“Bu duygu deneyimini edinenler sözcüğün gerçek anlamıyla yaratıcıdır. Yaratıcının yaratma dürtüsü tüm kalıpları kırmasına yol açabileceği gibi, anadili kalıbını da kırmaya er geç yönelecektir. Bu tümceyi şöyle bütünlemem gerekecek: Tüm kalıpların kırılması anadili kalıbını kırmaktan geçer!”
“Almanca düşünmek, Almanca duyumsamak -her şeye gücüm yeter ama bu tüm gücümü aşmaktadır.” 1 (Nietzsche)
Nietzsche anadilinin alışılmış yapısını kırarak onu şiirsel ve felsefesel açıdan varsıllaştıran en usta düşünürlerden biri olabilmiştir. Demek ki yaratıcı olabilmek için anadili ölçünlülüğün ötesinde sorgulamak gerekiyor, çünkü bu sorgulama anadili geliştirmek ayrıca yeniden doğurmak içindir. En azından Nietzsche’nin dürtüsü budur. Bu düşünceden yola çıkarak Türkçeyi sorgulamak onu yaratmaktır, kaldı ki Türkçe ile felsefe yaratmak görkemli bir tat almak olmakla birlikte felsefe diline her açıdan uygun bir dildir. Bunu görememek olanaksızdır.
Felsefesel açıdan baktığımızda anadili sözcüğünün karşılığı kalıp terimi olsa gerek. Almancanın tersine Türkçedeki anlamıyla anadili dizginli olmanın en uç noktası değildir diye düşünüyorum. Buna karşın anadilciler olarak her tek bu kalıbın içinde yer alır. Örneğin tat almanın özgür ve dizginsiz olması anadilci açısından ne denli tehlikeli olur, eğer duygularına kaptırırsa kendisini. Doğal olarak eğer duygu denen şey bu kalıp dışında ise ya da anadilci en azından kalıbın kapısını aralayabiliyorsa. Anadilin baskısı ne denli şiddetli olursa olsun kimi anadilciler dizginsiz duygu deneyimini edinmişlerdir, ancak anadili toplumbilimsel bir kuruntu gereği ölçünlülükten kurtulamamaktadır. Buna karşın anadilci, iç dünyasında anadili ile bir çatışma durumundadır. Bu duygu deneyimini edinenler sözcüğün gerçek anlamıyla yaratıcıdır. Yaratıcının yaratma dürtüsü tüm kalıpları kırmasına yol açabileceği gibi, anadili kalıbını da kırmaya er geç yönelecektir. Bu tümceyi şöyle bütünlemem gerekecek: Tüm kalıpların kırılması anadili kalıbını kırmaktan geçer!
Anadili / Babadili / Çocukdili
Anadilci babaerkil toplumun temeldili anadili değil, babadilidir. Babadili yine bir toplumbilimsel kuruntu gereği başka dillerin yeşermesine pek izin vermez: Örneğin çocukdili biçimlendirilecek olan babadilin ön aşamasıdır.
Anadili genelin buluştuğu genel yurttur, genel “mekân”dır; ölçünlülüğünü korumaktan vazgeçmediği sürece bir genel sığınma durumu alır. Burada her tek sürü dışına çıkamayarak sıradanlık içinde tüketir kendini. Yağmurdan korunmak için sığındıkları mağarayı terk edemeyen mağdurlar gibi.
Bu bağlamda her anadilci bir sığınmacıdır. Sığınmacı bir babadili ancak dilin genelleşmesiyle erkini ve egemenliğini eksiksizleştirebilir.
Babadili istemediği halde kendisiyle çelişir. Bir örnek: Genelin evi olan babadili der ki: Bir tane, iki tane, üç tane, dört tane, beş tane vb. Buna karşılık genel olmayan çocukdili şöyle der: Bir tane, iki bir tane, üç bir tane, dört bir tane, beş bir tane vb. Bu örnekte çocuk istemeden anlambilime bir anlambilimciden daha yakındır. Babadilini anasından öğrenen çocuk, dilin mantığını düştüğü tuzakta genel dili kavrarken henüz genelin yetkesinde (otoritesinde) değildir. Bu örnekte çocuk daha mantıklı düşünmesine karşın, genel-dil mantığı çocuk mantığını daha sonra kıracaktır. Çocuk mantıkçı düşünmeye itilirken aynı zamanda da aynı mantığın mantıksızlığına itiliyor. Demek ki, biçimlendirilen çocuk biçimsizleştiriliyor. Daha açıklayıcı bir sözcükle:
Biçimi bozuluyor. Biçimlendirilme mantıkçı bir biçimsizlik iken, mantığın mantıksızlığına itilen çocuk ikinci kez biçimsizleştiriliyor.
Ölçünlülük (Standartlık)
Bir şairle başlayacak olsam, onun Memleketimden İnsan Manzaraları’nı anımsarım. “Herkes” bilir söz konusu manzaraları. Herkesin, her bir tek’in kendi manzaraları var. Ben, memleketim adı verilen toprak parçasının, bu yazımın konusu gereği, bir tek manzarasını örneklemek istiyorum.
