“Kirletilmiş kavramlarla yürütülen bir kurtuluş çabası, kavramların dayandığı varsayımlar, kavramların yerleştirildiği bağlamlar tarafından kolayca yutulur. Devletin ve düzenin kapma aygıtlarının işlevi budur. Devrimci bir dönemin sonunda, malların daha fazla tüketilmesi, dolaşımın hızlandırılması için reklamcıların büyülü sözcüğü oluverir devrim. Gazozda bile devrim yapan “metin yazarları” türeyip çoğalır bu kapma aygıtlarında.”
Alıntıda açıkça görüldüğü gibi dünya öykünün geçtiği yurtta iki katmandan oluşmakta. Ya da dünya o zamanda (15. yy. -?-) iki katmanlı olarak imgelenip anlaşılmakta. Bunu bir ikiliklilik (dichotomy) olarak da alabiliriz. Bu ikilikli anlayışta da bütün ikilikli kavrayışlardaki gibi uçların arasındaki ayrımı sağlayan sınır çizgileri, yüzeyler, oylumlar aynı zamanda uçları bitiştirip bağlamakta. Ancak o çağın (öykünün zamanının -13. yy.-) yaygın anlayışındaki bu ikilikli benimseme uçlarının bir yanının iyice silikleşmesine ya da insan bilimlerinin, sosyal bilimlerin anlam dünyasına ya da alıntılanan kesimin dediği gibi “mana alemine” el atışıyla, bu başka biçim ve biçemlerde anlatılmasına karşın bugün de sürmekte: insanın doğal/bedensel yaşamı ile ruhsal yaşamı; insanın bir toplukla yaşamı ile kişinin kendi tekilliğine dek çekilen, büzüşen anlam dünyasındaki yaşamı… Ancak günümüzde büzüşen, gizlenen, sırlaşan anlam dünyalarının nerdeyse tümü varlığı ve yaygınlığı dünyayı kapladığı var sayılan tek (anamalcı devletli) uygarlığın gündelik yaşam biçim ve biçemlerinin değerlerine göre insan tekinin imgeleme yetisinin, anlama yetisinin, us yetisinin ve bunların birliği sayılabilecek (Kantçı) ruhsal yetilerinin bir sayrılığı (bir patolojisi) sayılmasıdır. Böylelikle de bireyci, bilimci, uzmanlıkçı, paracı, parçalanıp tek bir anlayışa indirgeme aracılığıyla tümleşik olarak kurgulanan sanal tümsel bir gezegenin canlılarından yalnızca insan türünün şirketliler kesiminin çıkarlarına işleyen anamalcı düzenleme dışındaki her yaşam benimsetilmeye çalışılan değerlerden, ölçütlerden, ortalamalardan bir sapmadır. Bu sapmalar, sapıklıklar, sayrılıklar da yine anamal biriktirici edimlere göre düzenlenir, sınıflandırılır ve sağaltılır. Eski bir psikiyatri şakası şöyledir: “nevrozlu, havada şatolar inşa eder, psikozlu bu şatolarda yaşar, psikiyatrist de kirayı alır.” (Akt. Thomas Szasz, Anti-Freud.)
Paranın yaşamda zorunluluğu duyulan tek madde, somutluk, gerçeklik, ilişki kurucu, şan verici, özel kollama sağlayıcı, istem yaratıcı, özlem kurucu, esrik düşler sağlayıcı, hoşnutluk ya da haz verici, imgelem genişletici nesne olduğu, gündelik yaşam içinde gösterilen ve zorunlu kılınan tek gündelik dünyada sayrı sayılanlar yine anamalcı sağaltım şirketlerinde para karşılığı yeni ölçütlere göre iyleştirilir… İnsanı bu bireyliğe küresel olarak kurulmaya çalışan tek anamal dünyasının iyeleri ya da anamal ve diğer malları denetimlerine almış örgütlenmeler itmektedir. Tek dünyadaki devletçikler ise o dünyanın anakaralarındaki bölgelerin parabilim işletmelerinin gereksinimlerini sağlayan, akışlarını düzenleyen, o akışların (ya da anamalın gerçekleştirildiği değişim değerlerinin belirlediği dolaşım süreçlerinin) sürdürülürlüğünü gerçekleştiren düzenlemelerdir. Böyle bir dünyada insan kişisinin, -ki saymaca bir indirgemedir- onun kırıntılarında yaşadığı toplulukların, kendilerini gerçekleştirme, geliştirme, başka bir dünya imgelemeleri binlerce yeni anlam dünyaları yaratmalarıyla ancak olanaklıdır. Bu anlam dünyalarıysa topluluk kırıntılarında tekil insanların dışlarındaki gezegen bozucu iktisattan, işletmeden, maliyeden, şirket hukukundan, bireyci ruhbilimlerden (başta Freudçu, Adlerci ve diğerleri), parça bakışlı (molar) tıptan; para ilişkileri dışında bir şey düşünmeyen, araştırmayan, incelemeyen ve bunlara gücü yetmez her tür geç gündelikçi yaşam eğitimlerinden ve bunların her saniyede insan anlağına, ruhuna yüklediği tüketici boyun eğdirilişlerinden, yönlendirmelerden elden geldiğince kurtulmasıyla olanaklıdır. İçindeyken gerçek olarak onun dışında işleyen ilişkilerin içselleştirilmeden oluşlarında kurucu bir us, kurucu bir yetkinleşme, kurucu bir sevinçle örgütlenmiş bir anlam ve günlük yaşam… Bunların açısından G. Jung’un birey oluş kavramı, anamalcılığın birey ediliş kavramıyla uzlaşmaz çelişiktir. Jung’un psikolojizmden çoğu yerde kurtulmuş bireyleşme süreci de, günümüzde devlet ile toplumun bir işlevi olan birey kavramıyla karıştırılmasın diye, bireyden kurtarılmalıdır. Jung, dinin devlet iyeliğine geçirilişi karşısında din düşüncesinin neden yöneticilere karşıt ve onlarla uzlaşmaz olduğunu şöyle vurgular:
Ne var ki, yaşamın dış koşullarına yönelik bir tutum sahibi olmak, onlardan başka bir referans noktası varsa olanaklıdır. Din böyle bir duruş noktası verir ya da verdiğini ileri sürer. (…) Koşulların apaçık, kaçınılmaz gücüne karşı adeta yedek bir güç oluşturur. Yalnızca dış dünyada yaşayan herkes koşulların gücünün etkisi altındadır, ayaklarının altında kaldırım taşından başka bir temel yoktur. İstatistik gerçeklik tek gerçeklik olursa, bu durumda tek yetke olacaktır. O zaman ortada bir tek koşul olacaktır; karşıt bir koşul olmadığı için de yargılar ile kararlar yüzeysel olmakla kalmayacak, olanaksız da olacaktır. O zaman, birey, istatistiklerin işlevi olmak zorunda kalacak; dolayısıyla da Devlet’in ya da düzenin soyut ilkesine verilecek bir adın işlevi olacaktır. (C. G. Jung, Seçme Yazılar, der. A. Storr, ç. L. Özşar 2006, s. 315.)
