Devletleşme, Yöneticilerin Ortaya Çıkışı ve Deve Cemal Çetesi (Bölüm 1) – 4 – Bayram Bey

0
1349

Yaklaşımlar, Yordamlar, Yollar

Denemeye Yazıcıoğlunun öyküsünün tümcelerini seçip yeniden dizerek, tatsız tuzsuz bir özetlemeyle başlayacağım. Özeti izleyen 2. bölümde o çağın yaşayışını çözümlemeye, zorunluluğun yüzünden soyutlamaya, genellemeye, birleştirmeye, açımlamaya çalışacağım (kurucu birleştirme ya da sentez). Burada kullandığım “açımlama”yı işin köküne inme, işin soyağacını çıkarmak için indirgeme yapma, soyağaççı ya da  kazıcı (arkeolojik) bir yorumlama çabası olarak değil, tersine ayrıkotsu, köksapçı bir bakışla oluşları, olayları olgusallaştırıcı (değişmez sayıltıcı) ya da yeni tanrıların buyruğuymuşcasına bir kesinliği, saltıklığı içselleştirmeden ya da önvarsaymadan akış içinde anlatma çabasına açımlama diyorum. Bir Adlandırma (kavramlaştırma, tanımlık atama –terimleme-) olarak yanlış da bulsam gerek Nietzsche, gerek Foucault bu bakışların zorladığı irdeleme yollarına, kavramlaştırmalara böyle düşmüş, bunları böyle sürdürmüş görünüyor. Çün bu yolda gördükleri içerikler, anladıkları kavradıkları yüz yüzlü gerçeklikler buna zorladı onları. Tersine seçtikleri, buldukları yöntemleri, yolları onları şeylere ve sözlere öyle bakmaya değil. Bunların kavramlarını adlandırmasını (Genealogy/jeneloji ile arkeoloji) yeniden adlandıran Deleuze ile Guattari: Rhizom/köksap[lı] dediler bu yaklaşıma. Zaten Foucault’un şu bir çimdiklik acılı baharlı kışkırtması kütükleşmiş/ölmüş bir yapıyı, ağaç benzeri bir dirimi değil açımlamayı ve bilimsel bilginin erkine karşı bir çete savaşını süreğenleştirir:

“Savaşımların tarihsel bir bilmesinin oluşumuna ve bu bilmenin güncel taktikler içerisinde kullanıma olanak sağlayan birleştirmeye, uzmanca bilgilerle yerel belleklerin birleşmesine dilerseniz “soykütüğü” diyelim. Son yıllarda sizinle [dersin dinleyicileri, öğrenci olmayan öğreniciler] birlikte bulmaya çalıştığım, soykütüklerinin geçici tanımı olacaktır demek ki. (…) Soykütüğü, bilimsel olduğu düşünülen bir söyleme özgü iktidar etmenlerine karşı savaş vermelidir.” (Toplumu Savunmak gerekir, ç. Şehsuvar Aktaş)

     Bu yaklaşım dünyaya altlı üstlü (altüstlü, dikinedizilişli) bakanlarla yan yana dizilişli (sıradüzenli) ya da dikinedizilişliliğin, sıradüzenliliğin karşıtlığına düşmeden karışık düzensizlikli, bundan da uygun “karışık düzenli”   (uzlaşmaz karışık ile düzenin çatışmalı durumuyla) bakanların ayırımları belirginleşti. Ayrıca Foucault’nun kullandığı Genealogy (çoğu çeviride soykütük olarak belirtilen kavram, sonekte bilim anlamına gelen “logie”si düşünüldüğünde hiç de uygun düşmez…) Foucault’dan çok önce kullanılan bir kavramdır. Örneğin Nietzsche’nin “Ahlakın Soykütüğü Üstüne” (1888’den önce yazıldı?) adlı çevirisinin Almanca yayınındaki başlığı “Zur Genealogie der Moral”dir. Foucault birçok yazısında 19. yüzyıldaki her şeyi bilimleştirme burgacına karşı çıkar. Bunu diğer bilmelerin üstüne kurulmuş boyundurukçu bir güçoluş uygulaması ya da uygulayımı olarak niteler.

