Site icon İtaatsiz

30 Teknoloji Toplumu – Teknik ve Anayasa – Jacques Ellul

Fransız yönetimi, yaklaşık 1940’a kadar Napolyon’un 1800’de kurduğu şekliyle kaldı. Elbette ayrıntılarda belli değişiklikler yapılmıştı. Hatta Napolyon öncesi uygulamalara bile belli dönüşler olmuştu. Ancak ne gidişatta ne de yapıda ciddi değişiklikler yapılmamıştı. Anayasal monarşi, mutlakçı eğilimler taşıyan monarşi, burjuva ve sosyalist cumhuriyetler, İmparatorluk; bu Fransız rejimlerinin hepsi iyi bir araç olduğu için Napolyon’un aracını kabul etti veya sıkıntı çekti. Kuşkusuz, eğer özellikle değerlendirirsek, Üçüncü Cumhuriyetin en büyük problemlerinden birinin, otoriter bir devlet tarafından/için kurulan bir idarenin, liberal olarak görülmek isteyen bir devletin hizmetinde olması gerektiğiydi. Bugün devletin tüm alanlardaki hali budur. Teknik aygıt ancak güçlükle değiştirilebilir ve ancak bir şekilde kullanılabilir.

Basit bir örnek vermek gerekirse, bir otomobili sürerken rejimim cumhuriyetçi veya faşist olmasının pek de önemi yoktur. Teknikler giderek daha az maddi olmaya başlıyorlar ve gerçekten önemli değişiklikler devletten devlete giderek azalma eğilimindedir. Her ne kadar birbirini izleyen bakanların siyasi görüşleri değişse de verili bir devlet tekniği kendi kavramlarıyla uygulanmalıdır. Bu süreklilik, büroların diktatörlüğü açısından ifade edilebilir. Bu durum, çoğu kere kaydedilen bir gerçeği, bir kere iktidara gelen sosyalist bakanların tüm ülkelerde aşağı yukarı sosyalist olmayan seleflerinin yaptığı gibi hareket etmekte olduğu gerçeğini açıklamaktadır. Marksist ihanet denen şeyin veya karakter zayıflığının bir sonucu değil, tekniklerin özgül ağırlığının bir sonucudur bu. Devletin teknikleri üzerine yazdığı kitabında Ardant, devletin bir tekniği olduğunu ve niteliği ne olursa olsun hiçbir rejiminin bu teknik olmadan yapamayacağının altını çiziyor.

Her devlet adamı, şu ikilemle karşı karşıyadır: ya teknikleri kendi değişmez koşullarıyla uygulamalı ya da onları reddederek genellikle ortaya çıkardıkları sonuçlardan vazgeçmelidir. Tekniklerin her biri kendi alanında mümkün olan en iyi araçları sağladıkları gerçeğini unutmamalıyız. Bir ülkenin ekonomi bakanı, ekonomiyi planlamaya veya anarşiye terk etmeye mecbur kalacaktır. Yarım planlı bir ekonominin veya kendisini tavsiyelerde bulunmakla sınırlayan bir planlamanın uygulanabilir olmadığını görmüş bulunuyoruz. Teknik, yarım tedbirlere müsamaha göstermez.

Bir siyasal kişilik için (mesela bir bakan) doğru olan bir siyasal rejim için de geçerlidir. Anayasanın güçler ayrılığını, bir veya iki meclisli bir yapıyı ya da Doğu veya Batı modeline dayalı bir demokrasiyi öngörüp öngörmediğinin pek bir önemi yok. Teknik açıdan sonuçlar hemen hemen aynı olacaktır. Teknik olarak en etkin olan dışındaki her idare türü mümkündür. Farklı bir maliye rejimi de imkansızdır. Sözgelimi vergiler alanında, sağcı bir rejimin, kendisini en çok genel nüfus üzerinde hissettiren dolaylı vergileri (çünkü genel nüfus, “kitleleri” temsil etmektedir) tercih edeceği, diğer yandan sosyalist bir rejimin ise en fazla büyük servetleri vuran doğrudan vergileri tercih edeceği söylenir. Bu, bilimsel bir vergi tekniğinin uygulanmıyor olduğunu göstermekten başka bir şey yapmıyor. Böyle ihtimamlı bir tekniğin, meydana çıkarabileceği getirinin ışığında, eninde sonunda galip gelecektir. Tümüyle belirlenebilecek bir optimum vergi yapısı vardır. Bu yapı devlete azami getiriyi sağlar, aynı zamanda da yurttaşların şanslarını eşitler, maliyeyi kurtarır. Bunu uygulamamak için geçerli bir neden yoktur. Bu optimal sistem tüm ülkelerde ilerleme kaydediyor, ilgili ilgisiz ideolojik dürtülerin de giderek üstesinden geliyor.

