Site icon İtaatsiz

8 Teknoloji Toplumu: Medeniyette Tekniğin Yeri – Jacques Ellul

Geleneksel Teknikler ve Toplum. Bizden önceki değişik toplumlarda tekniğin konumu neydi? Bu toplumların çoğu teknik boyutları itibariyle birbirlerine benziyordu. Fakat tekniğin kısıtlı olduğunu söylemek yeterli değil. Bu kısıtlılığın kesin özelliklerini belirlememiz gerekir ki bunlar dört tanedir.

Birincisi; teknik ancak belli dar ve sınırlı alanlarda uygulanıyordu. Tekniği tarih boyunca sınıflandırmaya çalıştığımızda temel olarak üretim tekniklerini, savaş ve avcılık tekniklerini, tüketim tekniklerini (giyim kuşam, evler vs.) ve belirttiğimiz üzere sihir tekniklerini görüyoruz. Bu teknikler kompleksi, modern insana oldukça önemli bir alanı temsil ediyor görünür, hatta tüm hayatı kapsıyor gibi gelir. Üretmekten, tüketmekten, savaşmaktan ve sihir yapmaktan başka daha ne olabilirdi ki? Ancak bunlara perspektif içinde bakmalıyız.

İlkel toplum denen toplumlarda hayatın tamamı gerçekten bir sihir teknikleri ağıyla çevrilmişti. Onlara katılık ve mekanizasyon özelliklerini katan, sayısal çokluklarıdır. Sihir, gördüğümüz üzere, tekniğin kökeni bile olabilir, ama bu toplumların temel özellikleri teknik bir uğraşı değil dini bir uğraşıydı. Sihrin bu totaliter karakterine rağmen bir teknik evrenden bahsetmek mümkün değil. Ayrıca, tekniklerin önemi, tarihsel toplumlara yaklaştıkça tedricen azalmaktadır. Bu toplumlarda grup yaşamı temel olarak teknik dışıydı. Ve her ne kadar belli üretken teknikler hâlâ mevcut idiyse de sosyal ilişkilere, siyasal eylemlere, askeri ve hukuki hayata bir teknik vermiş olan sihir biçimleri genellikle ortadan kalkıyordu. Bu alanlar tekniklere cevap vermez oldu; onun yerine toplumsal spontaneliklerin konusu oldu. Kendini geleneksel olarak hep teamüller içinde ifade etmiş olan hukuk, artık teknik bir katılık özelliğine sahip değildi. Devlet bile kendini ortaya koyan bir güçten başka bir şey değildi. Bu faaliyetler, teknik irade ve iyileşmelerden çok, özel girişime, kısa ömürlü tezahürlere ve kısa süreli geleneklere bağlıydı.

Teknik addettiğimiz faaliyetlerde bile en belirgin olan özellik her zaman bu değildi. Örneğin küçük bir ekonomik hedefin başarılmasında teknik çaba, biraraya toplanma zevkinden sonra geliyordu. “Eskiden New England’lı bir aile bir araya gelme çağrısında bulunduğunda, yani beraberce çalışma çağrısında bulunduğunda bu, ilgili herkes için yılın en keyifli anlarından biriydi. Çalışma, biraraya gelmek için bir bahanenin ötesine pek geçemezdi.” Toplumsal ilişkileri ve insani temasları sürdürme faaliyeti, ikincil nedenler olan şeylerin teknik planlamasına ve çalışma zorunluluğuna üstün geldi. Toplum teknikten uzaktı. Birey düzeyinde bile teknik, genelde düşündüğümüzden çok daha sınırlıydı. Çünkü modern zamanlarda biz, üretim ve tüketimin hayatın tümüyle kesiştiğine inanırız.

İlkel insan için ve görece geç bir döneme kadar tarihsel insan için çalışmak bir işkenceydi; bir erdem değil. Daha sıkı çalışmak zorunda olmaktansa, tüketmemek yeğlenirdi. Kural, hayatta kalabilmek için gerekli olduğu kadar çalışmaktı. İnsanlar mümkün olduğunca az çalışıyordu ve sınırlı mal tüketimine de razıydı (Örneğin Afrika zencileri ve Hindular arasında olduğu gibi). Bu, hem üretim hem de tüketim tekniklerini sınırlayan hâkim bir davranıştı. Kimi zaman kölelik bir çözümdü. Nüfusun tüm bir segmenti çalışmıyor, bir köle azınlığının çalışmasına bağımlı oluyordu. Genellikle köleler bir azınlığı oluşturuyordu. Emperyal Roma, Perikles dönemi Yunanistan’ı ve 18. yüzyıldaki Antiller bizi yanıltmasın. Köleci toplumların çoğunda köleler azınlıktaydı.

Tekniklerin kullanımına harcanan zaman, uykuya, muhabbete, oyunlara ve hepsinden güzeli de düşünmeye ayrılan keyif zamanlarıyla karşılaştırıldığında kısaydı. Bunun sonucu olarak teknik faaliyetler bu toplumlarda çok az yer işgal ediyordu. Teknik, ancak birtakım kesin ve iyi tanımlanmış zamanlarda işlev görüyordu. Bizden önceki tüm toplumlarda vaziyet böyleydi. Teknik, ne insanoğlunun uğraşısının bir parçasıydı ne de kafa yorduğu bir konuydu.

Tekniğin bu kısıtlılığını, geçmişte tekniğin bugün olduğu kadar önemli sayılmadığı gerçeği de gösteriyor. Bundan önce insanoğlu kendi kaderini teknik ilerlemeye bağlamamıştı. Teknik gelişmeyi insanoğlu, bir tanrı olarak değil bir araç olarak değerlendiriyordu. Ona pek umut bağlamamıştı. Giedion’un, geleneksel olarak tekniğin sahip olduğu küçük önemi anlattığı takdire şayan kitabından bir örnek alalım.

Günümüzde konforu, eşyanın teknik düzeni dışında öngöremiyoruz. Bizim için konfor; banyolar, kolay merdivenler, köpüklü-kauçuklu paspaslar, klimalar, çamaşır makineleri vesaire demek. Temel amaç, efor sarfetmekten kaçınmak, dinlenmeyi ve fiziksel hazzı artırmaktır. Bizim için konfor, maddi dünya ile yakından ilintilidir, kendini kişisel mallar ve makinelerin gelişmesinde gösterir. Giedion’a göre, Orta Çağların insanı da rahatını düşünüyordu ama onlar için konfor tamamen farklı biçim ve içeriğe sahipti. Manevi ve estetik düzene dair duyguları temsil ederdi. Mekân, konfordaki temel unsurdu. İnsanlar açık alanların, büyük odaların, gezip görme ve başkalarına çarpıp durmadan dolaşma imkanlarının peşindeydi. Bu anlayışlar bizim için tümüyle yabancıdır.

Konfor ayrıca mekânın belli bir ayarlamasını da içeriyordu. Orta Çağlarda bir oda, hiçbir mobilyası olmasa da “bitmiş” olabilirdi. Her şey orantılara, malzemeye ve biçime bağlıydı. Hedef rahatlık değil, belli bir atmosferdi. Konfor, insanın yaşadığı yerdeki kişilik damgasıydı. Bu, dönemin evlerindeki iç mimari açısından varolan aşırı çeşitliliği en azından kısmen açıklamaktadır. Bu, geçici bir hevesin neticesi de değildi; karaktere adapte olmayı temsil ediyordu. Gerçekleştirildiğinde de Orta Çağ insanı, odasının iyi ısınmamasına veya sandalyesinin sertliğine aldırmıyordu.

Kişiyle çok yakından bağlı olan bu konfor anlayışı, insanın kendisinin hesaba kattığı gibi açıktır ki ölümü hesaba katmaktadır. İnsanoğlunun ölüm bilinci de, benzer şekilde, onun yeterli bir çevre arayışını etkilemektedir. Giedion’un incelemesi ikna edicidir. Orta Çağ insanı, tekniğin etkisinin olduğu (tümüyle maddi saydığımız, bu yüzden de teknik özellik taşıyan nesneler üzerinde bile) bir anı hayal etmedi.

Tekniğin eylem alanının bu sınırlaması, bu alanlarda kullanılan teknik araçların kısıtlılığı ile daha bir artıyordu. Arzulanan bir sonucu elde etmek için çok çeşitli araçlar yoktu; varolan araçları geliştirme çabası da neredeyse hiç yoktu. Aksine, bilinçli bir Malthusiyen eğilimin egemen olduğu anlaşılıyor. Ör-neğin, bu, ifadesini loncaların alet edevata ilişkin düzenlemelerinde ve biçimler ekonomisi ilkesiyle de Roma hukukunda ifade ediyordu. İnsanlar sahip oldukları bu tür araçları genellikle sonuna kadar kullanır, eskileri etkili olduğu müddetçe onları yenisiyle değiştirtmeye veya başka araçlar yaratmaya pek aldırmazdı. Hukuk penceresinden bakıldığında; biçimler ekonomisi ilkesi, mümkün olan en az hukuki araç yaratılmasına yol açtı. Yasalar az sayıdaydı; kurumlar da öyle. İnsanlar, asgari sayıda araçtan azami sonucu almak için tüm hünerlerini gösterirdi. Endüstriyel açıdan da bu böyleydi. Toplum, yeni bir ihtiyaca tepki olarak yeni bir aracın yaratılmasına yönelik değildi. Vurgu daha ziyade sürekli uzatılan, işlenen ve geliştirilen eski araçların kullanımınaydı.

Alet edevatın kusurları, işçinin yetenekleriyle kapatılırdı. Önemli olan mesleki know-how ile uzman bakışıydı. İnsanın yetenekleri, aletlerinden maksimum sonucu çıkarttırabilirdi. Bu bir teknik çeşidiydi, ama araçsal tekniğin hiçbir özelliğine sahip değildi. Her şey yeteneklerine göre insandan insana değişme gösterirken modem anlamda teknik bu tür değişkenliği ortadan kaldırmayı amaçlıyor. Kendi başına tekniğin zayıf bir rol oynaması anlaşılır bir şey. Her şey, en temel araçları kullanan insanlar tarafından yapılıyordu. Bitmiş olanı arama, kullanırken mükemmelleştirme ve uygulama mahareti arayışı, insanların işlerini kolaylaştırmalarına imkân tanıyacak ama aynı zamanda gerçek hüner isteğinden vazgeçmenin söz konusu olduğu yeni araçlar arayışının yerini aldı.

Bu noktada iki karşıt sorgulama düzenimiz var. Tüm ihtiyaçlara cevap veren bir araç bolluğu var olduğunda, her bir araca dair mükemmel bir bilgiye veya her birini kullanacak vasfa bir kişinin sahip olması imkânsızdır. Bu bilgi her halükarda faydasızdır. İhtiyaç duyulan, aracın yetkinliğidir, insanınki değil. Fakat 18. yüzyıla gelinceye dek tüm toplumlar esas olarak araçların kullanımındaki gelişmelere yönelikti ve araçların kendisiyle az ilgileniyordu. İki yönelim arasında açık seçik bir ayrım yapılamaz. Pratikte belli bir olgunlaşma derecesine erişen insan yeteneği, aracın kendisinin iyileştirilmesini mutlaka gerektirir. Mesele, geliştirme yoluyla aracın tam kullanımı aşamasını geçme meselesidir. Bu yüzden, iki olgunun birbirinin içine geçtiğine kuşku yoktur. Fakat geleneksel olarak vurgu, aracı kullanan inan üzerindeydi; onun kullandığı araç üzerinde değil.

Esas itibariyle kişisel maharetin pratiğe dökülmesinin sonucu olan araç geliştirme işi, tümüyle pragmatik bir şekilde gerçekleşti. Bu nedenle, özgün karakteristikler bakımından sınıfladığımız tüm teknikleri birinci kategoriye koyabiliriz. Pek etkili olmayan az sayıda teknikti bunlar. Doğu ve Batı toplumunda M.Ö. 10. yüzyıldan M.S. 10. yüzyıla kadar olan dönemde durum buydu.

Teknik dünyası 18. yüzyıl öncesinde hâlâ üçüncü bir özelliğe sahipti; o da tekniğin yerel olmasıydı. Toplumsal gruplar çok kuvvetliydi ve dışarıya kapalıydı. Maddi anlamda az bir iletişim vardı; manevi anlamda daha da azdı. Teknik yavaş yaygınlaştı. Teknik yayılmanın belli bazı örneklerinden bahsetmiş bulunuyoruz. Mısır’da tekerleğin Hyksoslar tarafından devreye sokulması, Haçlı seferleri filan. Fakat bu tür olaylar binlerce yıl aldı ve tesadüf eseriydi. Çoğu örnekte az bir geçiş vardı. Taklit yavaş yavaş gerçekleşti ve insanlık bir teknik aşamadan bir sonrakine büyük güçlüklerle geçti. Maddi teknikler için geçerli olan bu durum, maddi olmayan tekniklerin için daha bir geçerlidir.

Yunan sanatı, Romalılar taralından taklit edildiğinde bile çanak çömlek yapımı gibi sanayi projelerinde Yunan sanatı olarak kaldı. Roma hukuku Roma sınırlarının ötesine geçemedi. Buna karşılık Napolyon yasaları Türkiye ve Japonya tarafından benimsendi. Sihre gelince, bu teknik tümüyle gizli kalmaya devam etti. Her teknik olgu, başka yerlerdeki benzer hareketlerden ayrıydı. Geçişler yoktu; sadece el yordamıyla nafile ilerlemeler vardı. Coğrafi olarak, verili bir tekniğin alanını bulabilir; etki, taklit ve yayılma alanlarını izleyebiliriz. Bulduğumuz hemen her durumda yayılma derecesinin ne kadar küçük olduğunu görürüz.

Bu neden böyleydi? Açıklaması basit: teknik, medeniyetin asli bir parçasıydı. Medeniyet de sayısız ve çok çeşitli unsurlardan oluşuyordu – mizaç, bitki örtüsü, iklim ve nüfus gibi doğal unsurlar ve sanat, teknik ve siyasal rejim gibi yapay unsurlar. İç içe geçmiş tüm bu unsurlar arasında teknik, eşsiz olandı. Teknik onlara değiştirilemez biçimde bağlı ve bağımlıyken onlar da tekniğe bağımlıydılar. Teknik, kesin belirlenmiş bir toplumun bir parçasıydı ve bütünün bir fonksiyonu olarak gelişerek onun kaderini paylaştı.

Nasıl ki bir toplum bir başka toplumla değiştirilemezse, teknik de kendi uygun çerçevesinde sınırlı kaldı. Başka bir yerde, içinde yerleştiği toplumdan daha fazla yayılamazdı. Coğrafi olarak teknik geçiş olamazdı çünkü teknik anonim bir ticari mal değildi, aksine tüm bir kültürün damgasını taşıyordu. Bu sosyal gruplar arasında basit bir engelin varlığından daha fazlasını gerektirir. Teknik, bir sosyal gruptan bir başkasına, her ikisi de aynı gelişme düzeyinde oldukları ve aynı medeniyet türleri oldukları durumlar hariç, sıçrayamıyordu. Bir başka deyişle, geçmişte, kendi öz kültürüyle ilişkili olarak teknik, objektif değil sübjektifti.

Bu yüzden, uygun çerçevesine yerleşen teknik özerk olarak gelişmedi. Tersine, onunla beraber değişmek zorunda olan bir yığın faktöre bağımlıydı. Bu hareketi, ilkin tekniğin evrimi, sonra da diğer faktörlerin katılımı şeklindeki Marksizmin basit anlayışı çerçevesinde düşünmek doğru olmaz. Bu görüş. 19. yüzyıl için doğru, ama tüm bir tarih için yanlıştır. Belli önemli ortak varyasyonlar geleneksel olarak varolmuştu ve teknikle birlikte varolan bu faktörler, medeniyete göre değişim gösterdi. Mesela, Mısırlılar ve İnkalar’da teknik ile devletin; Yunanlılar ve Çin’de teknik ile felsefenin birlik ilişkisi. Francastel, tekniğin nasıl “sanat tarafından soğurulup yönlendirildiğini” ortaya koydu. Örneğin, 15. yüzyılda tekniğin, biçimlenebilir bir dünya vizyonuna tabi olması ve vizyonun da teknik üzerine limitler ve talepler dayatmasında olduğu gibi. O dönemde “teknik yeniliklerle çok iyi donanmış, ama bu yenilikleri bilinçli bir şekilde ancak hayal mahsulü bir yapıyı gerçekleştirmeye imkân verecek derecede kullanma yolunu seçmiş” bütün bir medeniyet vardı. O dönemden sonra da karmaşık bir “sanat tekniğini” görüyor; ama saf haliyle tekniği neredeyse hiç görmüyoruz.

Sonuç, aynı neticeyi elde etmeye yarayan çok büyük bir yerel teknik çeşitliliğiydi. Bu farklı sistemler çırasında bir mukayese veya rekabet henüz yoktu. “Dünyadaki en iyi tek yol”, henüz bulunamamıştı. Verili bir mahalde “en iyi yol” meselesiydi bu. Bundan dolayıdır ki silahlar ve araçlar çok değişik biçimler aldı. Sosyal organizasyonlar da son derece çeşitliydi.

Kölelikten de bir bütün olarak sözetmek imkânsız. Roma köleliğinin, sözgelimi, eski Cermen köleliğiyle ya da Cermen köleliğinin Kildanilerin köleliği ile bir ilişkisi yoktu. Çok farklı realiteleri anlatmak için alışkanlık eseri bir tek kavramı kullanıyoruz. Bu aşırı çeşitlilik, tekniği en önemli özelliğinden yoksun kıldı. En iyi olarak görülen, etkinliğiyle de diğerlerini ortadan kaldıran tek bir araç yoktu. Bu çeşitlilik, insanların gıdım gıdım ilerleme kaydettiği bir tecrübe etme çağının varolduğuna inandırdı bizi. Bu yanlış bir düşünceydi ve bugün kendini içinde bulduğumuz aşamanın en yüksek insanlık seviyesini temsil ettiği şeklindeki çağdaş önyargımızdan kaynaklanıyordu. Gerçekte ise çeşitlilik, çeşitli halkların değişik tecrübe girişimlerinden değil, tekniğin hep bir kültür içinde gömülü olması gerçeğinden doğdu.

Tekniğin bu mekânsal kısıtlılığının yanısıra, bir zaman sınırlaması da görüyoruz. 18. yüzyıla dek teknikler çok yavaş gelişti. Teknik çalışmalar tümüyle pragmatikti; araştırmalar ampirik, geçişler yavaş ve zayıftı. Şu gelişmeler için yüzyıllar gerekiyordu: (a) bir buluşun kullanılması (su değirmeni gibi); (b) bir oyun maddesinden yararlı bir nesneye geçiş (barut, otomatonlar); (c) bir sihir işleminden ekonomik bir işleme geçiş (hayvan yetiştirme); (d) bir aracın basit bir şekilde geliştirilmesi (at boyunduruğu ve tek bıçaklı sabandan sıralı pulluğa geçiş). Bu durum, soyut teknikler için daha bir geçerliydi. Bana göre soyut teknikler zaman içinde verili bir medeniyetten onun halefine neredeyse aktarılamaz niteliktedir. Tekniğin gelişimi yeniliklerin gelişimi olarak sunulduğunda biraz kuşkucu ve her halükârda ihtiyatlı olmalıyız. Aslında bu gelişme, hiçbir zaman bir potansiyel olmanın ötesine geçmedi. O zamana dek gerçek tekniğin, yani genelleşmiş uygulama anlamında tekniğin varolduğunu kanıtlayacak bir şey yok. 17. yüzyıl buluşlarından olu-şan güzel bir dosya hazırlamak ve ondan da o dönemde büyük bir teknik hareketin etkili olduğu sonucunu çıkarmak mümkün. Pek çok yazar, bunlar arasında Jean Laloup ve Jean Nelis de var, bu hataya düşmüştür. Pascal hesap makinasını, Papin buharlı motoru bulduğu için bir teknik devrim sözkonusu değildi. Ne de bir elektrikli dokuma tezgahı “prototipi” yapıldığı yahut da kömürün kuru damıtması keşfedildiği için sözkonusuydu. Gille’in mantıklı bir şekilde belirttiği gibi, “18. yüzyıl Encyclopedie’sinde en iyi tarif edilen makineler muhtemelen 15. yüzyıldakilerden daha iyi anlaşılabilir, ama bir devrim oluşturdukları pek söylenemez”. Başlangıçtaki sorun, makineyi yapmaktı; yani bulunan tekniği gerçekten çalıştırmak. İkinci sorun, makinenin tarih içinde yayılmasıyla ilgiliydi ve bu ikinci aşama çok yavaş ilerledi.

Buluş ile teknik arasındaki bu yarışma, ki sözünü ettiğimiz büyük zaman aralığının nedenidir, Gille tarafından şu sözlerle doğru yorumlanıyor: ‘Teknik gelişmede bir kopukluk vardı ama araştırmalarda muhtemelen bir süreklilik sözkonusuydu”. Gille teknik ilerlemenin aralıklı bir ritimle geliştiğini açıkça ortaya koyuyor: ‘Teknik, demografik ve ekonomik ritimlerle ve belli iç çelişkilerle iç içedir”. Bu kopukluk, gelişim aralığına bugün bile katkıda bulunmaktadır.

Tekniğin gelişimindeki yavaşlık tarih boyunca belirgindir. Bu sabitede çok az değişimlerin meydana geldiği anlaşılıyor. Fakat bu yavaşlığın tamamen tekdüze olduğu söylenemez. Bununla birlikte, oldukça verimli görünen dönemlerde bile, gelişimin çok yavaş olduğu açıktır. Örneğin, klasik dönemde özellikle zengin olan Roma hukuku, mükemmel bir biçim alabilmek için iki yüzyıl geçirdi. Dahası, uygulamalı buluşların sayısı oldukça sınırlıydı. Önemine rağmen 15. yüzyıl dört veya beş önemli teknik uygulamadan daha fazlasını getirmedi. Bu gelişim yavaşlığının doğal sonucu, tekniğin insanlara adapte edile- bilmesiydi. İnsanlar, neredeyse bilinçsizce teknikle atbaşı gitti, onun kullanımını ve etkisini kontrol etti. Bu durum, insanın tekniğe adaptasyonundan (modern zamanlarda olduğu gibi) değil, daha ziyade tekniklerin insana tâbi olmasından kaynaklanıyordu. Teknik, adaptasyon sorunu yaratmadı, çünkü hayat ve kültür çerçevesinde sağlam bir şekilde yer etmişti. Öylesine yavaş gelişti ki insanın kendi yavaş gelişimine üstün gelmedi. İkisinin gelişimi öylesine birbirine yakındı ki insan, kendi tekniklerine yetişebiliyordu. Fiziksel açıdan teknik, insanın hayatına tecavüz etmiyordu. Ne de manevi gelişimi ve ruhsal hayatı teknik tarafından etkileniyordu. Teknikler, insanın bireysel gelişimini sağladı, belli gelişmeleri kolaylaştırdı ama onu doğrudan etkilemedi. Toplumsal denge, genel gelişimin yavaşlığına uygun düşüyordu.

Gelişmedeki bu yavaşlık, tasarımlardaki büyük bir irrasyonel çeşitlenmeyle paralel gelişti. Tekniğin gelişimi, sağa sola dağılmış çok sayıda deneyin eşlik ettiği bireysel çabaların bir sonucuydu. İnsanlar, zaten varolan araçlar ve kurumlar üzerinde tutarsız modifikasyonlar yapıyordu. Fakat bu modifikasyonlar, adaptasyon oluşturmuyordu. Diyelim ki bir silah veya araç gereç müzesini gezdiğimizde şaşırır, aynı yer ve zamanda bir tek araçtaki muazzam çeşitliliği görürsünüz. İsviçreli askerlerin kullandığı büyük kılıcın en azından dokuz değişik biçimi vardı (çengelli, çatallı, çift saplı, altıgen bıçaklı, zambak şeklinde bıçaklı, yivli vesaire). Bu çeşitlilik, açıktır ki demircilere has değişik imalat biçimlerinden kaynaklanıyordu. Teknik bir arayışın bir göstergesi olarak açıklanamazdı. Verili bir türden modifikasyonlar, bir hesap kitabın veya özel bir teknik iradenin sonucu değildi. Estetik değerlendirmelerden kaynaklanıyorlardı. Araçların kendisi gibi teknik işlemlerin de neredeyse hep estetik kaygılara dayandığım vurgulamak gerek. Güzel olmayan bir aracı düşünebilmek mümkün değildi. Verimliliğin zaferinden beri genellikle kabul edilen güzel olanın kullanıma iyi uyarlanan olduğu fikrine gelince (geçmişin estetik arayışlarına böyle bir anlayış hiçbir zaman rehberlik etmedi), ne kadar doğru olursa olsun böyle bir güzellik anlayışı bir Toledo kılıcını işleyen veya koşu takımını yapan sanatkâra yön vermiyordu. Tam tersine, estetik değerlendirmeler lüzumsuzdur ve çok yararlı, etkili bir aygıta yararsızlık unsuru katmaktadır.

Bu biçim çeşitliliği, aşırı gurur ve haz (kullanıcının aşın gururu ve sanatkârın hazzı) etkilemekteydi. Her ikisi de klasik tipte değişimlere neden oldu. Yunanistan ve Orta çağların tüm eserlerinde görülen saf fantezi de neden katılmayacaktı ki? Tüm bunlar, verili türün modifikasyonuna yolaçtı. Daha fazla verimlilik arayışı da benzer bir rol oynadı, fakat çeşitli faktörler arasında bir faktördü bu. Değişik biçimler deneme yanılmaya tabiiydi ve belli biçimler giderek istikrara kavuştu, ya şekil güzellikleri ya da faydalı olmaları dolayısıyla taklit edildi. Nihai sonuç, selefinden türetilen yeni bir türün yerleşmesiydi.

Tüm teknik mekanizmalarda işleyen etkilerin çeşitliliği, bu alanlardaki yavaş ilerleme temposunu açıklar. Sadece akla değil, motiflerin çeşitliliğine uymak insanın önemli bir dayanağı gibi görünüyor. 19. yüzyılda toplum yalnızca verimlilik kaygılarını kabul eden özel bir rasyonel tekniğe kafa yormaya başladığında, sadece geleneklerin değil aynı zamanda insanlığın en derin içgüdülerinin çiğnendiği hissediliyordu. İnsanlar, vazgeçilemez faktörler olan estetik ve morali yeniden ortaya koyma arayışına girdi. Bu çabaların sonucu 1880’lerde stilin belli boyutlarının eşine rastlanmadık biçimde yaratılması oldu. Araç gereçler, makine yapımı süslemelerle tanışıyordu. Dikiş makineleri pik demirden çiçeklerle süsleniyor; ilk traktörler kabartma boğa kafaları taşıyordu. Bu süslemeleri sunmanın israf olduğu çok geçmeden anlaşıldı. Bunda süslemelerin çirkinliklerinin de kuşkusuz payı oldu. Ayrıca bu gösterişlilik, teknik açıdan yanlış bir yolu da temsil ediyordu. Makineler, tasarımları kullanmaları bakımından matematiksel özen ile yapıldığı ölçüde eksiksiz olabilirdi. Bir süs, hava direncini artırabilir, bir tekerleğin dengesini bozabilir, sürati veya hassasiyeti değiştirebilirdi. Pratik faaliyette gereksiz estetik kaygılara yer yoktu. İkisi birbirinden ayrılmalıydı. Daha sonra, kullanıma en iyi uyarlanmış çizginin en iyi olduğu fikrine dayanan bir stil gelişti.

Soyut teknikler ve onların moral değerlerle ilişkileri aynı evrimi geçirdi. Önceleri ekonomik ve siyasal incelemeler etik incelemeyle ayrılmaz biçimde bağlıydı ve insanlar, ekonomik tekniğin bağımsızlığının bilincine vardıktan sonra bile bu birlikteliği yapay olarak sürdürmeye çalıştı. Oysa modern toplum saf teknik mülahazalarla yürütülür. Fakat insanlar kendilerini insan faktörünün ters konumunda bulduklarında, insanın haklarına, Milletler Cemiyetine, özgürlüğe, adalete dair her çeşit moral teoriyi tuhaf bir şekilde yeniden devreye soktu. Onların hiçbiri, McCormick’in ilk biçerdöverinin fırfırlı güneşliğinden daha fazla önemli değil. Bu moral güzellikler teknik gelişmeyi fazlaca kösteklediklerinde, ıskartaya çıkartılırlar – hızlı ya da yavaş bir şekilde, çok veya az bir merasimle, ama yine de kararlılıkla. Bugün içinde bulunduğumuz durum budur.

Bu gelişme faktörlerinin ve teknik farklılaşmanın ortadan kaldırılması, bu gelişmenin temel sürecinin dönüşümünü meydana getirdi. Bugün teknik gelişme, kendi verimlilik hesabının dışında başka hiçbir şey tarafından etkilenmemektedir. Arayış artık kişisel, deneysel ve ustalıklı değil, soyut, matematiksel ve endüstriyeldir. Bireyin bundan böyle katılmadığı anlamına gelmez bu. Aksine, ilerleme ancak sayısız bireysel deneyden sonra elde edilir. Fakat birey, ancak verimlilik arayışına tâbi olduğu ölçüde ve estetik, etik ve fantezi gibi ikincil sayılan bugünün tüm akımlarına direndiği ölçüde müdahil olur. Bu soyut eğilimi temsil ettiği ölçüde bireyin teknik yaratıcılığa (ki giderek bireyden bağımsız ve kendi matematik yasasına bağlıdır) katılmasına imkân tanınır.

Çok uzun bir süre rasyonel sistematikleştirmenin teknik tiplerin sayısını azaltıcı işlev göreceğine inanılıyordu. Çeşitlendirme faktörleri ortadan kaldırıldığı ölçüde, daha az sayıda, daha basit ve daha gelişmiş tiplere ulaşılacaktı. Sonuçta, 19. yüzyılın son dönemlerinde mekanik, tıbbi ve idari sahalarda, içinden fantezi ve irrasyonelliğin tümüyle temizlendiği kesin araçlar hizmetteydi. Sonuç, daha az sayıda araç idi. Ancak daha fazla ilerleme kaydedildikçe yeni bir çeşitlendirme faktörü devreye girdi. Bir aracın (enstrümanın) mükemmel bir etkinlik gösterebilmesi için mükemmel bir şekilde uyarlanabilmesi gerekiyordu. Fakat mümkün olan en rasyonel araç, operasyonel çevrenin aşırı çeşitliliğini hiç hesaba katmaz. Bu, tekniğin temel bir özelliğini teşkil eder. Her yöntem, bir tek ve spesifik sonucu ima eder. Porter Gale Perrin’in ifadesiyle, “Aynen bir kelimenin, başka hiçbir kelimeye tam olarak denk gelmeyen bir fikri çağrıştırması gibi”, sabit bir teknik yöntem de sabit bir sonuç doğurur. Teknik metotlar çok amaçlı, uyarlanabilir veya değiştirilebilir değildir. Penin bunu hukuk tekniğine gönderme yaparak ayrıntılı biçimde gösteriyor, ama başka her şey için de geçerlidir bu. Çok iyi bilinen Piene de Latif’in verdiği makine örneğini alalım. Mümkün olan en yüksek mükemmellik seviyesine ulaştırılan, amacı pik demirden bir vuruşta uçak motorlarının silindir kapaklarını üretmek olan bir makine. Makine 28 metre uzunluğunda, fiyatı da 100.000 ABD dolarıydı. Fakat istenen silindir tipi değiştiği an makine hiçbir işe yaramaz hale geldi. Herhangi bir yeni işleme uyarlanamazdı. Fransa’da mükemmel bir yetkinlikle işleyen bir hukuk sistemi Türkiye’de işlemeyebilir. Gerçek verimlilik için sadece makinenin rasyonel boyutu değil, aynı zamanda çevreye adaptasyonu da hesaba katılmalı. Askeri bir tank, dağlık bir arazide mi yoksa çeltik tarlasında mı kullanılacağına bağlı olarak farklı bir biçim alacaktır. Bir araç ne kadar tek bir işlevi ve en iyi şekilde yerine getirecek tarzda tasarlanırsa, o derece de çok amaçlılıktan uzaklaşır. Sonuçta yeni bir teknik aygıt çeşitlenmesi ortaya çıkar. Bugün araçlar, kendilerinden istenen sürekli daha uzmanlık kullanımının bir sonucu olarak farklılaşmaktadır.

Havacılık alanı bize bunun en iyi örneklerinden birini sunmaktadır. Uçaklar, verildikleri kullanıma göre tarif edilir. Son derece belirli ve giderek farklılaşmış tipler var. Halihazırda beş büyük kategoriden oluşan Fransız askeri uçakları şunlar: (1) stratejik bombalama uçakları, (2) taktik bombalama uçakları, (3) takip uçakları, (4) keşif uçakları, ve (5) nakliye uçakları. Bu beş kategori alt bölümlere de ayrılıyor. Her biri diğeriyle yer değiştirmeyen toplam onüç farklı tip var. Her biri, giderek daha fazla rafine teknik uyarlamalardan doğan farklı özelliklere sahip.

Aynı yaygın farklılaşma çok daha önemsiz alanlarda da görülüyor. Dünyanın en büyük makine yağı üreticisinin yakınlarda çıkan bir broşürü, münhasıran otomobiller için tasarlanmış 15 farklı çeşitte motor yağı sıralıyor. Her tür belirli bir kullanıma karşılık geliyor, her biri özel nitelikler taşıyor ve hepsi aynı derecede gerekliler.

Tekniğin, az önce sıraladığımız özelliklerden kaynaklanan dördüncü bir özelliği, insanoğluna has tercih imkânıdır. Tüm teknikler coğrafi ve tarihsel olarak sınırlı oldukları müddetçe, çok değişik türdeki toplumlar var olabildiler. Çoğu zaman, iki büyük medeniyet türü (aktif ve pasif) arasında bir denge vardı. Bu ayrım iyi bilinir. Kimi toplumlar, yerkürenin kendi çıkarına kullanımına, savaşa, fethe ve tüm biçimleriyle yayılmaya yöneliktir. Başka toplumlar içe dönüktür. Kendilerini destekleyecek kadar çalışır, kendilerine odaklanır, maddi yayılmayla ilgilenmez ve dışarıdan olan her şeye kati engeller koyar. Manevi açıdan bu toplumları karakterize eden, mistik bir davranış, kendine son verme ve ilahi olana garkolma arzusudur.

Bununla birlikte insan toplumları değişken bir özellik taşır. Bir döneme kadar aktif olmuş bir gurup pasifleşebilir. Sözgelimi, Budizme dönmelerine dek Tibetliler fetihçiydiler ve sihre inanırlardı. Sonraysa, dünyanın en pasif, en mistik halkı oldular. Bunun tersi de gerçekleşebilir.

İki toplum tipi tarih boyunca birarada varoldu. Gerçekten, dünya ile insan arasındaki denge için gerekli görünüyordu bu. 19. yüzyıla gelinceye kadar teknik onlardan birini dışlamamıştı. Bundan başka, insan, kendisini verili bir gruba bağlayarak ve bu grup üzerine etki uygulayarak, teknikten soyutlayabilirdi kendisini. Elbette üzerinde başka kısıtlamalar vardı. Birey, kendi grubuna göre hiçbir zaman tam özgür değildi, fakat bu kısıtlamalar tamamen belirleyici ve zorunlu nitelikte değildi.

Bilinçsiz sosyolojik uyumu veya devletin gücünü ele aldığımızda bu güçlerin başka komşu grupların ve sadakatlerin varlığı tarafından mutlaka karşı dengelendiğini görürüz. İnsan üzerinde su götürmez hiçbir kısıtlama yoktu, çünkü başka herşeye göre mutlaka iyi olan hiçbir şey keşfedilmemişti. Teknik biçimin çeşitliliğinden ve taklidin yavaşlığından sözetmiş bulunuyoruz. Ancak belirleyici olan hep insan eylemiydi. Çeşitli teknik biçimlerle temas kurduğunda birey tercihini çok sayıda nedene bağlı olarak yapardı. Dini coğrafya üzerine yaptığı çalışmada Pierre Deffontaines’in gösterdiği gibi, verimlilik bunlardan biriydi.

Belli bir tipte bir medeniyet çerçevesi içinde varolan birey her zaman belli tekniklerle karşı karşıya bulunmasına rağmen yine de o medeniyetle yollarını ayırma ve kendi kaderini kontrol etme özgürlüğüne sahipti. Tabi olduğu kısıtlamalar belirleyici işlev görmüyordu, zira teknik dışıydılar ve ortadan kaldırılabilirlerdi. Oldukça iyi bir teknik gelişmeye bile sahip olan aktif bir medeniyette birey her zaman ayrılabilir ve örneğin mistik, tefekküre dayalı bir hayata yelken açabilirdi. Tekniklerin ve insanın aşağı yukarı aynı düzeyde olması gerçeği, bireye tekniği reddetme, onsuz yapabilme imkânı tanıdı. Tercih onun için gerçek bir imkândı. Sadece kendi iç dünyasına ilişkin değil, dünyasının dış biçimine de ilişkin olarak. Hayatının gerekli unsurları, bizzat biçimlerini reddettiği medeniyet tarafından üç aşağı beş yukarı liberal bir şekilde korunur ve sağlanırdı. Pek çok açıdan teknik bir medeniyet olan Roma İmparatorluğu’nda bir insanın geriye çekilip münzevi hayatı yaşaması veya İmparatorluğun gelişmesinin, temel teknik gelişiminin uzağında kırsal bölgelerde yaşaması mümkündü. Bir bireyin askerlik hizmetinden, büyük ölçüde de emperyal vergilerden ve hukuktan kaçınması karşısında Roma hukukunun yapacak birşeyi yoktu. Bireyin maddi tekniklere göre özgürlük imkânı daha da fazlaydı.

Birey için en az bir çabayla bir serbest tercih alanı ayrılmıştı. Tercih bilinçli bir kararı içeriyordu ve yalnızca tekniğin maddi yükünün henüz bir insanın omuzlayabileceğinden daha çok olmamasından dolayı mümkündü. Sözünü etmiş olduğumuz karakteristiklerin bir sonucu olan tercihin varlığının, teknik evrimi ve devrimi yöneten en önemli tarihsel faktörlerden biri olduğu anlaşılıyor. O halde gelişme, bir keşif mantığı yahut tekniklerin kaçınılmaz ilerlemesi değildi. Teknik açıdan etkili olma ile etkili insani karar arasında bir etkileşimdi. Her ne zaman ki bu iki unsurdan biri ortadan kalkınca sosyal ve insani durgunluk mutlaka onu izledi. Örneğin, Afrika zencileri arasında etkili teknik daha gelişmemiş ve etkisizken durum böyleydi. İkinci unsurdaki geri kalmaya gelince, onu bugün yaşıyoruz.

Yeni Özellikler. Analizini yapmış olduğumuz teknik, toplum ve birey ilişkilerinin özellikleri, bana göre 18. yüzyıla kadar tüm medeniyetlerde ortaktı. Tarihsel olarak onların varlığı pek tartışılmaz. Ancak bugün en üstünkörü bir değerlendirme, bize tüm bu karakteristiklerin kaybolduğu sonucuna varmamızı sağlar. İlişki aynı değil; bugüne kadar tanıdığımız sabitelerden hiçbirini temsil etmiyor. Fakat bu, zamanımızın teknik olgusunu karakterize etmek için yeterli değil. Bu tarif teknik olgusunu tümüyle negatif bir perspektife oturtmasına rağmen aslında teknik olgusu pozitif birşeydir; kendine özgü pozitif özellikleri temsil eder. Tekniğin eski karakteristikleri gerçekten kaybolmuştur, ama yenileri de onların yerini almıştır. Bunun sonucu olarak bugünün teknik olgusunun, geçmişin teknik olgusuyla neredeyse ortak hiçbir yönü yok. Hadisenin negatif boyutunu, yani geleneksel özelliklerin yokolmasını ortaya koymak için diret-meyeceğim. Bunu yapmak yapay, didaktik ve savunması zor olur. Bu yüzden, özetle medeniyetimizde tekniğin hiçbir şekilde sınırlı olmadığını belirteceğim. Teknik tüm alanlara yayılmış olup, insanın eylemleri dahil tüm eylemleri kapsar olmuştur. Araçlann sayısında sınırsız bir çoğalmaya yolaçmıştır. İnsanın emrindeki araçları belirsiz bir şekilde geliştirmiş, onun hizmetine neredeyse sınırız çeşitte aracı ve yardımcı koymuştur. Teknik, tüm yerküreyi kapsasın diye coğrafi olarak genişletilmiştir. Sadece sokaktaki insana değil, teknisyenin kendisine de şaşırtıcı gelen bir hızla gelişiyor. Sonsuza dek tekerrür eden, insani sosyal gruplarda daha da keskin bir şekilde tekerrür eden sorunlar yaratıyor. Dahası, teknik objektifleşmiş, fiziksel bir şey gibi geçirilir olmuştur. Bu yüzden de işlediği çevre ya da ülke ne olursa olsun belli bir medeniyet birimine yol açıyor teknik. Daha önceleri yürürlükte olan özelliklerin tam tersi bir durumla karşı karşıyayız. İşte bu nedenle, şimdinin tekniğinin pozitif özelliklerini dikkatli bir şekilde incelememiz gerekir.

Bugünün teknik olgununun iki temel özelliği vardır. Apaçık oldukları için üzerlerinde fazla durmayacağım. Tesadüftür ki bu ikisi, genellikle “en iyi yazarlar” tarafından vurgulanan yegâne özellikler. Bu iki özellikten ilki rasyonelliktir. Teknikte, boyutu ya da içinde uygulandığı alan ne olursa olsun, spontane ve irrasyonel olanla ilişkilendirmek için genellikle mekaniği getiren bir rasyonel süreç vardır. En iyi örnekleri sistematikleştirme, işbölümü, standartların oluşturulması, üretim normları vb.de görülen bu rasyonellik, iki ayrı aşamayı içeriyor. Birincisi, her işlemde “söylemin” kullanımıdır ki spontaneliği ve kişisel yaratıcılığı dışlar. İkinci olarak, yöntemin tek başına mantıksal boyuta indirgenmesi sözkonusudur. Tekniğin her müdahalesi, aslında gerçeklerin, güçlerin, olguların, araçların ve enstrümanların mantık şemasına indirgenmesidir.

Teknik olgusunun ikinci açık özelliği yapaylıktır. Teknik doğaya karşıttır. Sanat, hüner ve yapaylık: sanat olarak teknik, yapay bir sistemin bir parçasıdır. Bu bir görüş meselesi değildir. Tekniğin bir fonksiyonu olarak insanın emrindeki araçlar, yapay araçlardır. Bu nedenle, Emmanuel Mounier tarafından makine ile insan bedeni arasında yapılan karşılaştırma değersizdir. Teknik araçların birikimiyle yaratılmakta olan dünya yapay bir dünyadır, bu nedenle de doğal dünyadan radikal biçimde farklıdır.

Yapay dünya, doğal dünyayı tahrip eder, ortadan kaldırır ve bağımlı kılar; bu dünyanın kendini yeniden kurmasına, hatta onunla sembiyotik bir ilişkiye girmesine izin vermez. İki dünya ortak hiçbir yanları olmayan farklı mecburiyetlere, farklı direktiflere ve farklı yasalara uyar. Aynen hidroelektrik tesislerinin şelaleleri alıp su kanallarına yönlendirmesi gibi, sosyal çevre de doğal olanı absorbe eder. Artık hiçbir doğal çevrenin olmayacağı bir zamana doğru hızla yaklaşıyoruz. Kuzey kutbunda geceleri görülen yay biçimindeki ışıkları yapay olarak yapmayı başardığımızda gece ortadan kalkacak, ebedi gündüz gezegene egemen olacak.

İyi bilinen bu iki özelliğe ilişkin sadece kısa anlatımlar sundum. Fakat diğerlerini biraz daha derinlemesine tahlil edeceğim. O özellikler; teknik otomatizm, kendini çoğaltma, monizm, evrenselcilik ve özerkliktir.

Views: 56

Exit mobile version