İşte o zaman ikilikli (dikotomik), ikici (düalist), eytişimci (diyalektikçi vb.) anlayışların imlediği her alandaki parçalanmaların, dikine dizilişlerin, boyun eğdirici ve yönlendirici güçlerin düzenindeki eşitsizliklerin, tutsaklıkların da dışına çıkılacaktır. Düzen düzen deyip duruyoruz ya, bu kapsayıcı, tutucu ve yutucu yaratık her kişinin çok iyi bilmekten dolayı “bilmezlendiği” (tecahül arif yaptığı: arif/bilen olup da cahilliğe/bilmezliğe vurduğu) bin şeydir. Yalnızca bir yönü de E. Galeanocu binkollu dikine diziliştir ki kişileri kişiler yoluyla, hiçbirini atlamadan nesneleştirerek boyunduruklar:
Sistem; köpeği tekmeleyen, çocuğa vuran, kadına kötü davranan, işçiyi aşağılayan, çalışanın gözünü korkutan, şefe bağıran, müdürü hor gören, genel müdürü tehdit eden, bakanı uyaran, başkanı çağıran, generalle akşam yemeği yiyen, büyükelçinin dikkatini çeken, bankacıyı uyaran, bilgisayarı programlayan sistem… (Eduardo Galeano, Aşkın ve Savaşın Gündüz ve Geceleri, s. 27, ç. S. Doğru 1986.)
Burada anlağımızın, duygularımızın, sezgilerimizin, bilincimizin ve bilinçdışımızın iğrendiği sözcük olarak birey, bireycilik, bencil, bencillik değil, tersine onların içeriklerini gösteren simgeleştirilmiş anamal olarak para, onun değişim değerleri yoluyla gerçekleşmiş görünen dolaşım düzeni, çalışanı yalnızca anamalcı üretim, tüketim, yayılma, boyun eğdirme açısından bir araç, bir nesne kılan anlayış, düzenleme ve işleyişleridir. Aynı kavramlara, tanımlık ya da sözcüklere başka içerikler yükleyen bilimle uğraşan sayısız insanın çabası da kavramların eşdeğerliğinde gezegene boyun eğdirmiş anamal düzeni tarafından kapılmakta ya da yutulmaktadır. Bilmeye çalışanların birinci görevi de kemirgenlerin kavramlarıyla karıştırılamayacak yeni kavramlar yaratmaktır. Kirletilmiş kavramlarla yürütülen bir kurtuluş çabası, kavramların dayandığı varsayımlar, kavramların yerleştirildiği bağlamlar tarafından kolayca yutulur. Devletin ve düzenin kapma aygıtlarının işlevi budur. Devrimci bir dönemin sonunda, malların daha fazla tüketilmesi, dolaşımın hızlandırılması için reklamcıların büyülü sözcüğü oluverir devrim. Gazozda bile devrim yapan “metin yazarları” türeyip çoğalır bu kapma aygıtlarında. Bu yüzden sömürgenin hizmetindeki bütün kavramlar yenilenmeli, yeni durumlar yeni kavramlarla düşünülmeli ya da yeni kavramlar bir anlamda doğal olarak yeni düşüncelere doğurtulmalıdır. İşte anamalcı çağdaşlık ve onun örgütleri tarafından kapılmış sayısız insandan biri olan C. G. Jung’un durumu:
Bireyleşme, bireycilikle aynı şey değildir. Bireycilik, “aynı ölçüde boş bir toplumculuğa karşı, ürkütücü bir tepkiden başka bir şey değildir. Bütün bunların tersine, doğal bireyleşme süreci, insan topluluğunda bir bilincin doğmasına yol açar, Çünkü bütün insanlığı birleştiren, bütün insanlıkta ortak olan bilinçdışını fark etmemizi sağlar. (C. G. Jung, Bütün Yapıtlar, s. 16, 227. paragraf; akt. A. Storr, Jung’dan Seçme Yazılar, s. 17, ç. L. Özşar 2006. )
Jung bütün bunların arkasından birey, bireycilik derken benim iğrendiğim anamalcı düzenin teke indirgenmiş, ilk özelliği tüketicilik ve tükettiklerini boşaltmak olan yaratığını [gul yabani, canavar, zombi] anlatmamaktadır. O kişi [şahıs, ferd], kişilik [şahsiyet] üzerinde durmaktadır. Kişilikle kişi olunabilir, kişi bulunabilir ancak. Haydi yine bu dile türkçe diyelim, kişi hele er kişi, kadın kişi olmak tek başına devletin bulaştığı her düzenlemeye karşı olmadıktan sonra hiç kurulamaz. Kişi olmak Sisifos söylencesindeki gibi yaşam boyu süren bir yazgıdır da. Kişi olmak en başta da kitleden, sürüden, toplum denilenden karşılığı büyük acılar da olsa kopabilmektir. Hem de bile isteye, bilinçle, seçerek. Bu yüzden anamalcılıkla ortaya çıkan bağımsızcılığın (serbestçiliğin, liberalizmin) “birey, bireysel, bireyci…” kavramlarını bir olumsuzlama, bir hiçleme olarak anlamak gerekir. 1968 devrimlerinin, onun zirvesi olan 1990, 1991 son dünya imparatorluğunun dağılışının hiç de anamalcıların pazarladığı gibi olmadığı, en azından her türden karşıtlık düşüncesi içinde tutuklu kalmak istemeyen düşünce ve duygu insanlarınca apaçıktır:
Bu [1989’a dek çalışanlarda geleceğe duyulan umut ve onun verdiği sarhoşluktan uyanışla oluşan] hayal kırıklığının sonucu, 1990’larda dünya çapında gayet gözle görülür bir hal alan devlet aleyhtarı tavır oldu. Bu tavır neoliberalizme dönüş olarak pazarlanıyor. Oysa bu aslında, liberalizme ve onun devletler tarafından hayata geçirilecek toplumsal reformizm yoluyla kurtuluş vaadine karşı bir tavır. Bu tavır bireyciliğe dönüş olarak pazarlanıyor. Oysa aslında kolektivizmin yeniden canlanmasını getiriyor. İyimserliğe dönüş olarak pazarlanıyor. Oysa aslında derin bir kötümserliğe dönüş söz konusu. (Wallerstein, Bildiğimiz Dünyanın Sonu, s. 170.)
Ama kişilikli kişilerin yaşam ve düşüncelerini el çabukluğuyla bireye, kaya kovuğundan çıkmış yaratıklara çeviren devletin eğitimi, devletçi bilgilerin bilgilendirme ve onu yayma aygıtlarının en başta gelenidir. Bunu yaşadığı dönemde fark eden az sayıda kişiden (Schopenhauer, Nietzsche, Foucault, Guattari, Deleuze vd.) biridir Carl Gustav Jung.