     Başka dillerin hazır, tanış biliş kavramlarıyla ama yalnızca o dilleri bilenlere bile kulaktan dolma bir yönelimsilik bildiren (malumatçı, googlecu) kavramlarla söylersek açımlama kavramsallaştırması birkaç yönüyle hermenötik, tevil kavramları ile ilişkilendirilebilir. Ancak bu kavramları çevirmenlerin, yazarların, felsefecilerin… çok ayrı anlamlarda kullandığını görüyoruz. M. Foucault’nun 1980’deki bir konuşmasının kayıtlarında “kendiliğin hermenötik”inin oluşması sorunlaştırılmaktadır. Burada Foucault’nun “yorumlayıcı analiz”le “kendiliğin hermenötiği”ni ayırdığını görüyoruz. Yazının sonraki bölümlerinde bunların (yorumla hermenötiğin) işleyişlerini, yöntemlerini, ereklerinin ayrıldığını okuyoruz. 

“… Kendilik incelemesi ve itiraf pratiğiyle neden ilgilendiğimi açıklamayı denedim. Bu iki pratik, modern kendiliğin soykütüğü olan önemli bir problemin iyi tanıkları olabilirmiş gibi geliyor bana. … bu soykütüğünü ana hatlarıyla teknik bakış açısından, kendilik teknikleri adını verdiğim şey noktasından sunmak istiyorum. … en önemlileri, sanırım öznenin yorumlayıcı analiziyle, kendiliğin hermenötiğiyle ilintili olanlardır. … Şimdi kendiliğin hermenötiğinin Batı beşiği olarak Hıristiyanlığa dönelim.” (Hermenötiğin Kökeni, ç. Ş. Ç. Solmaz, s. 63)  

     Tekilliğinde ya da özelliğinde her kavram bir çokluğu imler (bak yukarıda arap. fikr “kavramına”). Bir kavramı kavrama ve anlama bu yüzden bir bağlam yaratmadır, kurmadır. Bu yalnızca bir Adlandırma işi değildir. Bunun yanında bir kavram olsa olsa “şimdilik”lik de taşır (bak yukarıda Foucault’dan alıntı). Ancak bilimsel söylemde bu şimdiliklilik Popperci “yanlışlanabilirlik” gibi önermelerle sanki bir varsayım olarak benimsenir görünürken bile önermenin içeriği ve serimlenmesinde belirleyici olan değişmezliktir. Değişmezlik, Durmuşluk en azından uzun dönemlere, yüzyıla ya da birkaç yüzyıl sürdüğü öne fırlatılan tarihsel çağ kavramına –ortaçağ vb. gibi- atılır.

     (İkide bir büyük yazaçla yazıyorum sözcükleri. Böylece “özel” (isim) sayılanların ayrıcalıklarını hiç olmazsa bu yazıda ellerinden alıp onların genelliğini gösteriyorum bir yandan. Başka bir yandan da büyük yazaçla bir vurgu yapıyorum. Okuyana burda yoğunlaş, bir soluklan diyorum. Daha neler!)