Aynı şekilde planlama da kendini yavaş yavaş her rejimde dikte ettiriyor. Sovyet ve Nazi planlamaları arasındaki farklara işaret etmek ideolojik açıdan çocukça olur. Planlama, otoriter devletlerin tapulu malı değildir. 1945 sonrası Fransa ve İngiltere’nin olduğu gibi sosyalizme meyleden demokratik devletler veya Danimarka gibi bu yönelişte olmayan demokratik devletler, bugün planlama sistemini kullanıyorlar. Güney Afrika gibi tamamen liberal devletler bile planlamayla uğraşıyorlar. Tüm ekonominin mutlaka planlandığı anlamına gelmiyor bu. Bir göç planı veya ihracat planı olsun, bir ulaşım veya şehir planlama işlemi olsun aynı teknik söz konusudur.

Planlama, hem siyasal yaşamın tüm alanlarına hem de tüm devlet rejimlerine yayılmakta. Şansölye Adenauer 1951’de, Alman gençliğinin rejimin çabalarına tepki vermediğini, anarşik ve düzensiz olduğunu, onlar için bir umut beslemenin imkansızlığını ve planlamanın bu dik başlı gençliği Alman toplumuna yeniden entegre etmenin tek yolu olduğunu ilan ediyordu. Gençliği katı organizasyonlara katma, onlara ideal ve kolektif bir ruh, disiplin ve sabit bir yaşam biçimi kazandırma gereğini yerine getirmek amacıyla bir Alman Gençlik Planı’nın tasarlanmakta olduğunu duyuruyordu. Tüm bunların planlanmak zorunda olduğunu da ekliyordu. Bir bakıma, totaliter yöntemlere geri dönüşü öneriyordu. 1952’de Fransa, burslar ve turizm için planlama yapma yönünde adımlar attı. 1956’da gençlik teşkilatlarını, 1960’da da sporu planladı. Planlamanın ABD’de giderek yaygınlaşmakta olduğu da kaydedilmeli. Burada planlamayı sadece ekonomik sorunlara değil, sosyal (şehir planlaması gibi) ve siyasal sorunlara da uygulama eğilimi var. Gerçekten, Amerikan planlaması temel bir unsur haline gelmekte. Artık tesadüfi bir gerçek veya yanal bir unsur değildir. ABD’de çeşitli eyaletlerin hizmetinde yaklaşık iki bin planlama kuruluşu vardır. Bazısı kamusal (Ekonomik Danışmanlar Konseyi), bazısı ise özel nitelikte (Ulusal Planlama Birliği) olan ulusal kurumlar da cabası.

Milletlerin giderek birbirlerine yalandan bağlandıkları gerçeğini de unutmayalım. Aynca, biı- millet planlamaya giriştiğinde diğerlerinde de kaçınılmaz yankılar olacak, onlar da şu veya bu şekilde planlamaya girişeceklerdir. Bir unsurun planlaması da önce anlamayı, sonra da diğer pek çoğuna hakim olmayı ve yavaşa yavaş onları da planlamayı gerektirir. Ekonominin küçük bir köşesi için bir plan yaparak ekonominin geri kalanım serbest bırakmak mümkün değildir. Gaston Bardet, iyi şehir planlamasının tüm ekonominin seferber edilmesini gerektirdiğini göstermiştir. Bu durumda, en iyi şeyin hiç şehir planlaması yapmamak olduğu söylenecektir. Ancak planlamadan kaçınılması mümkün değildir. Nüfustaki büyük artışlar, emrimizdeki alan rasyonel bir şekilde organize edilmediği müddetçe hiç kimsenin yaşayacak yeri olmayacağı anlamına geliyor. Ayrıca, kentsel yaşamın belli sıkıntıları (örneğin trafik yoğunluğu, hava kirliliği, aşırı gürültü) gün be gün ciddi boyutlara ulaşıyor. Gerçek bir düzenleyici plan olmadan bu sorunlardan hiçbiri etkili biçimde çözülemez. Son birkaç yılda, çok sayıda tıbbi ve idari kongre mecburiyetten bu sorunlar yumağım ele aldı.

Benzer sorunlar göç tarafından ortaya çıkarılmakta. Bugün hiçbir ülke içeriye ve dışarıya serbestçe dolaşıma izin veremez. Serbest dolaşım, yüksek ücretlere ve siyasi istikrara sahip ülkeler yönünde aşın bir nüfus yer değiştirmesiyle sonuçlanır. Buna karşılık, diktatöryal rejimlere sahip ülkelerin nüfuslan giderek azalacaktır. Güçlerinin azalması anlamına geleceği için bu ülkelerin kabul etmeyeceği bir durumdur bu. Demokratik ülkelerin nüfuslarında abartılı bir artış olacak; ekonomik dinginlikleri için bir tehlike olması ve beşinci kol riski yüzünden bunu kesinlikle istemeyeceklerdir. Ne yapmak gerekir? Nüfus hareketlerini hepten durdurmak mı? İnsan gücü ve sömürgeleşme nedenleriyle böyle bir çözüm ne mümkündür ne de istenir. Fakat bir göç planlamasını gerektirir ki bu da uluslararası mutabakata tabidir. İster bir diktatörlüğü isterse bir demokrasiyi ele alıyor olalım, göç planlaması aynı olacaktır. Özdeş polisiye, ekonomik ve idari mekanizmalar gerektirecektir. Bugünün demokrasileri bu teknik icaplardan kaçamazlar.

Bu örnekler, şu gerçeği idrak etmemize yardım ediyor: modern devletin yapılan ve yönetim organlan, devlete bağımlı tekniklere tabidir. Modern devletin vazgeçilmez hizmetlerinden her birini sırasıyla ele alacak olsak, üzerine dayandıkları yönetim teorileri, ne olursa olsun bu hizmetlerin giderek birbirlerine benzer olduğunu görürüz. Giderek tabiri önemlidir; nihai kimlik henüz elde edilememiştir. Devletin teknikleri arasındaki benzerlik, mekanik teknikler arasındaki teknikler arasındaki benzerlikten daha fazla değildir. Her ikisi açısından da geri ülkeler vardır. Fakat gelişmenin istikameti açıktır ve pratik açıdan bunu durdurmanın yolu yoktur. Neden böyle olduğunu göreceğiz.

Teknik araçların üstünlüğü, toplumsal gerekliliklere tam olarak karşılık gelmelerinin bir sonucudur. Toplum sürekli olarak devlete başvurmak zorunda olmadığı zaman, her tür sorun bugün olduğu kadar çok ve şiddetli olmadığı zaman, araçları bakımından devlet görece serbestti. Tüm tarihsel dönemlerin benzer olduğunu (dördüncü yüzyılın krizlerinin dokuzuncununkine benzediğini filan) söyleyerek kendilerini rahatlatan tüm kıymetli insanlara rağmen gerçek şudur ki dünya ekonomilerinin, dünya savaşlarının veya dünya ve ulusal nüfuslarının ortalama olarak her kırk beş yılda ikiye katlandığını daha önce kimse görmemiştir. Devlet, eldeki en etkin araçları reddedebilecek durumda değildir artık. Sorunları, daha evvel karşılaşılanlardan daha zor, daha karmaşıktır. Eğer devlet toplum üzerinde bir etki yapmak isterse (ki başka bir seçeneği de yoktur), bu etkiyi yapmanın bir tek yolu vardır. Parlamento tartışmaları, teorisyenlerin kararsızlıkla- n, hümanistlerin protestoları, demokratik seçimler; tüm bunların çok az önemi var. Devlet, montaj hattında işçiden daha gerçek bir seçeneğe sahip değildir. Devlet, bizzat sorunun kendi koşulları tarafından teknik topluma götürülmektedir.

İki örneği ele alalım. Toplama kampları, genellikle diktatöryal ve faşist rejimlerin özelliği olarak görülür. Bu tür kurumların Sovyetler Birliği, Polonya ve Bulgaristan’da varolduğu inkar edilemez. Ancak, Üçüncü Cumhuriyet yönetimindeki Fransa ile Boer Savaşı sırasında İngiltere’de de vardı. İsim farklılıkları bizi yanıltmasın. Çalışma kampları, yeniden eğitim kampları, mülteci kampları, hepsi aynı gerçeği temsil ediyor. Toplama kamplarının Cezayir’de ne kadar önemli olduğunu da biliyoruz. Burada, saf biçimiyle toplama kampından söz ediyoruz. Krematoryumla veya şakirtlerinin başparmaklarından havaya asılmalarıyla ilgisi yok bunun. Bu işkenceler, insanlara bağlanabilir, tekniğe değil. Bir müessese olarak kamp, sosyal sorunlarla polis tekniğinin bir araya gelmesinin bir sonucu olarak kendini heryerde, çok değişik rejimler altında göstermektedir. Sorunun koşullan şu şekilde sıralanabilir: milliyetçi örgütlenme ile buna karşılık beşinci kolların varlığı ve toprakların denetlenmesinin idari niteliği ve nüfus artışı dikkate alınınca, bireylere değil birey kategorilerine dayalı bir polis gücü kurmak son derece gereklidir. Kategorilere göre polis gücü kurmaktan kaçış yoktur. Bu kategoriler, örneğin önleyici tutuklamayı, masum insanların yargılanmak amacıyla değil de sınıflanmak amacıyla toplanmasını filan öngörür. Sınıflama ve kontrol işlemlerini yerine getirmek için son derece gelişmiş sistemler uygulanmaktadır. Sovyetler Birliğinde MVD, Birleşik Amerika’da FBI ve işgal altındaki Almanya’da CIC gibi. Bu sistemler, elbette, işlemleri için hayli uzun bir zaman gerektirirler. Zanlılar, sistemin soruşturmalarını tamamlamasından önce yıllarca gözetim altında kalabilirler. Sistemin kesinliği ve titizliği, yavaş hareket etmesine neden oluyor. Toplama kamplarının teknik sistemi, devlet için öylesine etkin, tatmin edici çıktı ki giderek toplumuzun bir parçası haline getiriliyor. Bu kamplar, anormal diktatörlerin faaliyetlerini temsil etmiyorlar artık; her iyi yöneticinin faaliyetini temsil ediyorlar.

Bugünün toplama kampı sistemi, milliyetçi devletle yakından bağlantılıdır. Ama genel olarak idari sistemlere öylesine iyi uymaktadır ki modem dünyanın milliyetçi yapılan değişecek olsa bile kaybolmasına imkan yok. İstenmeyen kimi kategoriler, kampın ideal çözüm olduğu toplumsal uyumsuzlar kalacaktır; en azından daha verimli teknikler daha da az maliyetle sorunun çözümüne imkan tanıyıncaya kadar. Ancak bunun yatkın gelecekte meydana gelmesi hayli düşük bir olasılık.

İkinci örnek, aslında ABD’de ülke içi özel ticareti kolaylaştırmak amacıyla düşünülmüş olan satış mühendisliği sistemidir. Şimdi sistem, devlet yönetimi altında uluslararası ticaret düzeyinde vardır. Piyasaların psikolojik ve sosyolojik özelliklerinde uzmanlaşan firmalar vardır. Belirli koşulları (sadece imalatla ilgili değil, tasarım ve yararlılık koşullarım da) yerine getirmediği müddetçe bir ulusun mallan diğerlerinin pazarlarında satılamaz. Satmayacağını önceden bildiğiniz bir malı dışarıya yollamak elbette yelinde olmayacaktır. Yeni bir ürünü, bir saç tokasını bile, piyasaya sürmeye cesaret edip de tasarım, renk vs. sorumluluğunu kendisi üstlenen bir tek Amerikan firmasının bile bulunmadığı söylenir. Firma, meseleyi, işi sözkonusu nesneye optimum dış görünümü, yani halkın zevkine en uygun düşen görünümü kazandırmak olan üç veya dört büyük endüstriyel tasarım danışmanlarından birine havale eder.

Tüketici araştırmalarına bu yaklaşım, Amerikalı üreticilerce tek doğru yaklaşım kabul ediliyor. Yine de özgürce seçilmektedir. Ancak ticaret uluslararası nitelik alır almaz aşağı yukarı devletin alanına girer. Bu durumda mesele, dış ticaret açığı olan bir ulusun bunu nasıl temizleyebileceği olabilir. Bunu yapabilmek için, kredi verenin pazarının kuralına uymalıdır. Tarif edilen kuruluşlardan birine danışılmak zorundadır ve o zamana dek ilgiye dayalı bir tercih olan şey artık mecburileşir. Bir kere daha görüyoruz ki teknik açıdan geri bir millet, ikisi arasında organik ilişkiler kurulur kurulmaz kendisine en gelişmiş milleti model almaya zorlanır. Bu durum, hakim olmaya yönelik Amerikan arzusundan veya Amerikan gururundan kaynaklanmıyor. Teknik bir durumdur bu. Bir uluslararası ticaret sistemi kurmanın ancak ve ancak bir tek etkin yöntemi vardır. Devletin görüşü ne olursa olsun bu yönteme uymak gerekir. Kuşkusuz, devlet iflas etme yolunu seçmesi de ihtimal dahilindedir.

Teknik gerçeklerin devlete her alanda etki etme ölçülerini vurgulamak amacıyla mümkün olan en farklı iki örneği ele aldım. Fakat gerçekler bizi daha ileri götürüyor. Devletlerin anayasaları, tekniklerin kullanımım değiştirmez; daha ziyade, teknikler devlet yapılan üzerine hızla etki eder. Demokrasiyi baltalar, yeni bir aristokrasi yaratma eğilimi taşır. Bu noktada hemen tüm sosyologlar hemfikirdir. En açık demokratik ve sosyalist eğilimleri olan sosyologlar arasında bile bu açıdan varolan görüş birliğini pekiştirmek için Georges Friedmann’ın yazılarına bakmak yeterlidir. Siyasal eşitlik bir mite -teknik aracılığıyla ulaşılamayacak bir mite- dönüşmektedir. Buna karşılık teknik, görülmemiş ölçüde, teknik düzeyde bir hizmetkarlar çoğunluğu ve yöneticiler azınlığı ortaya çıkarır. Friedmann, meseleyi bilimsel açıdan incelemiş, hiç partizan olmayan bir şekilde de işlevleri tamamen özel görevlerde uzmanlaştırıldığında işçi- kölelerin mümkün olan en alt seviye insani değere indirgendiğini göstermiştir. Bu uzmanlaşma olgusunda, tekniğin genel olarak insandan neler yaptığım görüyoruz. Örneğin, polis mekanizmalarının mükemmelliği, iyi bir polis memurunu bir iki hafta içinde eğitmeyi mümkün kılmaktadır. Fakat o eğitimi alan o insan, içinde çalıştığı tekniklerden tamamen bihaberdir. İnsanlar, gerçek bir talep olmaksızın durmadan işten işe geçerler. Teknik tarafından da mesleki olarak indirgenmektedir. Fakat bir meslek, hayatin ve kültürün büyük bir parçasıdır. Bu koşullar altında, yaygın bir kültür bile hızla kaybolur.

Tıp teknikleri nüfus artışına yol açarken belli toprak türlerinin yıpranması sonucunu doğuran tarım tekniklerinin etkisini de ele almalıyız. Bu iki faktörün etkileşimi, hayatın sorunlarına gerekli süratte tepki verememeleri yüzünden kimilerince demokrasi için uygun olmadığı düşünülen azgelişmiş insan kitlelerinin ortaya çıkmasına neden olur. Bu avama karşılık, kendi tekniklerinin sırlarını (ama illa da tüm tekniklerinkini değil) anlayan sınırlı bir elit vardır. Bu insanlar, modem devlet gücünün merkezine yakın insanlardır. Devlet artık “ortalama vatandaşa” değil, bu elitin kabiliyet ve bilgisine dayalıdır. Ortalama insan, teknik sırlara veya devlet teşkilatına nüfuz etmekten hepten uzaktır; bu nedenle de devlet üzerinde hiçbir etkide bulunamaz.

Bu indirgenmiş ve aşın uzmanlaşmış işgücü hakkında yapıcı bir şeyler yapmak amacıyla Friedmann, umudunu sosyalizmin gelişmesine bağlıyor. Ona göre, insana kardeşlik duygusunu ve ortak iyilik için çalışma bilincini vermekle sosyalizm, çalışmasında insana zevk verecektir. Fakat bu psikolojik çare (ki değerini reddetmiyorum bunun), bir tarafta uzmanlaşmış işçiler kitlesinin entelektüel kapasitesi ile diğer tarafta bir teknik elitinin elinde bulundurduğu teknik araçlar tekeli arasındaki uçurumu kapatmak için hiç bir şey yapamaz. Yeni elit, halk nezdinde popüler olduğu zaman bile elittir. Bu çatışma tüm alanlarda belirgindir. Sözgelimi, idari alanda bir organizasyon tekniğinin ve mekanizasyonun müdahalesi, Mas’ın deyişiyle “birbirinden çok uzak iki sınıfın oluşmasıyla sonuçlanır. Sayısal olarak küçük olan birincisi, tasarlama, organize etme, yönetme ve kontrol araçlarından anlar. Son derece fazla olan ikincisi ise yalnızca icracılardan ibarettir”. İkinciler, icra ettikleri karmaşık tekniklerden hiçbir şey anlamazlar. Demokrasinin normal işleyişinin bu teknik tekeli uygulayanlar için kabul edilebilir olması imkansız değildir. Üstelik bu tekel, uygulayıcılarının kitlelerce bilinmemesi açısından gizli bir tekeldir.

Teknik, aristokratik bir topluma şekil verir. Bu da aristokratik bir yönetime işaret eder. Böyle bir toplumda demokrasi, yalnızca bir görüntüden ibaret olabilir. Şimdi bile propagandada böyle bir durumun özelliklerini görüyoruz. Devlet propagandası sözkonusu olunca, demokrasi meselesi yoktur artık.

Cumhuriyetçi ülkelerde gerçekleştiği biçimde propagandayı ele alalım. Çok sayıda parti ve propaganda makinesi bulunduğu için birbirlerini dengeledikleri safdillikle söylenir. Bu nedenle seçmen rakip adaylar arasında bir tercih yapmak için gerçek bir özgürlüğe sahiptir. Ancak belirli kişiler, aynı safdillikle, her şeyi matematikleştirdiklerini iddia ediyor. Spesifik olarak, en teknik, en yetenekli ve acil olan propaganda en fazla oyu alır. Benim açımdan bu iki pozisyondan ikisi de kendi başına demokrasiyi çarpıtmaz. Demokrasiyi çarpıtan, propaganda tekniklerinin o çoğalması, baskı oluşturma tekniklerinin o gelişimidir. İki rakip propaganda aygıtının bir diğerini iptal ettiği doğru değildir. Daha doğrusu, siyasi olarak doğru olabilir ama psikolojik olarak yanlıştır.

Gerçek mesele, sinir sistemine etki eden ve yeni yöntemlerin keşfiyle artık bilincini sorgulayıp rahatsız eden, aklı üzerinde çalışan ve tepkilerini kötüleştiren, onun kadar yetenekli bir dizi propagandanın kuşattığı bireyin psikolojik durumudur. Birey, artık, bir gerilim ve aşın heyecan iklimi dışında yaşayamaz. Artık gülümseyen, şüpheci bir seyirci olamaz o. Gerçekten “angajedir”, ama kendi düşünce ve eylemlerine hakim olamaz olduğu içindir ki gayri ihtiyari angajedir. Teknikler, organizatörlere, onu oyunun içine nasıl zorlayacaklarını öğretmiştir. Muhakeme gücünden f mahrum bırakılmıştır. Birey önceden “sabitlenmemişse” rasgele bocalar durur; kendi muhakeme gücüne değil, büyük sayıların yasasına uyarak. Propagandanın yoğun bir şekilde kullanımı, yurttaşın ayırt etme yetisini yok eder. Gerçek bir demokratik rejimde her şey sağduyulu tercihe ve hür iradeye dayanır. Fakat, propaganda teknikerinin çoğalması tam da demokratik rejimlerde olmaktadır. Bir tek propaganda makinesinin, yani devletinkinin, var olduğu yerde bireyleri doğrudan şekillendirir, rekabet olmadığı için de gerçekten yoğun olamaz. Demokrasi denen rejimlerde rakiplere üstün gelmek amacıyla propaganda giderek yoğun olmalıdır. Propaganda bu şekilde giderek hilelerle dolu hale gelir.

Yani teknik, bir demokrasinin işleyişini hemencecik sarsar. Kamuoyunu sadece bir istikamete yönlendirir, çünkü bir teknik aristokrasi tarafından yönlendirilen bir devletin emrindeki araçlar genellikle partilerin emrindekilerden daha güçlüdür. Tekniğin bizatihi varlığı, bu nedenle ciddi bir sorun oluşturur.

Fakat her siyasal sistem için bir başka sorun daha ortaya çıkmaktadır; o da mevcut makinelerin değişen çeşitleridir ki bu da geleneksel stratejik ve taktik askeri anlayışların düzeninin bozulmasına yol açar. Savaş sanatına dair büyük teorileri ve stratejik doktrinleri sıralamak, orduları felsefi ilkeler uyarınca düzenlemek filan elbette mümkün. Ancak bir faktör her şeyi hep altüst eder; o da makinedir. Makine aslında modern stratejiyi belirlemiştir. Hitler, bunu anladığı içindir ki belirli başarıyı yakalamıştır. Teknik meselesi basit bir ifadeyle şöyle konulabilir: belli bir makine sözkonusu olunca, en etkin biçimde nasıl kullanılabilir? Lojistikle, irtibatla ve silahların koordinasyonuyla ilgili hangi eylemler gerçekleştirilmelidir? Makineden optimum yararlanmak için hangi plan oluşturulmalıdır? Bunun gibi şeyler. Örneğin, tank, 1939-1943 arasında muharebeyi belirledi. Bugünse uçaklar, güdümlü füzeler ve kıtalar arası roketler büyük önem taşıyor. Fakat tekniğin stratejiye etkisinin ötesinde değişen savaş makineleri siyasal tercihi zorlar. ABD, 1949’daki bir Kongre raporunda, tekniğin hızla ilerlemesi nedeniyle tam bir silahlanma için (her türden sayısız aracıyla bir kara ordusu, artı bir donanma ve hava gücü için) artık para ödeyemediğini kabul etmiştir. 1946’nm askeri uçakları daha 1949’da güncelliğini yitirmişti. Hiçbir zaman hizmete giremeyecek, kısa sürede de modası geçecek olan makinelerin imalatına binlerle devam etmek imkansızdı. Bir siyasal tercih yapılmak zorundaydı.

Benzer şekilde İngiltere de, çok önemli olduğu düşünülen benzersiz bir ordu türü kurmaya kendini adamak amacıyla prototiplerinin çoğunu terk etti. Zorunlu siyasal tercih gerçeği, askeri görevlerin Atlantik Paktı’nın bir sonucu olarak kıta Avrupa’sı, ABD ve İngiltere arasında dağıtılmasıyla da teyid edilmektedir. Yeni gelişmelerle, söylendiği şekilde dağıtılan bir askeri tekniğin yükünü destekleyecek yeni finansman yollan bulmak gerekmiştir. Bu bize genelde tekniklerin karşılıklı bağımlılığını, özelde de tekniklerin askeri kavramlara ve bu yolla da siyasal tercihe etkisini hatırlatmaktadır. Bu bağlamda, son konferanslarından birinde Bevan’ın acı sözlerini hatırlayalım: “Modern muharebe teknikleri demokrasiyi mahvetmiştir”. Bu tam da bizim işaret ettiğimiz şeydir.

Benzetme yoluyla mantık yürütelim. Askeri makinelerin stratejiyi şekillendirmesi gibi, organizasyon teknikleri ve diğer teknikler de modem devletin yapışım şekillendirmektedir. Farklı yayın sistemleri ile hava ulaşım ağlarının bir dünya devletini kaçınılmazlaştırdığını söylerken Wiener boşuna konuşmuyordu.

Teknik, sorunu, verili bir devletin daha adil olup olmadığını değil, tekniklerin daha verimli kullanılmasına imkan tanıyıp tanımadığı açısından koyar. Artık siyasal gerçeklik ile manevi teori ve icaplar arasında sıkışmış değildir devlet. Siyasal gerçeklik ile teknik araçlar arasında sıkışmaktadır. Mesele, devletin emrindeki tekniklerin uygulanmasına en elverişli devlet biçimini bulmaktır. Kuşkusuz, belirli bir doktrini tercih etmek, verili bir tekniğe olumsuz bakmak serbesttir. Teknik araçlardan faydalanmak yerine belli bir adalet türünü hayata geçirmenin rüyasını görmek serbesttir. Ancak 1940’da Fransız ordusunun katlanmak zorunda kaldığı cezalandırma gibi kaçınılmaz bir şeyi de beklemelidir. Generallerimizin doktrinleri ve askeri anlayışları vardı, ama makinenin etkisini ihmal ettiler. Gelişmenin ileri karakollarında kendini öldürtmenin kahramanca bir örneği deniyordu bunun için. Teknik verimlilikle yüzyüze kalan devlet bu verimliliğe serbestçe egemenlik verme hakkını yalnızca kendine borçludur. “İyi yöntemler iyi yapılar doğurur” diyor Ardant.