Kişiliğin tohum aşamasından tam bilince gelişimi, hem kayra [lütuf, bağış] hem de kargıştır [beddua]. Onun ilk yemişi, tek bireyin, bilinçli olarak, kaçınılmaz biçimde ayrımlaşmamış, bilinçsiz sürüden ayrılmasıdır. Bu, yalıtım demektir; söz konusu durum için, insanın yüreğini bundan daha çok rahatlatan bir söz yoktur. Onu bu yazgıdan ne aile ne toplum ne de konum koruyabilir. Çevresine ne ölçüde uyum sağlarsa sağlasın; en başarılı uyumlanması bile onu bu yalıtımdan kurtarmaz. Kişiliğin gelişimi pahalıya patlayan bir armağandır. Ama kişiliklerinin gelişimi konusunda konuşurken en çok bağıranlar, onun sonuçlarını en az düşünenlerdir. Bütün güçsüz ruhlar, bucak bucak kaçar bu sonuçlardan. Kişiliğin gelişimi, yalnızca kuluçkadan canavarlar çıkarma ya da yalıtım korkusundan fazla bir şeydir. Birinin kendi yasalarına bağlılığı anlamına da gelir. …bağlılık sözcüğü için Yeni Ahit’te kullanılan Yunanca sözcüğü “PİSTİS”i [yazıda grekçe yazıyla] yeğleyeceğim. Bu sözcük yanlışlıkla “inanma” diye çevrildi. Gerçekte “güvenme”, “güvenle bağlanma” anlamına gelir. … Birey, kendi yolunu bilinçli olarak, törel bakımdan bile bile seçmezse, kişilik gelişmez. (Jung’dan Seçme Yazılar, s. 171, haz. A. Storr, ç. Levent Özşar 2006.)
13.yüzyılın anlam dünyasındaki erenler de ikilikliliğin (dikatomi) dünyasında devletlerin erki ve zorbalıkları, kurumsal dinlerin zorlamaları karşısında gizliliğin zorunluluklarında bu parçalanmaları, altlık üstlüğü, açlar ve tokları, zorbalar ve zorbalığa uğrayanları… görmüyorcasına, onlar yokmuşcasına kendi anlam dünyalarını sırlayıp orada bir özerklik, bir özgürlük ve eşitlik dünyası kurmaya çalıştılar ki bütün çağların ermişleri bir bakışa göre de kopuş, kopuş ardından gizli bir bağla birbirlerine bağlanmış oldu. Elbette bu da geçmişi öğrendikçe anlağın, usun, kısaca ruhun oluşturduğu akılsal bir urgan/halat ya da bütün zamanları boydan boya bağlayıp geçen uzun bir urgan sayılabilir. Ya da zaman çemberini çepeçevre saran ussal bir oya (bezek)…
Öykünün bakış, görüş ve anlayışıyla bugünün anlayışlarının belki de anlaşamayacağı alan, “anlam dünyası/mana alemi”dir. Anlam dünyası, çağdaş dünyanın dilbilimsel dönemeççi yaklaşımlarının (linguistik turn) ya da göstergebilimsel soruncularının (semiotic challenge) dünyalarıyla ilgisiz bir şeydir ya da onlardan başka bir şeydir. Bunu yukarıdaki vurgularda oldukça duyumsadık. Günün fen, insan ve sosyal bilimlerinin kesinliğinde öykünün anlam dünyası yalnızca bir saçmalık, ussalcı bir yaklaşımla insanın bilinçdışından gelen bir güç dileği, bir dileğin imgelemde gerçekleşmiş gibi imgelenmesi, canlandırılması (fantazi), uyanıkken görülen bir düş/düşlem ya da gündüz düşü… olarak açıklanmıştır.
Öykünün zamanında ise yaşanan gündelik dış dünya ile içsel anlam dünyasının insanları güçleri, yetenekleri, oluşları ve eylemleriyle ayrılırlar. Gündelik dünyanın içindeyken, aynı zaman ve yerde Anlam Dünyası’nda da yaşayanlar, er ya da erenler (tekil:er, veli; çoğ. eren, evliya) işte bu güçleri taşıyan insanlardır. Onların olanca ayrımlarla varlığı, eren oluşa ayrı coğrafyalarda, topluluklarda, ayrı uyrukluklarda ve ayrı uygalıyımlarla (tekniklerle) ulaşmış olsalar da bugünkü bilimsel kesinlikçi yaklaşım, anlayış, uygulayım ve amaçsallıklarıyla, usa uygunlukla ya da uslamlama tutarlılığıyla (mantıksal tutarlılıkla), sağduyuyla (common sense, doğru, iyi, uygun olduğu benimsenen etkin birleşimci ussal ilke, davranış ve tutumlarla), esenlikçi duyuyla (good sense, aklıselim? İyilikçi us? Kötülüğe, zarara, güçlüğe, olumsuzluğa… uğratmayan edilgen birleşimci kılavuz us) olanaksızdır. Bu olanaksızlığı, ortalama ya da sıradan insanın dışında kalan birçok kişi ya da “kahraman” gerçekleştirmiştir. J. G. Jung benim eren olarak adlandırdıklarımı “budala –grekçe- İdiotai” olarak adlandırır:
Öyleyse en eski çağlardan beri bunca yadırgatıcı maceraya atılanların, salt seçilmişler olmasında şaşılacak bir yan yoktur. Bunların hepsi, budaladır [Yol’un abdalları ya da budelaları: Abdal Musa, Güvenç Abdal, Kaygusız Abdal, kısacası Aşıkpaşazade’nin abdalan-ı rum ya da türkçe sözdizimiyle Rum Abdalları…], idiotai [grek yazaçlı]’dir; bizim ilgilendiklerimizle ilgilenmeyen mental bakımdan “özel” kişiler diye onları güvenle bırakabiliriz. … genellikle, insanlığın efsanevi kahramanlarıdır. Düpedüz sevilen, saygı duyulan üzerine titrenilen, tapılan insanlardır; Tanrı’nın gerçek oğullarıdır, bu kişilerin adları unutulmaz. Onlar çiçektir, meyvedir, insanlık ağacının bereketli tohumlarıdır. Tarihsel kişiliklere bu değini, kişiliğin gelişiminin neden bir ülkü olduğunu, bireycilik yaygarasının bir küçümseme olduğunu haydi haydi açıklar. Onların büyüklüğü, hiçbir zaman geleneğe boyun eğmelerinde değildi; onların büyüklüğü gelenekten ayrılmalarındaydı. Ortak korkularına, inançlarına, yasalarına, dizgelerine yapışıp kalan kitlelerin üzerinde, dağ dorukları gibi yükseldiler; korkusuzca kendi yollarını seçtiler. Sokaktaki adam için, birinin nereye gittiği bilinen, çiğnenmiş yollardan başka yana sapması; nereye götürdüğü bilinmeyen, sarp, dar patikalarda yürümesi hemen hemen bir tansıktır [mucize]. Bu nedenle, böyle bir adam deli değilse, her zaman, onun bir cini ya da tanrısı olduğuna inanıldı. Çünkü insanlığın davranageldiğinden değişik davranabilen bir adamın tansığı, şeytani bir güç ya da tanrısal bir tinin armağanı ile açıklanabilirdi. …Eski Yunanda, birtakım kahramanlar yılan ruhluydu, başkalarının kişisel cini vardı, büyücüydüler ya da tanrının seçilmişleriydiler. İstenirse çoğaltılabilecek bütün bu nitelikler, kişiliğin belirginleşmesinin, sıradan insan için doğaüstü bir şey olduğunu; ancak bazı tanrısal etkenlerin işe karışmasıyla açıklanabilecek bir görüngü [fenomen] olduğunu sergiliyor. (Jung, Bireyin Gelişimi, agy. içinde, s. 172.)