     Bazı yazarların, çevirmenlerin Açımlamaya karşı gelmeleri ise, söyleştiğimiz bu dilin başka dillerden alınan kavramların o yüce anlamları ya da “manaları” kapsıyamazlığı ya da karşılayamazlığı yüzündendir. Oysa yaşayan her dil niteliklerinin, niceliklerinin akışı içinde konuşanlarının, söz alanlarının, söz alıp yazı yazanlarının gereksindiği her anlam ve o anlamın anlatımını (yetersizliği öne sürücüler anlasın diye “ifade”sini yazayım) türetebilir. Kimsenin konuşacağı, yazacağı dilini belirlerken bu dil bunu kapsamıyorculardan, devletin dille ilgili onca kurumu ve onların düşüninaç ve güçoluş övücülerinden, devletçiliğin her alandaki yasakçı kişi ve aygıtlarından izin alması gerekmez. Dilin ortak yaratılması dili devletçi aydınlar ve kurumlar yaratır anlamına hiç gelmez. Ortak yaratım dar bir açıdan bir tasarı, bir kurgudur yalnızca. Birinin o an ürettiği bir sözcük zaman içinde başka birilerinin oluşturduğu çoklukların ağında dolaşarak yerleşir. Bunu kimse engelleyemez. Ama devlet ve aygıtları sözcükleri, sözleri, sözcük toplaşması olan kitapları, yazıları, insan ve yer adlarını eskiden beri yasaklayıp durur. Devlet kurumları, onun çalışanları hatta yazaçları, onun seslendirilişini bile yasaklayıp durur (anımsadığımız /k/ sesinin “ka, ke” okunuşları bir zamanlar güçoluşsal, düşüninançsal bir sorun yapılmıştı. Sonra da birileri çıkıp var olan düzenin işleyişinde önemli bir yer edinen dili ve onun ortaklaşa “özgür” oluşumunu savunur. Tersine olsaydı, yani yasakçılar etkili olsaydı, diller de zamanın bir yerinde olup bitmişlik sayrılığında, değişen zaman içinde ürettikleriyle yetersiz beslenmekten ölüp giderdi. Beslenme dedim, elbet diller diri oluşlardır (her konuşanıyla, dili bir biçimde kullananıyla beslenen, yaşam bulan bir dirimlilik.

     Açımlama dikinedizilişli bir yaklaşıma, ağaçsı bir soykök araştırmasına değil, karmaşık bir köksapın başsız, gövdesiz, kolsuz, dalsız, yapraksız bir kıvır kıvırlığını betimleme ve anlatmayla ilişkilidir. Daha doğrusu ağaçsı varsayım, ağaç benzetmesi –hele ölü kütükçü benzetmeler, bir geleneği bengi kılmak niyetli kütüğe çivilemeler, bak A. İnam, Nitzsche’nin soykütükçülüğü – terk edilir. Betimlemeye, anlatmaya ortadan bir yerden, eğer her yer başka yerlere göre bir ortaysa başlanabilir. Bu yaklaşım aynı zaman ve aynı yerde ya da bunlara “yerlem” dersek, yerlemdeki eşzamanlılığa, eşdurumluluğa, eşetkiye, eşedilgiye ya da bütün eşliklere daha uygundur. Anlatma ya da anlatım (ifade) ağaç gibi dikey ya da düşey değil köksap gibi her yönedir, dönüşlüdür, geliş gidişlidir. Böyle bir edimde (faaliyet) eylemler iniş çıkış, gidiş geliş, dönme ilerleme, dolaşma yönelme ikilikleriyle değil de daha çok bir örtünün kaldırılmasıyla, açılmasıyla; bir kabuğun kavlatılması, soyulmasıyla, örtüsü açılanın ortaya çıkışı gibi oluş kiplikleriyle benzeştirilebilir. Eğer ille de anlaşma için benzetme kiplikleri kurmak gerekliyse. Açımlama gölgede, karanlıkta olanın ışıkla buluşturulması eylemi. (Çok mu aydınlanmacı oldu! Olsun, “karanlık bırakyapsıncılık-liberalizm-, kapkara yeni yarışçıpazarcılık –neoliberalizm-”ta onları geriletici bir felsefe olarak her tür Descartesçılık bile işe yarayabilir!)

