol bol protein, avuç avuç aminoasit, kaşık kaşık kreatin monohidrat, buram buram steroid derken gelişen latincemizden fazlası değildi. Aklımıza ve ruhumuza yaptığımız o şey tam olarak buydu. “Akıllı çocuklar” olarak bu ergenlik saçmalıklarını, “reşit” örneklerin de amorf hallerini görerek erken bıraktık. Nihayetinde zararın neresinden dönersen kârdır(!). N’oldu peki? Yoksa “her genç yirmi beşine kadar anarşisttir” önermesi doğru muydu? Ya da bu, kaybedenlerin arabalarının arkasına yapıştırdığı bir çıkartma mıydı?
İkisine de birer evet! Her –sağlıklı- genç yirmibeşine kadar anarşisttir ve hepsi anarşistlikten, arşistliğe geçiş sürecini en azından hatırlarlar. Neticede, insanların acı eşiği birbirlerinden farklıdır. O form değişikliğini gözlerini ve dişlerini iyice sıkarak atlatmak isteyenler de dâhil, kimse bu küçük düşürülmeyi unutmayacaktır.
Etrafımıza iyi bakalım; çoğumuz, aynı utancın, adını ve imgesini yasaklamış yetişkinleriz.
Bu aradan “anarşist” tanımını çıkartmak istiyorum ama biraz düşününce backspace tuşuna basmak o kadar da kolay gelmedi. Çünkü burada netleştiremediğimiz çok şey var, anarşizmin bir klavuz mu yoksa ruh mu (tin/töz) olduğunu netleştiremediğimiz gibi. Net olmayan şeyin hissedişi, bakışı, tutunuşu ne kadar sağlam olsa da, bütünlüğünü kavramak kafamda çok zor oluyor ve o tanımsız değerlerimin etkisiyle bunu sadece kendi sağduyumla kendim yaşayabilecek kadar görüyorum. Bu durumda kimseye göstermek gibi bir şansım kalmıyor, sadece görmelerini umuyor ve nihayetinde huysuz bir ergenlik çağı yaşıyorum.
Ee… SONRA?
Burada işleri çok dallandırmaya lüzum yok, kaldı ki dallandırılması gereken kısım da bu kısım değil zaten. Sonrası malum, herkes kendi hikâyesini yazdı. Yalnız; sadakat ve kindarlık kimilerinin bünyesinde eşit oran da mevcuttu ki onlar –meraklarını da yenemeyerek- hep aynı hadis üzerine yoğunlaştı; “Zincirlerimizden başka kaybedecek bir şeyimiz yok!” Güzel laf, peki ya nasıl?
ŞİMDİKİ ZAMAN:
Öncelikle şunu söylemek istiyorum, tahliller, kişiye ait olamayacağı gibi herhangi bir X tahlilin kendine ait olduğunu iddia eden kişi ya da güruhu sağlıklı bula bilemem. Böyle bir iddiası olan kişi ya da güruh en iyi ihtimalle kibirlidir. Belki internetten önce, birilerini buna inandırmak kolaydı ama artık birçok vasıta ile biliyoruz ki, bir konu hakkında herkesten akıllı ve fikirli bir kişi yoktur. Fikir beyanının bir piyango olduğu dönemleri geçirdik şimdi tam zıddı ile boğuşuyoruz. Ha ‘bunu neden eşeledin?’ dersen yok yere değil tabii, biraz -di’li ve miş’li araştırmalarım da çok rastladığım için, biraz da töhmet altında kalmamak için.
Hatırlar mısın, bir dönem bir kaç Nasreddin’in şu minvalde bir iddiası olmuştu; Romantizmin modası geçmiştir, bir dönemin işçi ve gençlik hareketi, işçi ve gençliğin değil, toplamda, toplumun yeniliği ve ihtiyacıydı. Her ürün yığınının, kendi çapınca, bir tavan noktası vardır ve o noktaya ulaşması başarı değil olasıdır. Başarısızlık o tavan noktaya ulaşamaması yahut o noktayı geçerse, talebin karşılanamamasıdır. Başarı ise sürdürmesi ve ilerletmesidir.
Bu uzatılabilir ama devam ettirmek gerekirse “romantizmin her hangi bir şeyi sürdürmesi ya da ilerletmesi mümkün müdür?” sorusu can alıcıdır diye düşünüyorum. Zira güzel Türkçemize “dışacoşumculuk” olarak kazandırdığımız ruh hali tam da romantizmin kendisidir.
Aslında çok tanım da kullanmak istemiyorum çünkü şuna inandım; insanoğlunun yolculuğunda mihenk taşları, kadranların ya da belki ibrelerin bir şekilde kaymasından/bozulmasından ibarettir. Haliyle tanımların asla anlata bilemez hale gelmesi/getirilmesi onları herkes için olduğu gibi benim içinde sevimsiz yapıyor. Romantizm coşkun, şaşkın, atak haline karşılık kesin ve net yargılarıyla bu sevimsizliğe de karşıydı biraz sanki. O yüzden birkaç afacanın işgüzarlığıdır demek gibi bir niyetim asla yok ama bütün diğer iyi fikirler gibi işleyişinin ve işleyişin kalibrasyonunu yapamamış olmalı, sadece bir yenilik/moda oldu, hali ile de eskidi.
Başka bir şekilde; tanımları yüceltmeden yahut tu kaka etmeden önce, neden ve sonuç ilişkilerine bir göz atılması lazım. Tümü için de tek tek bu yapılamayacağına göre işleyişi en azından genel olarak tahlil etmek lazım. Şimdilik küçük bir eksiğim var ama bu lazımlıkların içini nasıl dolduracağım? İndirgeyerek olmayacağına eminim, parçalara bölerek tek tek üzerinde kafa yormaya kalksam, ne ben de öyle bir kafa var ne de bunun altından kalkabilecek zamanım. Mücrim gibi titreyerek yapabileceğim tek şey “organizasyonun” kapısını çalmak. Başkalarına karşı düzenlemeye niyetlendiğim bu komplo için başkalarından yardım almaktan başka bir çare bulamıyorum. Bir organizasyon sağlanmalı, modern dünyayı yok etmeye niyetlenmiş, insanlığına diş bileyen tek kişi ben olamam; bu kötü niyet sadece bana ait olamaz! (Çünkü öyle olsaydı eğer, hiç olmazdı; bu benim tanrıları reddetme yöntemlerimden biri aynı zamanda.)
Nasıl olacak peki bu? Aslında planım basit; her “ben de varım” diyenle yola çıkmak ya da davet etmek niyetinde değilim. Öncelikle tüm tanımların içinin boşaltıldığı bu rejimde, o tanımların gerçek anlamlarının izini süreceğim. Olmadı, içlerini ondan anladığım ya da onunla anlatmak istediğim şekilde dolduracağım. Daha sonra bu tanımlar sayesinde taleplerimi düzecek yani çizgilerimi belirleyerek ne istediğimi, ne aradığımı öğrenecek; böylece bu organizasyonun ana hatlarını göreceğim. Bu görüş bana işbirlikçi seçmekte yardımcı olacaktır. Üstelik birde bu taslağı yayabilirsem bu satırları kendileri yazmışçasına okuyacak kişilerle irtibatlaşabilir, onlarla beraber kendi payımıza düşen işlere girişebiliriz. Şimdilik işim, nasıl olacağını irdelemek, kimlerle iş paylaşımı yapabileceğimi netleştirmek.
Tanımlar diye bahsettiğim –izm’lerin hikâyesine bir de şöyle bakmak isteyişimdir; Dağdaki kötü ejderhanın korkusu sayesinde imparatorluğunu yöneten büyücünün karşısına çıkan her millet ve inanıştan savaşçıların hazin hikâyesi… Hepsi de en baştan riski göze almıştı; çarpışmayı kaybetmenin bedeli ölüm ve ya zindan değil, eblehleşip köleleşmek ve ejderhanın kollaması olmaktı. Halkların kendi şehitlerini lanetlendiği binlerce yıllık bir savaş ve o savaşa katılıp önce kendi önderlerini yenmeleri gereken gözü kara, dürüst, her şeylerini öylece vermeye, hiçe yazmaya hazır gönüllü savaşçıları düşün. Bence bundan fevkalade bir destan çıkar.
OLASI ZAMAN:
Bu güne kadar savunduğun fikirler ya da onlar için kurduğun cümleleri TV ya da sokak reklamlarında gördüğün olmadı mı? En son hangi jingle tanıdık gelmişti? Hangi alışveriş merkezinde bir flashback yaşadığını ve seninle dalga geçilip geçilmediğini düşündüğünü hatırlıyor musun peki? Bir anlığına başın dönmüyor mu? Unutkanlaşmaya mı başladın? En son neye alıştın? O savaşçıların da imparatorluğun saflarına devşirilmeden önceki son sağlıklı hatıralarında da aynı ruh halini, sanrı ve marazları paylaştıklarına eminim.
Ama sana bir iyi, bir de kötü haberim var. Hangisi kötü sen seç. Biz o savaşçılardan biri değiliz. Biz diyerek başladım ama en azından kendi adıma konuşayım neticede bu benim varsayımım.
En fazlası kahramanlık motivasyonu yüksek biriyimdir diye düşünüyorum. Canlı bomba, tetikçi, kantin reisi ve yahut başarılı bir müteşebbis olabilirdim, olmadım. Olduğum şey de önemli değil zira hepsinde de boktan olacaktım.
Ben sadece bir gölgeyim. Bu savaşçılar kadar dürüst ve adanmış bir hayatım yok. Çok sevdim, hikâyeleri ile büyüdüm ve o hikâyeleri içselleştirdim. Empati kurdum ve öykündüm. Samimiydim ama onlardan biri değildim. O biraz önce yukarıda bahsettiğim ortak krizlere gelince; sanırım hayat insanı en çok da inandıklarıyla sınıyor ve benim savaşım bu kadarıyla bile sınırlıyken bir destan yazdım denemez.
Bu ne demek? Sanırım şu demek; aklım bana her hangi bir oyun oynamaz ise bu his birlikteliği beni öldürmeyecek. Hatta beni vicdan sahibi bir goblin bile yapabilir (Ben bu goblin’e “hayvanadam” diyorum). Tabii bu hayatımı ne kadar zorlaştırır ne kadar kolaylaştırır bilemiyorum.
DİLEK ŞART KİPİ:
Kafam çok karışık, bu bir kaç sayfalık eleştiri, özeleştiri ve önermecikler bile kafamda çok fazla hatıranın ucuna dokundu, şimdi de hepsini birden toparlamak zor geliyor. Yani aslında ezberimi tekrarlıyor ve hepsini güya tanımlıyorum ama kendim hissetmekten fazlasını yapamıyorum, burada senin (ve potansiyel işbirlikçilerimin) empati kabiliyetine ihtiyacım var çünkü yine birilerinin görmesini ve anlamasını ummaktan başka şansım yok.
Bu demek oluyor ki hiçbir zaman bir ideolojim olmadı. Zira ne düşünsel bir bütünlüğe sahibim ne de bu bütünlüklü olmayan düşüncelerimi bir yere doğru yönlendirebiliyorum. Oysa yönlendirmek ve bütünlük oluşturmak, ideoloji tanımına ulaşmanın şartıdır.
Bir din arayışı içerisindeydim de onu mu buldum desem hiç değil. Bir defa çözemediğim ve aciz kalıp karşısında hep dizlerimin üzerine düştüğüm şey; inandığım şey (o inandığım şey her neyse) değil. Bilakis din karşıtı bir tutumum var. Çözemediğim şeyi gizemli değil gayette yer üstü buluyorum. Cahilliğimle boğuşurken bilgiye ulaştırılmıyor olmanın öfkesini duyduğuma göre yobaz olma ihtimalimde ortadan kalkıyor.
Sevgili çağdaşım, belli ki biz sadece kaybolmuş kişileriz. Üstelik körüz ve daha da kötüsü içinde bulunduğumuz zavallı şartlarda ne duyularımız, ne kafamız, ne sinir sistemimiz doğru düzgün çalışmıyor. Şimdiye kadar ömrümüzün çoğunu sanrılar ve kandırmacalarla geçirmiş olmamıza şaşmamak gerek. Baskın ve çalışır yanımız ümit etmekti ve hep ümitle bir şeylere tutunup durmaktan başka bir iş yapmadık. Esas istediğimizin dünya barışı olması tamamen bir yalan, bir vicdan kurgusu, bir dayanaktı. Bu zifir karanlıkta kendimden başka bir ses olmadan kalmaktan korktum ve sana senin için de kurtulmak istiyorum dedim ama inan kendim için en ufak bir ümitte üzerine basarak aşmam ve o gördüğüm hayal her neyse ona doğru koşmaya çalışmam işten bile değildi. Şimdi bir an elinden tutarken öbür an seni savurup gidenlere kızma çünkü sanırım onlara sorsan eğer çıkabilseler dönüp seni de alacaklardı, bir ışık görmüşlerdi sadece. Ya da kendi yaptıklarını ve bahanelerini düşün, ben uzun zamandır bunları düşünüyorum çünkü. Ne tuhaf, hep haklıydım!
Yeterince ezmiş ve ezilmiş ama anlaşılmaz bir vicdana sahip hayvanadamlar olarak baktık ki yapabileceğimiz en iyi dostluk birbirimizi ölüme terk etmek. Denedik ama görünen o ki çokta beceremedik, hayata bağlılığımız ve şeytanca inadımız bizi bulduğumuz bu çözüme gitmeyi engelledi. İyi ki de engelledi çünkü işte o an bir şeyi fark ettik ya da fark etmemiz lazımdı, HAYATA BAĞLILIK! Tüm bunların hepsi neden olmuştu, neden bunca acı çekilmişti? O bazen sanki ileride ama çok yakında, biraz koşsak yakalayacakmışız gibi beliren ışık, kalan yarım aklımızı da alan ve birbirimizi ezdiren ışık, aslında sadece hayata bağlılığımızın belirmesi, kendini hatırlatmasıydı. Aslında bizi bu karanlık tüneldeki göçümüzde ayakta tutan tek şey de yine oydu. Biz unuttuk ama o yok olmadı, şimdi hatırladık.
Bu zavallı aydınlanmamız kısa sürmezse işler değişebilir mi sence? Kafamda hep bir bütünlüğe ulaşan ve hep her şeyimi yönlendirdiğim şey O. Çözemeyip karşısında irkildiğim ve ama inandığım, hep betimlemeye çalıştığım gizemli şey O.
Ben, bu gezegenin evladıyım. Üzerinde var olan her şey öz ve öz kardeştir. Bu kardeşlerin yaratıcıları, kim bilir nereden ahkâm kesen, burada bile yaşamamış işgalci(ler) değil, bu gezegen ve onun da ailesi olan, onu sarıp sarmalayan fezadır. Ben milyonlarca yıldır, türlü biçimlerde burada yaşadım, buranın sahibi ve yavrusu benim. Bir dönem, sırf o çağların şartlarında ulaşılmaz ve anlaşılmaz(!) olduğu için korkutulup taptırılan yerlerde de vardım. Her yerde daima gezecek olan benim. Bu sözde korkunçların adına emreden şarlatanların unutturmaya çalıştıklarını şimdi biliyorum; ben buraya aitim. Bu uzayda her şey bana ait! Ne şans ki bu seferde işe yaramaz bir tür kılığında dolaşıyorum; madem ben insan oldum, öyleyse şimdi de işim bu zavallı kardeşimi bu zelil halinden kurtarmaktır. Onun binlerce yıldır ailesine karşı yaptıklarına karşı uyarmak yine aileden birinin görevidir. Eğer ısrar ederse, varlığına kastetmek de öyle…
İşte bu yüzden “sadece bedenleri değil, ruhları da istiyorum” çünkü bu iş sadece kuklaya dönüşmüş etin ve kemiğin ne de sözüm ona düşüncenin işi değil; özünün, ailesinin, atalarının seslerinden etkilenmeyen, onlarla teması ile tekrar hayat bulabilecek bir bedene sahip olmayanlarla görülecek iş değil bu. Bu kurulacak ilişki huzur ve mutluluk değil, acı ve üzüntü, pişmanlık ve vicdan azabı verecek olsa da ben kendi hesabıma kinimin beni ayağa kaldıracağına güveniyorum. Bunca zaman sonra felç olduğunu fark ederek, kendi bedenine hapsolmuş, hükmedemeyen düşkünlük ne kadar büyük bir azap olsa da bir iyileşme belirtisi olmalı diye düşünüyorum.
O’nu tekrar (gerçekten) keşfettiysek tekrar üzerinde bir yaşam kurabilir miyiz? Artık denemekten başka şansımız yok çünkü O, yani hayata karşı duyduğumuz bağlılık ve saygı bizim tek kurtarılmış bölgemiz.
KISIM 2:
KENDİME MEKTUP
BELGELER- RUHBAN ARŞİVİNDE LAİK OKUMALAR: Kayıt tutuldu, tarih boyunca ve bir şekilde bu oldu. Tabiatın kendisi ve her canlı kayıt tutar. Kayıtların bazıları okunabilecek kadar nettir bazıları ise okunamayacak kadar net.
Bir kaydı (insan tarafından) okuyamamanın ya da yanlış okumanın iki bahanesi olabilir; 1- Yanlış/sahte olması 2- Tahrip olması
En sahte ve yalan ile tutulmuş kayıt bile (ki böyle bi’şey kesinlikle ve sadece insan marifeti olabilir) doğru okuma ile döneminin ya da onu yaratan şartların düzmeceliğinin sebeplerini anlatacaktır. Kim bu sebebi bahane olarak kabul eder, kim etmez bilinemez ama bizi kendi an’ı ile ilgili yeterli bilgiye kavuşturur. Öte taraftan nelere sebep olduğuna toplamda bakabilir miyiz ki iyi ve kötü diye ayıralım?
Tahrip olmaya gelince. Bu sadece okuyamamış olmanın mahcubiyetinin okuyucu tarafından kendine ve kayıta eşit olarak dağıtılmasının adı. Oysa tahribat, iz bırakılmış olmaktır. Tanıklığı taşıyor ve sürdürüyor olmak demektir. Bu güne kadar muhatap olduğumuz ve aslında mevcut sistemin omurilik sıvısı olan estetik ve menfaat kaygıları ile bir onarım, öteki bir tahribattır, yalan yere şahitliktir. Bu tip bir onarım asla okuma /anlama değil okuyamamış / anlayamamış olduğumuzun kaydı olacaktır. Oyalanmamızın, kendimize karşı saygısızlığımızın, sahte değerlerimizin gerçeğini ve ne bulmak, ne okumak ne de anlamakta zorluk çektirmeyecek bir belge.
Belgeyi hata ve tahribatlarıyla beraber korumaya çalışmak, öyle okumaya uğraşmak, fiziksel ve kavramsal varlığına olduğu gibi tanıklık ve koruyuculuk etmek, delirmenin aşamalarından biri de olabilir, öğrenmenin aşamalarından biri de.
Zavallı aydınlanmamızın bizi her nereye taşıyorsa taşıyabilmesi için artık daha ustaca çalışmanın vakti gelmiş olmalı. Burada yapabileceğimiz şey okumadan başka bir şey değildir ama keşke bu fiil söylenmesi ya da buyrulması kadar kolay olsa. Okumaya, bir şey bildiğimizi reddederek ve nasıl bir kütüphanede olduğumuzu bilerek başlamak tek çıkar yol gibi gözüküyor. Ret ise belki de ilk defa bütün etkileyiciliğinden uzak ve tehlikeli.
Bulunduğumuz kütüphane, sahtekarlığın ve riyakarlığın bilgelik olarak sunulduğu, entrikacılığın ordinaryüslük unvanıyla ödüllendirildiği mistisizmin zavallıları, zenginliğin ise hainleri yönettiği bir ruhban labirent kenttir. Burada durmak istemeyenlere başarılar dilemekten başka bir şey yapamam. Burası zavallılar ve hainler kadar benimde topraklarım (ve ben hangisiyle lanetlenmiş olabilirim zaman gösterecek) beğenmesem bile buranın dışında hayatta kalmam zor olurdu. Evcilleştirilmiş bir hayvanı doğaya salmak yine ancak insanca bir mastürbasyon ya da deneyimdir ki öbür taraftan kahraman bir savaşçı olmadığımı fark ettiğimi de biraz önce yazdım. Politikacı olmadığımı ve çoğumuzun da olmadığını ve olamayacağını bildiğime göre kendime biçebileceğim görev ve amaç ancak antropologluk olabilir.
Kendimce belirlediğim ve zaten kendini açıkladığı için başlıkların altını doldurma gereği duymadığım birlikte öğrenme sıralamam şöyle:
BELGE GÖRELİLİĞİ
· Belgenin kaynağı
· Kaynağın koşulları
OKUR GÖRELİLİĞİ
· Okurun yetkinleşmesi
· Okurun koşulları
BELGE-OKUR KAVUŞMASI
· Belgeye doğrudan yetkin okurun kavuşması
· Kendi yetkinlik alanında; okurun, belgeye görevlendirilmesi
(VE) SAİR BURADA KİME SESLENİYOR?
SANA: Her fikrin kendine ait bir dili ve üslubu var. Hoş ve güzel fikirlerin ki de kendi özü gibi, zarif açık ve kaygısız. Oysa insanın gündelik yaşamı böyle değil. Küçük hesap ve menfaatlerin peşinde sağlamcı ödlek, sadece verildiği kadardan fazlasını almaya çalışan; övünçleri, korkuları, inançları kalabalıkların akıntısında oluşan insanın bir fikir hayatı neredeyse olmadığı gibi dili de kof ve sığ. Bu beyinlere söylenenler, onlarca ya yabancı bir lisan gibi karşılanır ya da küfür. Fikirlerin zarafetinin acınası ve delice gözükmesi de mümkün. Muhatapları tarafından anlaşılmayan bir dille konuşan aydın ve ileri fikirler ne yapacaktı? Kalabalıkların değer verdiği bir iktidar noktasına taşınarak / orayı bir şekilde ele geçirerek ve bu zapt ettikleri alan sayesinde (eğer becerebilirlerse) oradan fayda sağlayan insanları (bunları bulacaklar ya da bir kısmı kendisi gelecek) o fayda karşılığında teslimiyete davet edecekti.
Kalabalıkları nasıl hareket ettireceğini güya icat eden aydınlık kutsallara sızarak ele geçirme planında başarılı olamadı. Körleşti ve bunayıp unutkanlaştı. Üstelik o kaba kalabalıkların içerisinde kimse aptal da değildi. Yaşadıkları dünya bu insanları kıvrak zekâlı ve keşifçi yapmıştı. Dışarıdan onları tanımayanlara aptallık gibi masumane gözüken şey onların yaşamlarındaki zırhlarıdır; Tarih boyunca her koşula uyum sağlayarak, dik, güçlü ve ayakta kalıp, bir şekilde kendine ait olandan vazgeçmeme kabiliyeti.