Yaqui Kızılderililerinin brujo (buruho) ya da bilge eren(ler)i insanın gücünü tanımlarken öykümüzün anlam dünyası ve sıradan dünya gerçeklerine oldukça yaklaşır:
Kişisel dikkatimizin algıladığımız dünyayı odağa getirebilmesi için farkındalığın yer aldığı dar yayılım içerisinde belli yayılımlara ağırlık vermemiz gerekiyordu. Boşta kalan yayılımlar hala ulaşabileceğimiz bir yerde ama uyuşuk ve ebediyyen bilinmez bir şekilde kalıyordu. Yeni kahinler vurgulanmış yayılımlara sağ-taraf, normal farkındalık, tonal, bu dünya, bilinen, birinci dikkat gibi isimler vermişti. Sıradan insan ise buna gerçeklik, mantık, sağduyu diyordu. Vurgulanmış yayılımlar insanın farkındalık şeridininin büyük bir kısmını ama kozası içindeki tüm spektrumun küçük bir kısmını oluşturuyordu. İnsan şeridindeki dikkate alınmayan yayılımların ise bilinmeyenin başlangıcı olduğu düşünülüyordu; bunlar insan şeridinin bir parçası olmayan ve asla vurgulanmayan yayılımlardı. Kahinler onlara sol-taraf farkındalığı, nagual, diğer dünya, bilinmeyen, ikinci dikkat diyorlardı. (Castaneda, İçten Gelen Ateş, 130.)
Buraya dek olan ikilikli (dikotomik) dünya yaklaşımları ise bilimsel, dinsel, düşüninançsal (ya da ideolojik), sanatsal, siyasal, yönetimsel ve diğer türden öğretilerde kurulmuş ve geç çağdaşlıkta kitlelerce, kalabalıklarca, “birey” yığınlarınca yaygın olarak paylaşılan günün anlayışlarına da oldukça uygun sayılabilir. Daha doğrusu oldukça uygundur. Ancak insanın ve dünyanın alanlarında, konumlarında, yerlerinde, bu uzam parçalarındaki güçlerde, gücün konumlarında, diğer güç, nesne ve ruhsal varlıklarla, doğaüstü kurgusal varlıklarla, doğal ve yönetsel kurgusal varlıklarda (ülke, ulus, din, mezhep, tarikat, parti, yönetim kurumları…), bunların her türden ilişkilerinde birçok ayrımlar vardır. Bu ayrımlar çoklukların üyesi (organı) sayılanların, birey sayılanların, bölünmez birey sayılanların (in+dividual) ve dünya olarak doğanın ya da doğa olarak dünyanın güçlerini yitirirken, onlardan gücün insanına ve doğa olarak dünyaya yönelen kuşatma ve yerimleştirme/ ülkeleştirme/ mülkleştirme, benimleştirme araçlarına, nesnelere, onların kullanım biçimlerine, eyleme biçemlerine (tarzlarına) kaymasıdır. Daha açık olarak uygulayımlar (teknikler), uygulayım araçları, uygulayım gereçleri iyeliği ve uygulayımla yapıştırılmış insan ile doğanın yönetimsel yapılar altında oluşturduğu toplaşmaları (agencement, assemblage, Gefüge) yönetme uygulayımları (bilgi ilet, bağlı kal ya da bağlantıyı izlemede kal, güvenlikte kal, borçlanarak tüket, kısa, orta ve uzun geleceğini borç olarak satarak ya da onu yok ederek tutsak ol) ve bütün bunların nerdeyse tek aracı, yöntemi, eylemi olarak kişiyi topluluğundan, doğal ve doğuştan gelen yaşam ortamından koparıp (divide, dividual ) dar bir edilgenliğe sıkıştıran kurgulanmış ve benimsetilmiş tutkularıyla didişen gerçek bir kalabalıktan, kurgul bir kitleden, kurgul bir çoğunluktan oldurma uygulamaları (örnekçe ile örnekçi ya da temsil ile temsilcilik; bilmeyenler ve uzmanlar, yol yitirmişlik ile yol gösterencilik oyunları).
Sorun günün bireyinin (tanımlık olarak bölünemez birinin dolayısıyla bütünlüklünün) öykümüzdeki insanlardan bütünüyle ayrı bir yaratığa (gulyabani, zombi, monster) dönüştürülmesidir. Sorun yalnızca geç bilim ve onun nerdeyse tek amacı olan geç uygulayımın dünyasının etkin yaygınlığıyla ilgili de değildir. Bunların yanında dinsel inançların, dinsel yükünme, tören (rite) ve yükümlülüklerin (rituel), bunlarla ilgili taşınan, kutsallığı sergilenen simgelerin, yaygın olarak dinsel anlayışlarca biçimlendirilen (yüzeysel kurallar bütünü olarak) ahlak ve bu dünyada işi bitmişlik olan (dar, nerdeyse gönenç içinde bir öte dünya yaşamına kavuşmanın yordamlarına indirgenmiş) ahlak ve din felsefelerinin egemenleşmesiyle ilgilidir. Bunlardan daha da çok çağdaşlık (kapitalizm ile sanayi çağı modernliği) boyunca kurulan, yaygınlaştırılan ve dünyanın her tarafını sarması ve işlemesi istenilen sosyal bilimci anlayışların, düşüninançsal yönlendirmelerin belirlediği usçu, sadece gerekli olduğu öğretilen bilinçle yaşadığını sanan bireyiyle birlikte erenliğin olanaksızlığı anlayışı yaygın olarak açık ve sindirilmiş, bu yaygınlık baskısı yüzünden küçük bir azınlıkça gizlenmiş bir inanç ve içsellik olarak yaşanır oluşla bir arada kesinlik kazanmaktadır. Gulbenkian Komisyonu Raporu’nda (Sosyal Bilimleri Açın, 1995) durum açık bir şekilde şöyle betimlenmiştir:
Kendisini modern akılcılığın en ileri versiyonu olarak sunan teknokratik akıl yürütme biçimi, birçok açıdan Sosyal Darwincililik’in cisimleşmiş halidir. Ayrıca teknokratik akıl yürütme biçimi, amaca yönelik akıl yürütme modeline uymayan her tür kavramı ve doğrudan işlevsel bir fayda sağlamayan tüm kurumları gayrımeşru ilan eder. Bireyleri esas olarak devlet içinde ele alan çerçeve, bu çerçeveye uymayan failleri modern-öncesi zamanlardan arta kalmış ve ilerleme sonucu tasfiye edilmesi gereken kişiler olarak görme eğilimindedir. Bu istenmeyen kategori içinde yer alan sayısız kavramı, değeri, inancı, normu ve kurumu ciddiye almak, bilimsel olmamak olarak görülmüştür. Birçok durumda, bu alternatif dünya görüşlerinin ve taşıyıcılarının bir zamanlar varoldukları gerçeği bile, modern toplumların ortak hafızasından silinmiş, unutulmuştur. (Gulbenkian Komüsyonu, s. 82, ç. Ş. Tekeli 1996.)
Geç çağdaşlık (geç anamalcılık, geç denetimci yönetimsellik) zamanlarında ise bu erensiz dünya ya da onların yaşadığı anlam dünyası devletlerin, anamal çevrelerinin, devletin eğitiminden savunma güçlerine dek her alanında yer tutan kurgusal bireyi, sanal bireyi, bunların bu yapının, ilişkilerin, işleyişlerin dışında kalanları da içine alan toplum dedikleri sanallığın her alanında öne çıkarken diğer yandan da ne olduğu belirsiz topluma, halka, ulusa, devlete, din birliğine, ırk birliğine katılma çağrıları, yönlendirmeleri, zorlamaları devlet (bugünkü dünya düzeninde en fazla anamal birikimi gerçekleştirmeci şirketler birliği yönetimi) ve şirket bilimlerinin (başta tarihbilim, siyasalbilim, işletmebilim, iktisatbilim, insanbilim, toplumbilim, dinbilim ya da kısaca bir başlık altında sosyal bilimler) devletin birey kurgusunun, bu kurgusal bireylerin toplamı olan, bir ülke sınırları içinde yaşayan bir devletin uyruklarının toplamı sayılan toplumun durmadan çıkardığı sorunlarla baş etmeye, bu sanallığın durmadan ürettiği sorunlara çözüm arayışlarıyla ilgilidir. Bilimin sorusu ve sorunu bire inmiştir: kurulu düzen nasıl sürdürülebilir? Anlamını kimsenin düşünmediği, bilmediği ancak herkesin günde en az üç beş kez yinelediği toplum kavramını galiba sosyal bilimciler de açık seçik bilemiyor. (Ben mi? Kesinlikle çağcıl anamalcı devlet ve onun piyasa edimleri olmadan toplumdan hiçbir şey anlamıyorum. Çok mu öznel bir durum?)
Sosyal bilim içindeki tartışmanın sorunu, toplum kavramının, analizlerimizin temelini oluşturduğu halde, aynı zamanda olağanüstü muğlak bir terim olması; (…) İnsanların kendi” toplumlar”ını kendilerinin yaratma eğiliminde oldukları yönündeki klasik mitler, … tanrılarla aralarında kan bağı olduğunu da ima eder. (…) Pratikte, “toplum” sözcüğünü, en azından iki yüzyıldır, egemen bir devletin sınırları içinde ya da mevcut veya henüz yaratılmamış, egemen bir devletin olması gerektiğini düşündüğümüz sınırları içinde yerleşmiş olan grubu anlatmak için kullandığımız gayet açık. (I. Wallerstein, Bildiğimiz Dünyanın Sonu, s. 120, ç. T. Birkan 2000.)
Aşağıdaki yargılar da sosyal bilimcilerin 1995 Gulbenkian Komisyonu Raporu’nda acıtıcı bir dille yer almakta:
Sosyal bilimler her zaman fazlasıyla devlet-merkezci oldular; zira devletler, sosyal bilimcilerin çözümlediği süreçlerin, içinde cereyan ettiğinden hiç kuşku duyulmayan çerçeveleri oluşturuyordu. Bu, özellikle (en azından 1945’e kadar) esas olarak Batı dünyasını inceleyen tarih ve nomotetik sosyal bilimler üçlüsü (iktisat, siyasal bilimler ve sosyoloji) için doğruydu. Şüphesiz ne antropoloji ne de Doğu Araştırmaları devlet merkezciydiler ama, bunun nedeni, söz konusu araştırmacıların ele aldıkları bölgelerin, modern sosyal yapıların oluşmadığı kabul edilen yerler olmalarıydı. Modern sosyal yapıların, adı açıkça konmadan, modern devletlerde bulunduğu düşünülüyordu. … bu Batı dışı alanlar da devlet-merkezci tahlillere konu oldular. 1945 sonrasının anahtar kavramı olan “kalkınma” ile kastedilen, her şeyden önce, her biri tekil bir bütünsel varlık olarak ele alınan devletlerin kalkınmasıydı. (Gulbenkian Komisyonu, Sosyal Bilimleri Açın, Rapor, s. 77, ç. Ş. Tekeli 1996.)
Komisyonun saptamaları gerçekliğin doğrularından yalnızca bir parçasıdır. I. Wallerstein’ın başkanlık ettiği komisyon onca gerçekçi, akılsal, duygusal, etiksel, siyasal… saptama sonrasında sosyal bilimlerin yeniden yapılandırılmasını kuzuyu kurda teslim edercesine anamalcı sömürgen ulusötesi [ama dünya çapına yayılmış; hem enine hem boyuna] şirket devletlerine bırakmaktadır. Ki o devletler de çağcıl devletler düzeninin birer makine dişlisidir ve Birleşmiş Devletler Örgütü (United Nations) bu makinenin yalnızca koruyucu örtüsüdür (kaput).
Bu güncel baskıların ötesine geçme sorumluluğu, sadece fiilen araştırma yapan sosyal bilimcileri ilgilendirmekle kalmaz, aynı zamanda entelektüel bürokrasinin de –üniversite yöneticileri, bilimsel dernekler, vakıflar, eğitim ve araştırmadan sorumlu hükümet organları gibi- sorumluluğudur. (Sosyal bilimleri açın… s. 76.)
Yani onca doğruluk yanlısı olmanın boşa çıkarıldığı, doğruyu belirleyenin her zaman olduğu gibi daha baskın olan anamalcı, usçu güç olduğu; düşünülen, duyumsanan, söylenen şeylerin, gerçeğin anamalcı güçler ve onların dünya düzeni dişlisi/parçası/üyesi devletleri tarafından belirlendiğini örtemediği noktası. Marx bunların en temelinde yatan gücü, anamalcıların yalnızca iktisatsal değil, ondan daha çok işleyen ve etki eden gücünü daha 1858’de çiçekli siyasal bezeklerle bezeyerek söylememiş miydi?
Eskiden işçi tarafından yapılan aynı işi şimdi makinenin yapmasını mümkün kılan, bir yönüyle, mekanik ve kimya yasalarının doğrudan doğruya bilimden kaynaklanan analizi ve uygulamasıdır. Buna karşılık, mekanizasyonun bu yoldan gelişmesi, ancak büyük sanayi bir kez ileri bir düzeye ulaştıktan ve bütün bilimler sermaye tarafından esir alındıktan sonra, varolan makineler öbür tarafta zaten büyük kaynaklar sağlıyorken sözkonusu olabilir. Bilimsel araştırma o zaman bir meslek niteliği kazanır ve bilimin doğrudan doğruya üretime uygulanması, araştırmayı yönlendiren ve teşvik eden belirleyici perspektif haline gelir. (K. Marx, Grundrisse, s. 650, ç. S. Nişanyan 1979.)
Günümüzde insan türünün yavrusunun bir kurumlar, kuruluşlar yumağında ve ilişkileri içinde doğduğu doğrudur. Türün gereksindiği her şeyi de geçici, dönemsel, koşullu da olsa o kurumlar ağı sağlamıştır. Ancak devlet gibi örgütlenmeler o toplulukların gereksindiği bir şey değildir. Bir topluluğu, toplulukları hem de dünya çapında toplum olarak adlandırmak, hele hele her dönemde toplumdan konuşmak geçmişin gerçeklerine olduğu gibi günümüzün gerçekliğine de aykırıdır. Çünkü devletsiz bir toplum sanallığı, sanrısı olamaz. Günümüzde toplumu düşünebilmek ancak devletin ve anamalcı üretim, dolaşım, tüketim düzeninin bütün girdi ve çıktılarının önsel, sonsal bir imgesiyle olanaklıdır. Bu devlet de bir dünya düzenlemesi içinde yalnızca bir parçadır. Bu gerçeği nerdeyse bütün sosyal bilimciler bilirler de bilmezlenirler. Kanıt mı, yine Wallerstein. Adı geçen bilimcilerin uluslararası örgütlerinde uzun süre “yöneticilik”te bulunmuş bir bilgedir. Elbette yöneticilikle bilgelik arasında zorunlu bir bağ yoktur. Onun hakkında olumlu görünen birçok şeyi, yaptığı birçok çalışmayı bir yana bıraksak bile, yalnızca şunu düşünmüş olması bile, onun bilgeliğini savunmak için bana yeterli gelirdi:
Ben şahsen bu temel değişime [feodalizmden kapitalizme geçiş], bazılarının sık sık ve kendilerine yontarak dedikleri gibi, “Batı’nın yükselişi” değil, “Batı’nın ahlaki çöküşü” adını verirdim. (Wallerstein, Bildiğimiz… s. 145.)
Onun sözleri en azından karşıt sorularla, acabalarla düşünülesi önermeler, ilkeler ve insan toplulukları için varsayılan “evrensel yasalar”dır:
İşe, sosyolojinin en geleneksel kavramı olan toplum kavramını ele alarak başlayayım. … Peki ama bu tür toplumların sınırları nelerdir? Birçok bakımdan sosyal bilimciler tarafından kasten ve gayretkeş bir biçimde ihmal edilen bir sorudur bu. Ama siyasetçiler tarafından ihmal edilmez. Çünkü halihazırdaki “toplum” kavramımızın kökeni çok eski değildir. Fransız Devrimi’nin ardından gelen elli yıllık dönemde kullanıma geçmiştir; bu dönemde Avrupa’da, modern dünyada toplumsal hayatın üç farklı alana –devlet, piyasa ve sivil toplum- ayrıldığını iddia etmek (ya da en azından varsaymak) yaygın bir uygulama haline gelmişti. Devletin sınırları hukuki olarak tanımlanıyordu. Ve devletin bunun doğru olduğunu iddia etmek dışında başka hiçbir nedeni olmasa da, diğer iki alanın sınırları da, hiçbir zaman açıkça olmasa bile üstü kapalı olarak, devletin sınırlarını paylaştığı varsayılıyordu. Fransa ya da Büyük Britanya ya da Portekiz’in her birinin ulusal bir devleti, ulusal bir piyasası ve ulusal bir toplumu varsayılıyordu. Bunlar doğruluklarını gösteren kanıtların nadiren sunulduğu a priori [önsel, ad hoc: …gerektiğinde kurgu çuvalından/sandığından çekip çıkarılan her türden varsayımlar mı desek? Pireyi deve saymak gibi.] iddialardı. (Wallerstein, Bildiğimiz… s.139.)
Ancak devletin denetiminin, zorlamalarının, yönlendirmelerinin bir toprak üzerinde yaşayan toplulukları dağıtarak, onların üyelerinin bağlarını kopararak, o kopuk teklikleri bireyleştirmeye çalışmasıyla kendini dayatan baskıcı, bir arada ortak davranışlara zorlayıcı kurumlar gerekliliği kurgulanarak, imgelenerek, soyut, sanal bir devlet toplumu ya da toplum devleti ortaya sürülebilir. Bu da zaten yaşanılan ve bilinen bir tarihselliktir.
Her şey, gerekli emekle artı değer arasındaki ilişkiye indirgenmiştir: Bu antagonizma [uzlaşmaz çelişki] aynı zamanda, kapitalist üretim sürecinin ve ona karşılık gelen toplumsal düzenin dinamizmini ve onların çözülemez sınırını açıklayan bir anahtardır. (A. Negri, Marx Ötesi Marx, s. 151, ç. M. Çelik 2006.)
Öyleyse devletin, devletlilerin, şirketlerin ürettiği bilimlerin, felsefelerin, sanatların kavramlarını gezegendeki canlıların yaşamının sürdürülebilir olabilmesinden yana olmak için yeniden ele almalıyız. Bu da belki düşüncede,
tek çıkış yolu molar [kütlemsi, tümsü] nitelikten moleküler [parçacıksı, kütleciksi] niteliğe doğru gerilemektir. (J. Hughes, Deleuze’den Sonra Felsefe, s.189, çev. F. Ege 2014.)
Deleuze’ün ilk yazılarından birinde geçen “toplum” kavramı böyle de (kütleciksi olarak) okunabilir. Okunmalıdır da. Böyle bir okumanın uygarlığın insan türünü ve gezegenin diğer canlılarının yaşamlarını sürdürmesi için ivedilikle yapılması belki de bulaşıcı ve bulaştırmacı uygarlığın gezegen yıkıcı yayılması karşısında, önünde yapılması gerekenleri açığa çıkarmada etkin olabileceğine inanılabilir. G. Deleuze İçgüdüler ve Kurumlar’da şöyle der:
Kurum sayesinde eğilimin doyum bulduğu kuşku götürmez: evlilikle cinsellik, mülkiyetle açgözlülük doyurulur. Hiçbir eğilime karşılık gelmeyen devlet gibi kurumlar örnek gösterilerek buna itiraz edilebilir. Ama şurası açık ki böyle kurumlar ikincildirler, kurumlaşmış davranışları zaten varsayarlar, tümüyle toplumsal olan türemiş bir yarar sunarlar, bu yarar da son kertede kendisini türeten ilkeyi toplumsalın eğilimlerle ilişkisinde bulur. Kurum her zaman örgütlenmiş bir araçlar sistemi olarak ortaya çıkar. Zaten kurumla yasa arasındaki fark da buradadır: yasa eylemlerin kısıtlanmasıdır, kurum olumlu bir eylem modelidir. Olumlu olanı (doğal haklarla) toplumsalın dışına, toplumsalı ise (sözleşmeye dayalı kısıtlamayla) olumsuza yerleştiren yasa teorilerinin aksine, kurum teorisi olumsuzu (gereksinimlerle) toplumsalın dışına yerleştirirken toplumu (özgün doyum araçlarıyla) özünde olumlu, yaratıcı olarak sunar. (Deleuze 1955, İçgüdüler ve Kurumlar, Issız Ada içinde, s. 32, çev. H. Yücefer, F. Taylan 2009.)
Bütün bunlar açıklanması olanaksız bilinemezler, karşıtlıklar, çelişkiler, uzalaşmazlıklar, açmazlardır. Yabancılaşma, büyülü nesneleşme ya da şeyleşme(fetişleşme), yanılsama kuramları da bu karmaşayı ortadan kaldırmış değil. Çağdaşlığın insanın sorunlarını çözecek dediği bireyleşme, gele gele geç çağdaşlıkta devletin, her türlü anamalın, alışveriş parasının, daha çok tüketimin iç içe geçtiği gündelik bir dünyanın içine düştü. Kişisel gereksinimlerinin her yoldan elde edilmesi nerdeyse tek edimi oldu birey denilen insanın. Ölçütü olmayan, tanımlanamaz bir gereksinimler dünyası ve orada yönlendirilmiş, belirlenmiş malların tüketimini yaşamın bir zorunluluğu sayan yönlendirilmiş, belirlenmiş birey. Orada din, ahlak, bölünmez toplum, ulus, devlet gibi içi boş kavramlar bir yönetimsellik ortamı oluşturma açısından oldukça yaygınlaştırılmaya ve durmadan güncellenerek pazarlanmaya çalışılıyor. Orada devlet, ulus, ülke gibi kütlemsi, tümel, soyut ve genel kavramlar oldukça güncel tutuluyor. Orada insana ve yaşanılan dünyaya bakışta bilimsel yöntemler, bilimsel kesinlikçi ve arı akılcı anlayışlar saltık tekçi, oldukça yaygın ve güncel. Orada M. Viano’nun dediği gibi,
“Nedensellik ilkesinin kendi kültürel yaratıları olduğunu unutarak nedensel bir bağ kurma ihtiyacı. Her şeyi bir gösterge, başka bir şeyin sonucu olarak görme ihtiyacı ve böylece tam da bu nedensel ilişkilerde özdeşliğin açık bir olumlaması; bu şekilde bir şeyin kendi göstergesi dışında başka bir şey olmadığı yönündeki karşıt nosyon kendiyle özdeşliğin korunması uğursuzca, çelişkili özü, yani kendisiyle özdeş olmama anlamına gelecektir. (M. Viano, Marx Ötesi Marx, önsöz, s. 44, ç. M. çelik 2006.)
Ancak bütün bunları belirleyen egemenlik aygıtları ve yönlendirici ekin (cultur) bezekleri, düşüninançları kesinlikle paranın, üretimin ve tüketimin devinilerini, dolaşımlarını örgütleyen dünyayı sarmalamış anamalcı kurumlarda (şirketlerde) biçimlenmekte. Bu yüzden anamalcılığın planlamacı devleti ve bunalım (yönetme) devleti aşamalarında eren(ler)den olmak ya da eren oluş olanaksız; gerçek işlerlikte her şeyi yapabilecek parayı, anamal olarak parayı, egemenlik, yönlendirme ve yönetim gücünü elinde tutan kişilerin oluşturduğu sayıca az kümelenmeler, toplaşmalar var ortalıkta (dünya şirketleri düzeni). Bunların yöneticileri yeni erenler, yeni kutlular. Mikrosoft azizleri, apple erenleri, amazon azizeleri, facebook yüceleri, google erenleri, pentagon ulusu, ordu pirleri, gizli haber toplama ve kitle yönlendirme uluları, beyaz saraylar, ak saraylar ve diğer renkte sarayların duvarları ötesinde yaşayan yüceler yücesileri… Bireyler bunlara inandırılıyor, saygı duyduruluyor, bunlar sevdiriliyor ve bunlara taptırılıyor geç çağdaşlıkta. Çünkü birey olmak onların bir türlü parçası olmak, onlarla bir türlü iletişimde, bilgi alışında, onları izleyişte olup onların usiçi dünyasına tutkuyla, büyülenmeyle bağlanmak anlamını taşıyor. Bu tuhaf, anlamsız; ortalıkta gezinen birey ruhları saltık bir kesinlikle biliyorlar ki her şeye güçleri yeter bu yeni uluların (yani onlar egemen, yani onlar güç ıssı, yani onlar olgucu ve işlevci tek doğru bilimin iyeleri olan bu gezegen keneleri ve bütün alttürleri tanrısal bir güçle donatılı…). İçinde gönüllü gönülsüz tutuklu kaldıkları bu birey dünyasında anlam dünyası gereksiz bir uzamdır. Söz devri çoktan eskimiş ilkel geçmişlerin söylence çöplüklerine çağdaş bilimcilik ve onun doğurucu sonucu uygulayımlar tarafından fırlatılmıştır. Max Horkheimer’in imlediği gibi onlar,
“… bilimin basit bir araç olduğunu ve başarıları ne kadar büyük olsa da araçların dilsiz olduğunu söylerler. Pozitivistler istese de istemese de, öğrettikleri felsefe düşüncelerden oluşmaktadır ve basit bir araç değildir. Pozitivist felsefeye göre, sözcüklerin anlamları değil, sadece işlevleri vardır. Felsefelerinin anlamının anlamsızlık olması paradoksu, diyalektik düşünce için mükemmel bir başlangıç olabilirdi.” (Horkheimer, Akıl Tutulması, s. 110, ç. O. Koçak 1986.)
Bu yüzden yani bu yoksul ve kutup soğukluğu gerçekçiliğinin, bu güdük kavrayışların yüzünden anlam dünyası diye bir alancık ortalıkta görünmüyor çoktan beri. Anlam da şaşkınlıktan tüyleri diken diken olup durmadan yoktopraklara, ıssız acunlara kaçmakta. Gizlenmekte, gizleşmekte, gizemlileşmekte.
Anlamın yerini, eşyanın ve olayların dünyasındaki işlev ya da etki almıştır. Sözcükler açıkça teknik olarak geçerli olasılıkların hesaplanması ya da başka pratik amaçlar için (bu pratik amaçlar içinde dinlenme bile olabilir) kullanılmadığında herhangi bir gizli satış amaçları olduğu düşünülmektedir, çünkü doğruluk kendi başına bir amaç sayılmamaktadır. (M. Horkheimer, Akıl Tutulması, s. 68.)
Artık 19-20. yüzyılın kısır, dar ve tek kurtarıcı olarak beklenen bireyciliğinin dışında bir anlam görebilmek, bireyin faydalanması, yalnızca kendi çıkarında davranır olması, hoşlanması, güçlenmesi, egemenliğini yayması ve gezegenden topladıklarını babasının hakkı sayıp ve tek başına ıssı saydığı bir ya da iki çocuğuna kalıt bırakması işlevi dışında başka bir amaçla ilişik anlam dünyası düşünebilmek zorunluluğu kendini dayatıyor. Çünkü sorunun içinde dünyadaki canlı yaşamın sürdürülebilirliğini de sonuna getiren her türlü egemenlikçi, mal biriktmeci düşünceler vardır:
İnsanın doğayı boyunduruk altına almak çabalarının tarihi insanın insanı boyunduruk altına almasının da tarihidir. Ego, benlik kavramının gelişimi, bu iki yanlı tarihi yansıtır. (Horkheimer, agy. 128.)
Kurtuluşa inanmak, onu gerçekleştirmeyi isteme ya da eylemde istenç issi olmak, erenlerin iyi bildikleri güçleri geliştirme ve içinde yaşanılan küçüklü büyüklü bir topluluğun savaşçısı olma uygulayımları geliştirmeye adanmış bir yaşamı istemekle başlayabilir yeni anlamlılıklar… Bu da bilinen dünyada, gittikçe yaygınlaştırılan, yaygınlaşan tek dünyada kalınarak, tek dikkatle ya da ilişkilerde kişisel yoğunlaşmayla oldurulacak bir oluş değil. Ancak belki de bir başlangıç olarak her şeyden önce,
“İçimizdeki ahmaklığı fethetmek için tüm vaktimize ve enerjimize ihtiyacımız var. Önemli olan şey budur ve gerisinin bir önemi yoktur.” (Castaneda, İkinci Güç Halkası, 261.)
diyebilmek, büyük kentlerin yığınları içinde bir zamanlığına ıssız (daha sahiplenilememiş) kalan dünyalara kümecikler, öbekcikler, toplulukçuklar olarak kaçmak; oralarda, o zamanlarda, o insan ağlarında kendi halinde, kendi akışında bir yaşamı isteyenlerle birlikte geçici de olsa kurmak, yaşamak, bozmak, yeniden yeniden oluşturmakla, oluşların içine yerleşmeyi, oluşlarda kalmayı öğrenip uygulamakla olanaklı olmalı. Ama nasıl? Nasıl belki de toplulukçu bir soru sözcüğüdür. Nasılsın da iki kişilik olduğu gibi. Çünkü aranan yanıtı belli sınırların içinde bir önbenimsemeyle yani ulusal sınırlar içinde, dünya düzeni devletinin bir parçası olan ulusal egemenlikleri bir kalkışmayla ele geçirerek bütüncül (molar) bir yaklaşımla bulacak değiliz. Çünkü siyaset edimi, eylemi Deleuze ile Guattari’de olduğu gibi her aşamasında parçacıksal (moleküler) bir eyleme ilişkisidir.
Yeni erenler çok güçlüdür. Eren anlatılarındaki Eski Erenlerin yaptıkları, ettikleri bu yeni gücün ya da güçlülerin becerdiklerinin yanında eşeğin üstünde bir anakaradan diğer anakaraya yolculuğa çıkma gibi kalır. Bir zamanlar köylerde köpek yoktur sanki. Bu yeni güçlüler, bu arı güç “bireyleri” uzayda başka bir gezegene bile gidebilir. Onların gücü yüz binlerce kişiyi bir anda ortadan kaldırabilir. Yüz binlerce kişiyi bir ülkeden, bir kentten sürgüne gönderebilir. Kurbanlarını bir yerden başka bir anakaraya kısa bir sürede ulaştırabilir. Bir çölde binlerce insana yetecek yiyecek, içecek, giyecek, araba, bilgisayar, telefon… dağıtabilir. Aynı anda dünyanın bütün yerleşimlerinde bulunabilir. Oradaki insanlarla iletişebilir, bilişebilir, uylaşabilir, oylaşabilir… Bütün bunları yapabilirler. Sıradandır her sorun onlara. İşleri açık, anlaşılır ve hiçbir çözümsüz sorun içermez. Yaptıkları insanın dikkatini çekecek sıradanlık dışı bir şeycik bile değildir. İnsanın değil (çünkü insan kavramı içi boş mekanik bir tanıma dönüştü) ama parası olan, parayı ve egemenlik gücünü kazanacak anamalı ya da öldürülmüş emeği olan, bunlara ulaşabilecek ilişkileri ve gücü olan bireyler vardır. Ötekilerin sayılarının varlıklı bireylere göre çok olmasına karşın yok hükmünde ve yokturlar. M. Horkheimer’in dediği gibi,
Kavramların, gönderme yaptıkları maddelerin kısaltılmış adından başka bir şey olmadığı düşünülmektedir. Olgusal verilerin teknik özetlenmesini aşan herhangi bir kullanım, hurafenin son kalıntılarından biri olarak elenmektedir. Kavramlar, kullanışlı, rasyonelleştirilmiş, emek azaltıcı aletler haline gelmiştir. (M. Horkheimer, Akıl Tutulması, s. 68, ç. O Koçak 1986.)
Birey kavramı ve bireylik yalnızca onların sanıdır. Bu güçlüler dünya içindedir, örnek oluşturup herkesin bir yolunu bularak öyle olabileceklerini söyleyen güç sahipleri güçsüzlerle aynı dünyada, tek dünyada yaşamaktadır. Onların bütün birikimleri ve varlıkları o güçsüzler ya da yığınsal işçiler, çalışanlar, bir nedenle ya da bir nedensizlikle çalışmayanlar, iş için fırsat kollayıp sırada bekleyenler, evde kendini tutsak kılmış, tutsak kaldırılmış kadınlar, öğrenciler, çocuklar, işsizler, kısaca çokluk tarafından (yeni proletarya) yaratılmaktadır. Kant’tan bu yana sonludan sonsuza açılan güçlerinin varlığını şimdiki bebeler bile tartışmaz: bu güç paraya örneklik ettirilerek gizlenmiştir. Para diye anılan büyülü güçte bütün hileleri apaçık ve ortalıktadır.
Ortada, görünenden çok daha fazlası var. Dünya, senin görebildiğinden çok daha fazla katmana sahip; hatta o kadar ki sınırsız diyebiliriz. Dolayısıyla olaylara mantıklı bir açıklama getirmeye çalıştığında, yaptığın tek şey dünyayı aşina bir yer haline getirmek oluyor. Sen ve ben, burada, senin gerçek diye kabul ettiğin dünyadayız, çünkü her ikimiz de onu biliyoruz. Ama sen güç dünyasını bilmiyorsun ve dolayısıyla onu aşina bir yer haline getiremezsin. (Castaneda, Ixlan Yolculuğu, 192.)
Views: 53