     Daha sonra Guattari ile Deleuze’ün Bin Yayla’daki açılımları sonucu dünyaya altlı üstlü (altüstlü, dikinedizilişli) bakanlarlarla yan yana dizilişli (sıradüzenli) ya da dikinedizilişliliğin, sıradüzenliliğin karşıtlığına düşmeden karışık düzensizlikli, bundan da uygun “karışık düzenli”   bakanların ayırımları apaçık belirginleşti. Deleuze ile Guattari bir toplaşmayı (Gefüge, Assamblage) bir kitaba benzetip kitap çeşitlerine değindikten sonra “Köksap”ı açımlar (şipşakçı bir çeviriyle bu parça şöyle yazılabilir):

“… Dünyanın bir resimi olarak bu tür bir kitap her durumda bütünüyle cansıkıcıdır. Böylesi yeter fakat yaşasın çokluk! diye bağırmayın; bu haykırışta çok ağır olan da haykırışın hoşa gitmesi. Tipografiksel, sözlüksel ya da sözdizimsel yetenek çokluğa ait yapılabilmeli. Çoklu olan yapılmalı, fakat oradan oraya doğru değil, ki insan her zaman yine yüksekçe boyutları ona ekler, her zaman n-1 (oradan çekip alınacağı zamanda yalnızca çokluğun bir parçasıdır). Eğer bir çokluk/(çeşitlilik) betimlenmek zorundaysa, insan biricik olanı çekip çıkarmalı, her zaman bunu “n-1”in içinde yazmalıdır. İnsan böyle benzer bir düzeneği Köksap [alm. Rhizom] olarak adlandırabilir.  Bir köksap bir yeraltı yumrusu/yumağı [Strang] olarak, temelde çeşitli büyükten ve küçükten köklerden bir birliktir. Soğan ve yumrulu bitkiler köksaplardır.”  (Tausend Plateaus/[Bin Yayla], [almancaya ç.] G. Ricke, R. Voullié 1992, [parça ç. BayRamBey] s. 16)      

     Soykütük ve arkeoloji üzerine şimdilik Foucault’dan kendisinin bu kavramları nasıl kullandığına değgin bir araç daha ödünçleyeyim –evet her kavram, tanımlık (terim) yeni bir araç yapmak, bulmaktır da-:

“Soykütüğü dolayısıyla, bilmelerin bilime özgü iktidarın hiyerarşisi içerisine kaydedilmesi tasarısına karşılık, tarihsel bilmeleri uyrukluktan kurtarmak ve özgür kılmak, yani birlikçi, biçimsel ve bilimsel bir kuramsal söylemin zorlamasına karşı durabilir ve mücadele edebilir kılmak amacını güden bir tür girişim olacaktır. Yerel bilmelerin –Deleuze belki de buna “minör” diyecektir—bilginin bilimsel aşamalandırılmasına ve özündeki iktidar etkilerine karşı yeniden canlandırılması: işte bu parça parça ve dağınık soykütüklerinin tasarısı budur. … Arkeoloji, yerel gidimliliklerin çözümlenmesinin yöntemi, soykütüğü de, bu yolla betimlenen yerel gidimliliklerden yola çıkarak, bunlardan yayılan boyunduruktan kurtarılmış bilmeleri harekete geçiren taktik olacaktır. Bu bir bütün tasarısını yeniden kurmaya çalışacaktır.” (Toplumu Savunmak gerekir, ç. Şehsuvar Aktaş [bu ne güzel bir çeviri böyle] s. 25, 26)  