Bu toprağın bugünkü konukları pragmatik huylu insanlar olarak soyut düşünme becerisinden pek yoksun ya da somut düşünmesini pek seven Tanrının bu kulları (sığınmacılar) somut ile soyut arasında pek kısa bir köprü örmüşler. Soyut korkusu onları bu ufacık, incecik köprüyü örmeye zorlamış. Doğanın gidişine kendisini kaptıran bu pek yürekli topluluk doğanın öğrencisi olacak denli de “iddialı”ymış. “Yaşlanmış eşek tecrübeli sayılmaz” gibisinden ağırbaşlı ve güçlü bir yaşam felsefesi içeren ve yaşamı yönlendirecek nitelikte deyimleri kılavuz edinmiş. Ya da şöyle de diyebilirim: Hayat adamı olmak için hayata atılmak gerekir (hayat kadını ise hayat dışına mı atılacaktır?). Böyle havadan sudan konuşan, hayırsız hazıra konan aynı zamanda helal süt emmiş ve hem kel, hem fodul, hem nalına, hem mıhına diyen, toprak üzerinde oturup ama hava parası ödeyen, üstelik bana göre hava hoş naraları atan, memleketin hoş havasından olsa gerek göğüs gererek Asya ile Avrupa’yı hava köprüsü ile birbirine bağlayan, gölgesinden korkan ve aynı zamanda namlı ve şanlı bu topluluk daha nice deyimlere gönül bağlamış. Deyimlere gönül bağlayan ama gönlü sürekli bir şeylerde, bir yerlerde kalan sıradan anadilcidir.
Kimi insanların konuşmalarını dinlerken, metinlerini okurken karşımda sanki bir deyimler sözlüğü ya da atasözleri sözlüğü ile karşılaşıyor duygusuna kapılıyorum. Üstelik kimi kez her Türkçe düşünen kendi başına bir deyimler sözlüğüdür diye de düşünüyorum. Çeşitli tartışma ve söyleşiler sırasında, TV tartışmalarında, alışverişte, sokakta vb. durmadan karşılıklı deyimleri alıntılayan insanlarla karşılaşmak gündelik yaşamımdan uzak da olsa gözümden kaçmıyor. Deyimler yarışıdır almış başını gidiyor. İnsanlar düşünme tembelliğine mi tutulmuş yoksa içine girdikleri sığınak onların düşerken bir daha kalkmaması için düşünme organına ikinci bir vuruş mu yaptı? Pes doğrusu. Şimdi anlıyorum insanların neden pis pis düşündüğünü -ayrıca pis pis güldüğünü de. Düşmenin bir sonucu ve sığınak’ın gereksiz vuruşunun bir izi olarak pestili çıkmış bu kalabalığın neden pişmiş kelle gibi sırıttığını yeni anlıyorum. Yoksa pireyi deve mi yapıyorum? Bire bin mi katıyorum? Sanmıyorum. Hayvanlarla pek içli-dışlı, haşır-neşir olmuş ve kalıpçı diye adlandırmam gereken bu sıradanlıklar alemi hayvanlardan çok şey öğrenmiş olmalı ki, deyimlerinin merkezi yerini, püf noktasını onlara ayırmış gibi görünüyor. Köprüden geçene değin ayıya dayı de. Her koyun kendi bacağından asılır.
Yeter! Bu deyimi uyduran ve söyleyen insanın da kendi bacağından sallanmasını dilerdim. (Diler miydim?).
Benim de tipik anadilci düşünmekten payımı almış olmam gerekir ki, yıllar önce iki yaşındaki kızımla yaptığım kent içi bir otobüs yolculuğunda önümüzdeki koltuğa patır kütür (paldır küldür), güm pat oturan bir erkek yolcunun koltuğa yaptığı bu iniş parmaklarımızı neredeyse iki koltuğun arasına sıkıştırmamıza neden olacaktı. Bunun üzerine ağzımdan çıkan ilk sözcük AYI! oldu. Kızımın dört gözle otobüsün içinde bir şey aradığının ayırdına vardım ve aynı anda bana dönerek heyecanlı bir tonda: Ayı? Nerde? diye sordu. Çocukların çok iyi öğretmen olduklarını hâlâ anlayamayana ne demeli, ne denir. “Oryantal” insanlarımın ünlü deyimlerinden biri bizi hemen aydınlatacaktır: Anlayana. Anlamayana davul zurna az gelir.
Dünyaya kul olarak gelmiş olmak sığınmacılığı doğurdu, sığınmacılık da sıradanlığı.
İtaatsiz’in notu: Bu makale http://projektmaxstirner.de/anadili.htm adlı siteden alınmış olup, Türk Dili Dergisi, sayı 157, Temmuz-Ağustos 2013’de yayınlanmıştır.
1 Fridrich Nietzsche: Ecce homo. Kröner Verlag, 1990, sr. 339. Çev: HİT.
Views: 61