Kendilerine has bir çalışma ve kariyer sistemleri var. Bu, tarihten beri, ayakçı – çırak – kalfa – usta hiyerarşisi ile devam ediyor. Güç dengeleri içerisinde herhangi bir yer edinmek önemli ve bu hiyerarşinin neresinde bulunurlarsa bulunsunlar, onun imkânlarını kullanmayı, köleliklerinde dahi çalışma koşullarını konuma çevirmeyi biliyorlar. Üstelik yatay sınıflaşma sisteminde bile kendi düşük sınıfları içerisinde öyle dikey altsınıflar kuruyorlar ki bu adeta bir köleler imparatorluğu. Savundukları bu yerüstünün kopyası yeraltı ülkelerinde sistemlerini korumak için her ilişkilerinin mikro derebeylikler, uçbeylikleri olarak işliyorlar. Artık onlar bu halleriyle sistemin altı ya da arka bahçesi olarak değil de başlı başına bir sistem olarak ele alınmayı hak ediyorlar. Kuruluş ve tertipleri altında durdukları egemen sistemden daha güçlü…
Yerüstü imparatorluğu bu mükemmel zemini keşif mi etti, icat mı etti? Her halükarda yeni kölelik düzeni bir kaynak olarak değerlendirildi ve iyi bir pazarlama ile vazgeçilmez bir ürün haline getirildi.
BANA: Hayvanadamı kısaca “Amaca yönelik ve anlaşılır” olarak tanımladım, tasarladım ve hatta onu böyle yaşadım. Hayvanadam bu tanımı ve tasarımı ile yaşam kaynağı olarak kendini gördü ve ben de onun bu gücünün önüne yasa olarak “Güven”i koydum. Bu, O’na hem kalkan hem silah hem de fikir olarak sonsuz bir yaşam şansı verecektir.
Hayvanadam kendini politik sözlerin üzerinde tutar. Herhangi bir amacı sadece yaşamsal olduğu için benimser. Yaşamsallıktan anladığı sadece ölüm-dirim değil aynı zamanda ona dirim ve ölüm arasında devamlı tercih yaptırtan güdüsüdür de.
Bir şekilde sahip olduğu bilinç onu sadece bir hayvan değil insanımsı da yaptığı için kendini, hiçte hoşlanmadığı ve tabiatına tamamen aykırı insan kurallarının içinde yalnız ve vahşi hisseder. Bu yalnız ve vahşi canlı her örnekte olabileceği gibi saldırganlaşabilir ya da evcilleşebilirdi ama o ender varlığının yani hayvanlığının, insanımsı bilinçle buluşmasının kıymetini yine o bilinçle körlemesine de olsa fark etti. Varlığının ve her varlığın da önemini fark ediş onda korunma ve savunma güdüsünü de geliştirdi. İhtiyacı olan şey sahip olduğu şeyin ne olduğunu anlamaktan ibaret… Onu bulduğumda, taşıdığı ama tam olarak ne kabiliyetini ne de işlerliğini çözemediği varlığını, çoğu kez gizleyerek ama ender fırsatları da kaçırmayıp deneyler ve çalışmalar ile yaşatmaya ve gizemini çözmeye çalışıyordu. Amaca yönelik ve anlaşılır olmak onun kendisinde vardı ama kısa zaman içerisinde gördüm ki bu onu ya korkunç bir canavara ya da alelade bir insana dönüştürecektir. Çünkü doğrudanlığı ve basit izahları, en çokta varlığını koruma güdüsünü besliyor ve güdülendiği amacı her şeyin üzerinde ve ayrıcalıklı tutuyordu. Korumak ve yaşatmak istediği güvende tutma eğilimi, onu kendisine bile unutturacak kadar ileri gidebilir ve işler oraya varana kadar da gayet basit açıklamalarla kendine uzun soluklu telkinler verebilirdi. Onun prensiplere ihtiyacı vardı ama o prensiplerin yığınlar ve başlıklar halinde değil de onun tabiatına uygun netlikte yani yine amacının ve anlaşılırlığının kesin olması gerekiyordu. Böylece tüm değerleri kafasında kısaca “güven yasası” tanımıyla kodladım. Güven yasası denildiğinde ne denmek istediğini çok iyi anlar. İnsanların temel derdinin güven sorunu yaşamaktan kaynaklandığını çok iyi anlıyor. Güven duygusuna sahip olamadıkları için sürekli bir şeyler icat ettiklerini, icat ettiklerinin onlara kendilerini güvende hissettirdiği sürece tapınma derecesinde – kendi ürünleri olmalarına rağmen – hayatilik ve nice anlamlar ve değerler yüklediklerini biliyor.
Eğer keşfetmeye çalıştığı varlığını sürdürmez ya da ona zarar gelmesin diye bir yerlere gizlerse yok olacağından emin. Dünyanın ona güvendiği için varlığını sağladığını biliyor. Bu güven onda yeryüzüne karşı yüce bir saygı besletiyor ve yeryüzüne güvenmedikleri için kendi icatlarından kul köle olmuş türünden nefret ediyor. Onların bu nefretten emin olmalarını istiyor.
Bu, hayvanadamın güven yasası; sadece dostluğundan ya da düşmanlığından emin olmadığın şey güvensizdir ve güvensiz olan şey aşağılıktır. Hayvanlara güvenebilirsiniz, eğer onları tedirgin ederseniz ya da açlarsa size saldırırlar. Tabiata güvenebilirsiniz, sadece saygılı davrandığınız ve hak ettiğiniz kadar yaşatır sizi; çünkü böyle bir yetkisi en baştan beri var. Hayvanadamsa insanlarla konuşur, makineleri kullanır ama onlarla dost olmaz; güvenilmezler çünkü ne yapmaya çalışacakları belli olmaz. Güven yasası ona bir dava verdi ve o şimdi gayet açık bir amacın hizmetinde; İnsan merkezli yasalara düşman.
Gelin görün ki bir eksik fark ettim onda. Tasarısında ötekilik ve kutsanmışlık vardı. Böyle olunca model bir tür olarak fazlasıyla karizmatikti, muhtemelen benim eksiği göremememin nedeni de buydu. Marjinalleşmişti, haliyle imrenilen bir tasarım olsa da porno yıldızlarından farksız, izlenilen ve beğenilen ama bir kaç kahraman hariç metotlaştırılmayan bir yaşam tarzı örneği oluştu. Bireysel gücüne aldanıp, mesuliyetlerinin ve beklentilerin farkına varamadı; buhranlarının ve sosyal sıkıntılarının sebebi bu.
Yine de bu onun için kötü bir süreç olmadı. Tabiatında önce kendini gösterip sonra anlatmak olduğu yine kendi gerçeği…
ONA: Sizlere geri dönüşü olmayan bir yoldasınız demiyorum. Bilakis yollarınız, kavşaklar, köprüler, viyadükler, alt ve üstgeçitler ve niceleriyle ve istikametlerle örülü. Dediğim şey hepsinin ne kadar da gereksiz olduğu; hep aynı yerlerde gezmiş olduğunuz. Fark etmezsiniz ya da fark edemezsiniz demek istemiyorum. Demek istediğim artık bunu değiştiremeyeceğiniz. Üstelik bildiğinizden de eminim. Bu yüzden her şeyiniz sadece kötüye gidecek.
Öyle-böyle üyesi olduğunuz türünüzde, bundan memnun ve gönüllüyken, beni sağlıklı ve vicdanlı bulmanızı bekleyemem. Beklentim bir kaçınızı durdurabilecek olmam.
Peki, sizlerden çok mu farklıyım da böyle konuşuyorum? Bütünüyle değil. Sadece bir kaç şey öğrenebildim, görebildim ve cesaretlendim. Şimdi yapmam gereken bunları geliştirmek.
Çok farklı değiliz. Sizler de gelişmek için neleri durdurup yok ettiniz. Ama bu bir kan davası ve benim bildiğim ve hatırladığım bunu sizlerin başlattığı.
Kıvanç Erdem / itaatsiz.org
http://kivancerdem.wordpress.com/
Views: 59