           Arapçanın tevili, Şemseddin Sami’den belirginleştiğini ve yayıldığını sandığım bir yanlış tanımlama ve “kök bulma”yla “meal”e dayandırılır. Meal anlam, kavram, ortaya çıkan sonuç gibi değişmezlik kurgularıdır. Önem ile önemsiz ikiliğinin dikinedizilişi ya da şeylerin altlı üstlü kavranışı mealciliğe içkindir. Mealen ise, özünü ve anlamını alma işlemidir. Bu işi yazacı yazacına yapmaz mealci. Anlamda önemli olanı, yani anlamın özünü söküp alır. Yani ağaçta kök, kütük; yani örende temel, sözde önemli olanı bulma ve çekip çıkarma sorunu… Sami’den sonraki sözlükçüler ise bunu bir “değişmez” kılmışlardır. (Acep tefsir sözcüğünü de arap. efsar/yular yani hayvanın bağlandığı ipe mi dayandırıyorlar?) Bu gönderme, dayandırma arapçanın tefsiriyle daha çok ilgilidir ki dış görünüşle (zahirle), ilk usa gelen anlamla ilgilidir ki anlamın özüdür; doğal olarak bir “öz” varsa. Tefsirin görünüşle, yüzeyle ilgili oluşu, “zahir” ve “batın/iç/karın” ikilikliliğini doğurmuştur ki dinsel ve dindışı yaşam (seküler derler, sanki onda dinsellik yokmuş gibi) üstüne bütün ortaçağ tartışmaları gelip bu yaklaşımlarda çatallanır. Bu yalnızca İslam çevresinde yapılan bir tartışma değil, bütün dinlerde, dinlerin her döneminde yapılan bir tartışmadır. İçselciler, gizemciler, bilinirciler açımlama yaklaşımlarını kullanırken yüzeyciler, fazlası bilinemezciler ya da görünüşçüler yorumculukla yetinmişlerdir. Yorumcu yaklaşımlarda gerçeğin bilinemezliği; içi, derini, görünmezi tartışmaya insanın izinli olmadığı; bu alanların insanı aştığı ya da aşkınlığa girdiği için, iç derinliğin, örtüğün ancak bir inanç konusu olduğu… insanın görünüşün ötesine ulaşmaya değil, görünene uyması ve boyun eğmesi (razılıklı uyma/itaat) gerektiği anlayışı egemendir.

     Bu yaklaşımı benimseyince, “hermenötike” ya da “tevile” “yorumsama” demek, açımlamayı yorumlamaya göre ikincil kılıp onu da görünüşe/yüzeye sıkıştırma, çekme (“zahiricilik”), böylece insan bilgisine sınır çizme, yorumu üst ve belirleyen kılıp açımlamayı özümleyerek bir yorum özentisi saymaktır. Türkçedeki /-seme, -sama/ ekleri bir açıdan da eklendiği köke “küçüm-seme”, onu ikincil kılma anlamı katar: gülüm-seme> küçücük gülme/güler gibi yapma, doyumsama>doyar gibi olma, yiğitseme> yiğitliğe özenme, duyumsama> duyar gibi olma… gibi  

     Açımlama/tevil bir yorumsama, yorumlamaya özenme çabası değildir. Tersine, eğer durum böyleyse tevilin “meal”le bir ilişkisi de olamaz. Çün meal üzerinde konuşulanın yüzeyinde söylenmedir. Konuşulanın sözcüklerini benzetmelerle yineleyip görünüşlerde dolaşmaktır. Açımlama karanlıkta kalmışı açma, ışığa çıkarma, aydınlatma çabasıdır. Bu anlamlandırma Çevirmen (mütercim) Asım Efendi’nin Burhan-ı Katı’sında kendisini bir gösterip birden yiter (anlama da böyle balkıyan değil midir?). Burhan-ı Katı belirtilmese de Şemseddin Sami’nin Kamus-ı Türki’sinin kaynaklarından biri olmalıdır. (Elbette kimsenin “özel kaynak” belirtmesi gerekmezdi. Hele eski yerlemlerde! Çün bilgi ortak bir varlıktır.) 