Bu faktörler, parlamenter demokrasiyi mahkum ediyor. Ki parlamenter demokrasinin sırtında, teknik gelişmeyi engelleyen hayli fazla yük var: karar almaya müdahil çok sayıda kişi, demokratik mekanizmaların hantallığı ve yavaşlığı, bir temsili meclisin siyasal tekniği uygulamadaki acizliği, idarenin hizme-tindeki teknisyenlerin istikrarına karşılık parlamento personelindeki sık değişmeler vesaire. Bu faktörlerin sonucu olarak, teknik gelişme genellikle devleti işgal eder. Devlet de bu gelişmeye ayak uyduracak biçimleri alma, kurumlan benimsemeye zorlanır. Fransız parlamento hayatında “komisyonların” önemi zaten biliniyor. Bu komisyonların elden çıkmış oldukları da söylenebilir. Birleşik Amerika’da lobiciler sistemi (Kongre koridorlarını arşınlayan adamlar grubu), yasama organıyla teknik organ arasındaki ilişkiyi sağlar. Tüm büyük Amerikan şirketleri ve teknik gruplarının, Washington’da görevli temsilcileri vardır. Bu temsilciler, temsil ettikleri grupların çıkarlarını (illa kapitalist anlamda çıkar değildir bunlar) yasama organında takip etmekle görevlidir. Sistem, ABD’de son derece yasaldır ve politikacılarla (gerçekten giderek kopmuş kişilerdir bunlar) hayatın teknik koşullan arasında bir miktar bağlantının bulunmasına imkan tanır. Bu kurumlar, çok zayıf adaptasyon biçimlerini temsil etmektedir. Modem devletin eninde sonunda topyekün adaptasyona mecbur kalacağı kesindir. Topyekün adaptasyon, Hitler devletini yaratan devrimde olduğu gibi bir devrimle ortaya çıkabilir. Ancak öyle olabilir ki anayasa en ufak bir değişiklik geçirmeyebilir, tüm sorun siyasal güçlerin ortadan kaldırılmasına, tamamen formel, görüntüden ibaret kalmalarına indirgenebilir. Demokrasilerimizin girmiş olduğu güzergahın bu olduğu sonucu kaçınılmaz biçimde çıkıyor.

Fakat devlet teknik icaplara kendini tamamen adapte eder, devasa bir makineden ibaret hale gelirse, hâlâ bir devlet olarak görülebilecek midir? Her şeyden önce belirtelim ki mesele, hiçbir şekilde bir teknolojik devlet teorisini öngörmüyor. Bugün siyasal alandaki işler, en küçük bir teorinin faydası olmadan gerçekleşiyor. Klasik anlamda bir devlet meselesi sözkonusu değildir artık. Devlete dair laf eden çoğunluğun (bunlar ister felsefeciler, ister ilahiyatçılar, reklamcılar, siyasetçiler veya anaysa hukuku profesörleri olsun) başka türlü düşünmesi gülünç bir hatadır. Onlar, 19. yüzyıl devletine ya da Napolyon devletine uygun düşen koşul ve biçimlere göre devletten bahsediyorlar. Bugünse durum radikal biçimde farklıdır.

Siyasal iktidar artık tam olarak klasik bir devlet değildir; giderek de daha az öyle olacaktır. Karar alma için önemli ölçüde indirgenmiş bir organizmasıyla bir organizasyonlar karışımıdır siyasal iktidar. (İndirgenmiştir çünkü tekniklerin karşılıklı etkileşiminde karar almanın çok az yeri vardır). Durum, makineyi gözetlemekten ve çalışma düzeninde kaldığından emin olmaktan başka bir şey yapmayan bireyin bir otomatik makine tarafından ortadan kaldırılmasına benzetilebilir. Siyasal iktidar, asgari karar almayla işleyen herhangi bir iyi ayarlanmış organizasyon gibidir. Böyle bir organizasyon katı değildir, kendini güncel sorunlara nasıl adapte edeceğini bilir. Henüz bu durumda olmadığımızı kabul ediyoruz, ama hızla yaklaşıyoruz.  Lenin’in sosyalist dünya için öngördüğü durum budur. Ona göre “devlet, nüfus sayımı yapmaya ve istatistiklere indirgenecektir”. Lenin, devletin gelecekteki rolünü mecburiyetten özet bir şekilde vermişti. Organizasyon teknikleri 1920’de henüz gelişmemişti. Fakat onun çıkardığı sonuç, modası geçmiş cumhuriyetçi maskenin gerisinde bugün gözlemlediğimiz şeydir. Önemli görünen, Lenin’in öngördüğü devletin ve modern organizasyonların işaret ettiği saf teknolojik devletin aslında aynı şey olduklarıdır.

Böyle bir devletin sosyalist olduğu tartışılabilir. Teknik devlet olduğu (bir teori olması amaçlanmayan bir ifadedir bu) ise tartışılamaz. Şu an için teknik sentez, geleneksel anlamda devletin hepten ortadan kaldırılması sonucunu doğurabilir. Toplumun içinde varolduğu çerçeve, geleneksel devlet olmaksızın pekala varlığını sürdürebilir, hatta daha iyi duruma gelebilir. Teknoloji devleti, doğrudan doğruya modern devlete tekabül etmektedir, çünkü teknik olarak yapılandırılmış, verimliliğe, düzene ve sürate tapan insanların ta ruhunda bulunmaktadır. Geleneksel devlet, bambaşka nitelikteki kaybolan güçlere tekabül etmektedir.

Visits: 32

Exit mobile version