     Burhan’da “tevil” aynı adlı başlığa bakan kişiyi “daz”a gönderir. Daz bilindiği gibi saçla örtülmemiş başı niteler. Dazlak saçsız baştır. Bugün Dazkırı ilçesi/Afyon diye bilinen yerin adında bu anlam yaşamaktadır. Dazkırı bir geçiş yöresidir. Orada nem oranı yüksek bölgelerin yavaş yavaş yerini bozkıra bıraktığı geçiş toprakları başlar. Bu topraklar ise ağaç, bitki yoksunudur; kırdır, bozkırdır, kıraçtır. Asım Efendi farsça içinden düşünmek zorundadır. Çün bir sözlük çevirisiyle didişmektedir. Bu yaklaşımı da “tevil”i bir açığa çıkarma, bir örtüsünü kaldırma, bir cıbırlaştırma, yülüme/tıraş etme –Akkoyunlu boylarbirliğinin kurucu beyi Yülük Osman’da olduğu gibi-, aydınlatma yordamı kılar: ayrıkotulaştırma/ ayrıklaştırma, köksaplılaştırma/ köksaplaştırma tam da burada salınarak oynaşarak gelir. Nesnelere, şeylere bir ağaç yapılanışı üzerinden bakılmaz. Nesnelerin bir kökü, bir gövdesi, bir kolu dalı budağı yoktur bu bakışta. Bu bakışla neden/etki, sonuç/etkilenme örüntüsü de bir yana bırakılır. Oluş öncelikle soruşturulacaksa eğer kendi içselliğindendir, kendiliğindendir. Dışsallık ise bu oluşu ancak hızlandırır, yavaşlatır ya da kolaylaşlaştırır. Böylesi bir bakışın nesnesi, konusu aşkınlık alanı değil, içkinlik ve yerlem alanıdır. Tevilin türediği sözcük topluluğunun elbet bir de zamansallığı olmalıdır. Bu da “öncesi/evveli” olabilir. Eğer böyleyse tevil bizi şeylerin nesnelerin öncesini açmaya, örtüsünü kaldırmaya da götürür. Kavram kuruluşlarına baktığımızda Nietzsche ile Foucault’nun “soyağacı”/soybilgisi/Geneolojisi ve kazıbilgisi (arkeolojisi) yaklaşımları zaman ve yerin (yerlemin) şimdisinin, öncesininin koşullarını açığa çıkarma soruşturmalarıdır da ve budur barış!

     Denememin üçüncü bölümünde devlet kurumlarında çalışanları, yönetici olanları  –kişileri/fertleri- açımlıyacağım. Son bölümde ise eşitliği, özerkliği, özyargıyı, özyönetim kurumlarını ve bağımsızlıklarını devlet yayıldıkça yitiren, yitirdiklerini bir türlü unutmayıp devletle uzlaşmazlıklarını sürdürerek yağılaşan topluluklaşmalardan ya da toplaşmalardan, derleşmelerden artakalan “tutunmayanlar/yitirirken kazananlar”a değineceğim. Böylece devlet erkine gelenekselin alttakiler ulamından bakacağım. Foucault’nun da dediği gibi:

“Tersine iktidarı, kılcallaştığı sınırlarında, son çizgilerinde kavramak, yani iktidarı en bölgesel, en yerel biçimleri ve kurumları içerisinde, özellikle bu iktidarın, kendisini düzenleyen ve sınırlayan hukuk kurallarından taşarak, bunun sonucunda bu kuralların ötesine uzandığı, kurumların içine yerleştiği, teknikler içerisinde somutlaştığı ve kendine, somut hatta gerekirse şiddet içeren müdahale araçları sağladığı yerde ele almak söz konusu.”(Toplumu Sav. Ger. s. 41, 42.)      

     Böylece erki, yetkeyi tam cıscıbıl/dazlak göründüğü yerde yakalamaya çalışacağım. Geçmiş geçip gider mi sorusuyla didişeceğim. Yani (büyük yazaçlı) Tarihlerin kiminle ortakyaşar olduğunu, o tarihlerin kıyısındaki “tarihsizler”den bir duymuşluk, bilmişlik/haber soruşturacağım ve birkez daha budur tanrısal barış!

Visits: 42

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz