Aruz’un Yalnızlığı – BayRam Bey

0
2340

“Yöneticiler yok sayılmadan, yokmuş gibi davranılmadan bir şey yapılamazdı. Onlar hiçliğin varlığı olmalıydı. Hiçvarlık. Evet gerçektiler. Solunan havadan, içilen suya dek bunu gösteriyorlardı. Ama bir hiçvarlıktılar. Gerçeklikleri bu hiçvarlığın olumsuzluğu anlaşılmazsa sürer giderdi.   Hiçvarlık bu anlayışla doğacak şen güçlerin (yaşamı üretip üretim yerindeki topluluğu dünya çokluğuna çeşitli bağlarla bağlayacak kişi temelliği) oluşu, çoğalması, yayılmasıyla çözülerek hiçleşebilirdi.”

Kendi düşüncelerinden korkmayı garipsedi. Korkusu düşüncelerinden değil, geleceğe ilişkin kaygılarından olmasındı! Burada da içinde olduğu küresel yönetimlerin, yönlendirmelerin, yönelimlerin oluşturduğu yeni bir siyasal, kültürel ortamın payı yok muydu? Bu bir alışkanlık oluşturup onu her gün güncelleyerek kurulu düzenlerin egemen güçlerinin çoklukları yönetme tekniklerinden biri gibi geldi. Hobbes’a göre çokluk ‘doğa durumu’nun, yani ‘politik bedene geçiş’ten önceki durumun ayrılmaz bir parçasıdır. Fakat uzak tarih, tıpkı kendini geçerli kılmak için geri dönen ‘bastırılmış deneyim’ gibi, zaman zaman devlet egemenliğini sarsan krizlerde tekrar ortaya çıkabilir.(P. Virno, Çokluğun Grameri, s.27, çev. V. Kocagül, M. Çelik.) Endişelen, kaygılan, güvensiz tekinsiz bir yaşamda olduğuna inan ve seni bunlardan kurtaracak egemen gücün söylediklerine, söylemlerine, örgütüne, uygulamalarına, düzenlemelerine, ihtiyaç ya da gereksinme duy!

Bunların hiçbiri yeni değildi. Yeni olan durmadan güncellenen egemenlik biçimleri, yönetme teknikleriydi. Hem neden endişelenecekti ki! İçinde yaşadığı nesne, düşünce, duygu, seçme yapıyormuş sanısı, anlayış ve onların bağlantıları ve toplamı kısacası ona dayatılan yaşam hiç de istenilir bir şey değildi. Öyle yaşanmasındı o zaman, işte o yer. Bundan caymak ya da yoksun kalmak ancak bir şenlik kurma nedeni olabilirdi. Böylesi bir belirlenmişliği yitirttirmek, onu belirlenmemişe çevirmek, kişi öbeklerinin toplanmalarının sevincini doğurabilecek bağlanma yollarının kurulması olanaklarını sağlardı. Şenlik kurmak yönlendirici, uygulatıcı güçlerin yıkılmasıyla saltık bağlı bir şey de değildi.  Ortadan kaldırılamaz gibi duran olumsuz, hiççi, yok sayıcı güçlere karşı yamaç yamaca ya da eski “meydan savaşı” kurmanın akla, mantığa, anlama gücüne aykırılığı besbelliydi. (Yavuz hantal ve ağır Osmanlı ordusundan dolayı Şah’ı yenebilmenin tek yolunu onu yüz yüze bir savaşa yönlendirmekle olanaklı olacağını bildi.)

Yine gülümsedi. Gülmek, gülümsemek, gülücüklenmek, gülümseyiş farklı mıydı? Egemenlerin egemenlik aygıtını sürdürmeye en önde hizmet eden savaş sanatında yönetenlerce saltık olarak benimsenen “eşitsiz güçlerin yüz yüze karşılaşması” ilkesi önemliydi. Güçlü olmak, istemeleri olmak, tutkulu istekleri olmak, bunları gerçekleştirmek için engelleyici güçleri aşamıyorsa kişi, topluluk onlar yokmuş gibi davranarak istemeleri yumuşacık, kendiliğinden bir eylemeyle yapabilirdi. Üzüm yemek için bağcıya kafa tutma hiç de güzel değildi. Üzümü yemek. Bunun için olumsuzlanabilecek yol yordam benimsenemez olmalıydı. Bağcıyı ürkütmemek. Bağcı şimdilik ya da kestirilebilen bir uzun dönemde ortadan kaldırılamıyorsa eğer, onun erki, gücü, düzeni daha az işler kılınamaz mıydı? Fırsat yaratılırsa, fırsat çıkarsa bağı mülk kılan düzenleme anlık, günlük, aylık aşılamaz mıydı? Özel mülkiyetin gevşek ya da katı düzenlemeleri işlemez duruma getirilemez miydi?

Mal, mülk, anamal düzeninin ödekleri (ceza, eza, cefa, hiç etme) ve ödülleri vardı. Bunlar hiç de etik değildi. Ödekten korkup binlerce yıldır akıl denilen belirsiz ve kolayca çirkenleşebilen kurnazlığın emrettiği gibi davranarak minnacık ya da kocaman bir ödül peşinde koşmak çirkindi. Egemen düzenlerin yeni ödül siyaseti ayrıcalık, eşitsizlik, kayırma sunuyordu. Bunlardan faydalanmak için kendisinden istenilen belirlenmiş davranışları gösterenler zaten kurulu düzenin aygıtlarını oluşturuyordu. Onların da güvenceleri yoktu. Bulundukları konumun üstünü vardı. Daha üstüne kavuşmak durmadan gösterilecek bir çaba, gizli bir savaş, kurnazca bir kıvraklık gerektiriyordu. Bütün bu güvensizlik ortamı alttan üste devlet merdiveninin basamaklarıydı. Kendilerinin konumlarını korumak için o yerlerde bulunanlar her şeyi yapmak zorundaydılar. Yapıyorlardı da. Yine de devlet merdiveninden aşağı basamaklara itilme korkusu, endişesi kaygısı içindeydiler. Bununla yönetici olmuş bununla yöneticiliği sürdürüyor bununla yöneticilikten zamanı gelince kendi istemelerine karşı atılacaklardı.

Yöneticiler yok sayılmadan, yokmuş gibi davranılmadan bir şey yapılamazdı. Onlar hiçliğin varlığı olmalıydı. Hiçvarlık. Evet gerçektiler. Solunan havadan, içilen suya dek bunu gösteriyorlardı. Ama bir hiçvarlıktılar. Gerçeklikleri bu hiçvarlığın olumsuzluğu anlaşılmazsa sürer giderdi.   Hiçvarlık bu anlayışla doğacak şen güçlerin (yaşamı üretip üretim yerindeki topluluğu dünya çokluğuna çeşitli bağlarla bağlayacak kişi temelliği) oluşu, çoğalması, yayılmasıyla çözülerek hiçleşebilirdi.

“Şenlik” dedi, kendisi dışında en az bir kişi daha gerektirmez miydi? İki kişinin bağı ilişkisi bile “şenlik” kurmak için yetmezdi. Şenlik çoklukların düşüncede bir parçası sayılabilecek bir toplulukla kurulabilirdi. Bir dönemin açık, yarıaçık ve kapalı ödekevlerinde, yani devletin egemen olduğu uyruklar toplamının (dolaylı ve dolaysız, somut ve varsayımsal, soyut ve düzmece) bir parçasıyla. Toplum boş bir önvarsayımdı ama devletin önseli/önceliydi. Toplum açık, yarıaçık ve kapalı bir denetim toprağında denetimde tutulanlardı. Egemenlik kuran anamal, mal, nesne ve özne sahipleri ise devlet önselinin kuruluşuna zorunluydular. Devletin önselleri, sonsalları bitmezdi. Liste uzayıp gider. Şebeke, bir değer biçme sistemini ortaya koyan dışlayıcı ayırıcı sentezlerin çoğalmakta olan bir dizisidir. Ya bütünüyle farksızsınızdır ya da bütünüyle öteki, ve eğer ötekiyseniz durumunuz o kadar da iyi değildir. Yaşamda benim yaptığım ölçüde kazanamıyorsan, sebebi yalnızca bunu hak etmediğindir. Değer biçme ve değerlerin paylaştırılması aynı akçenin iki yüzüdür. Artı-değerler yaratıldı! Gel ve al! Ama ben daha iyiyim, o halde pastadan daha büyük bir payı ben alıyorum. Çocukçadır ama sadece çocuk oyunu da değildir. Nihai olarak yeniden-üretilen şey, gücün kapitalist dengesidir.  Sistem bir bütün olarak, çok olanın yaşamsal potansiyeleni kapma aygıtıdır (az olanın orantısız ve bazense ölümcül doyumları için). (B. Massumi, Kap. ve Şizf. İçin K. Reh., s. 111, çev. F. Ege.)   Bu bir sonuca vardılamayan düşüncelerden bıktı. Önünde yapabileceği şeyler varken o önsel sonsal yaşamı olumsuzlayan tekinsiz güçlerle uğraşıyordu. Kara bir büyülenmişliğe düşmüş de çıkamıyor gibi.

Yürüdü gitti sokakların kalabalığı içinden. Pek yapmadığı, çok yapmaya cebindeki paranın olanak tanımayacağı bir “caferestoran”a girdi. Kredikartı (geçmodern köleliği, bireyin kölece ömrünü bir sonraki aya bağlayan kod, kayıt kartı) yanındaydı. Sonradan ödemesi olmayacakmış gibi davranarak burada kendisini hoşnut edecek şeyler ısmarladı. Bira bardağının içinde bir güç dalgalı deniz gibi durmadan kükreyip köpürüyordu. Bütün yüzeylerinde ortamla ısınan bardak içindeki şirinliğe kaptığı ısı sayesinde fırtınalar, burgaçlar yarattırıyordu. Bira denge ile durgunluğa kavuşmadan (ısısının ortamla eşitlenmesinden önce) bitirilsindi ki o burgaçlar, fırtınılar zihnin bahçesinde de burgaçlanıp essindi. (Hasan Sabbah’a, Melamiliğin çatallanmasıyla ortaya çıkan yolların dervişlerine, Andre Breton’a ve zihnin burgaçlanmasından devşirip kara güller çizen, koklayan, görenleri de yad ederek selam verelim.)

Betimlemeler, benzetmeler, aynılaştırmalar, eşitlemeler, özdeş saymalar, tanımlar, tanıtlamalar, ilinekler, eğretileme ve bilmezcelikten (görmezcelikten, duymazcalıktan, dokunmazcalıktan… gelmeler. Alınan tek tekler yardımıyla her bir cinste olan ayrı başına tanımlanabiliyorsa –sözgelişi her ‘benzerlik’ değil de renkler ile betilerdeki ‘benzerlik’ tanımlanabiliyorsa, sesteki ‘tizlik’ tanımlanabiliyorsa- ve karşılaşılabilen eşadlılıklara dikkat ederek ortak olanlara doğru ilerlenebiliyorsa, açıklık söz konusu olacaktır. Tartışmayı eğretilemelerle götürmemek gerekiyorsa, açık ki eğretilemelerle de eğretilemeli anlatımlarla da tanım vermemek gerekir; yoksa tartışmayı eğretilemelerle götürmek zorunlu olacak. (Aristoteles, İkinci Çözümlemeler, s. 68, 69.)  Hepsi de farkların, farklı yinelemelerin, yenilemelerin temeldeki bengi (dipsiz, başsız ve sonsuz) dönüşüydü. Kendini gizliden gizliden inandırmaya yönelmiş söylevler sinirlendiriciydi. Yani var olanlarla ya da oluşlarlarla, yaşayanlarla belirlenmiş bir ortaklık alanında kıpır kıpır bir kalakalmışlık duygusu veriyordu insana. Birkaç çare gene de vardı yaşamda. Engelleri o an aşamayınca istemenin açtığı yaralara, ertelemelere, bastırmalara o emler uygulanabilirdi. Yaşamı ertelemeden, kendi kendini sürgüne göndermeden yapılabildiğince yaşamak. Engeller yokmuş gibi davranıp yanından geçmek. Onları görmezden gelme ya da görmezcelikten gelme, kulak asmayış, es geçiş, onlara karşı büyük bir aldırmazlıkla yokmuş gibi davranma. Öteki-oluş yönelimseldir (molar nitelikten uzağa doğru), ama yönlendirilmiş değildir (hiçbir beden ya da niyet bunun öncüsü olamaz). Özgül bir yörüngeyi terk eder ama önceden belirlenmiş hiçbir sonlanım noktası yoktur. İşte bu yüzden tam olarak tanımlanamaz. Eğer öyle olsaydı zaten haline geldiği şey olurdu ki, bu durumda hiç de bir oluş olmayacak, daha ziyade aynı olacaktı (s. 148). (…) Her ne pahasına olursa olsun çarpışmayı amaçlayan direniş politikası başka tehlikeler taşır: olgunlaşmamış bir muharebe alanında ani bir ölüm, ya da molarlaşmaya ani bir sürükleniş. Sonraki, kendisini sadece kaçtığı şeyin karşıtı olarak tanımlayan bir sözde-oluş-halindeki, bedenin ortak çıkarı tarafından, nefret edilen şey haline gelinen bir tür politik ayna evresinde ortaya çıkarılır (sıklıkla karşıt grupçuklara bulaşan ‘mikro-faşizm’). Tereddüt varsa yan yollar izlenmelidir. Edimsel-gücül devrelerin tesis edilmesinde, etkin bir devrimci hareket birçok başka devre tesis eder: reform-direniş, molar-azınlık, varlık-oluş, kamuflaj-ifşa, akılcılık-imgeleme, ve bunların birçok permütasyonu. Oluş her zaman marjinaldir, eylem tarzları arasındaki hudut bölgesinde eşzamanlı bir gelgittir. Yaratıcılığın uzamı, dönüşümsel bir karşılaşmanın uzamıdır, dinamik bir ‘aradır.’ Oraya ulaşmak için, kabul görmüş uzaysal ve zamansal ayrımlardaki çatlaklardan dolanarak yan yollar izlenmelidir. Cepheden saldırı bazı zamanlar kaçınılmaz ve etkilidir, ama genel bir ilke olarak, reformun eleştirisiz bir kabulü kadar öz-yıkıcıdır. Devrimci kaçamak dövüşe ‘çarpıklık’ (transversality) [çaprazlık, vurkaç dövüş] denir. (B. Massumi, age. s. 152)

Hiçvarlıklarını tanıma. Elden gelen akmanın aşmanın en küçüğünü bile önemseyerek düzene karşı hep bir şeyler yapma, yaşamı olumlama, olumlu davranma, etme, eyleme, dillendirmeden direnişler, etken ve edilgen direnişler yine de çok güzeldi. Bu üç tür retorik farklı üç zaman türüne işaret eder. Politik söylev gelecekle ilgilidir: lehine ya da aleyhine konuştuğu, bundan sonra yapılacak şeyler üzerinedir. Yasada, bir davadaki taraf geçmişle ilgilidir; yapılmış olan şeylerle ilgili olarak, biri öbürünü suçlar, öteki ise kendini savunur. Tören hatibi, doğruyu söylemek gerekirse, şimdiki zamanla ilgilidir, (…) o zamanda var olan şeylerin durumunu göz önünde tutarak ya över ya da suçlar. Retoriğin, her biri bu üç türden birine giren üç amacı vardır… (Aristoteles, Retorik, s. 44.) Seni tören söylevcisi seni, seni şenlikçi Urus (Aruz)!

DEDE KORKUT’TAN OKUMA PARÇASI 1

Özet aktarma: (Parçadaki yazım işaretlerini kaldırdım. Buna önce daha kolay okunması, anlaşılması için cesaret ettim. Başka bir gerekçe ise “asıl yazmada” yazım işaretlerinin olmaması. Böylece 2001 yılı yazım işaretleri ile parçanın yazıya geçiriliş tarihindeki “imla/yazım” arasındaki çatışma yüzeysel olarak sona erdi. Ancak hazırlayıcıların yazmanın dilindeki bugün kaybettirilmiş sesleri gösterdikleri değerli işaretlerler de kayboldu. Örnek olarak /e/ ile /i/ arasındaki ses, /(burunsal)/ n/ sesi, gırtlaksı /h/ sesi, gırtlaksı /g/, /a/ ile /e/ arası ses gibi. Elbet yazı açısından arap harflerindeki farklı “s, h, z, ayn, ile değişen ye, vav” harfleri de kayboldu. Bunlar yazımı arapça harflerle karşılaştırmaya yarardı. Bir de esas olarak sözü yazıya geçiririrken yiten ve bilinmeyen seslerin acığı var. Bunları Türkmenistan, Azerbaycan türkmencesi ile değişik Anadolu ağızlarındaki seslerden tahmin edebiliyoruz. Örneğin “agam”daki /gh/ gırtlaksı sesi. Yine yok sayılarak atılan ya da görmezcelikten gelinen uzun seslilerin dilden sürülmesi. Türkmenistan yazısında bu sesler çift harfle gösteriliyor. örneğin “oodunçı/oduncu, duuzlu/tuzlu, bütiin/bütün”deki gibi. Azerbaycan yazısında ise harfin sağ tarafına konulan /:/ işareti sesin uzun söylendiğini gösteriyor. Örnek da: (=daha), me:m (=menim), du:r (=durur) gibi. Belki Türkiye yazısındaki /ğ/ harfi uzun seslilerin bazılarını belli etmeden gösteriyor. Baa>bağ, “Baa>bey, bee>bey, aa>ağa”da olduğu gibi.  Demem o ki, ne yapılsa bir şeyler eksik, uygunsuz ya da gereksiz oluyor.)

(Dresden yazması yaprak 147b) iç oguza taş oguz  asi olup beyrek öldügi boyını beyan eder

üç ok boz ok yıgnak olsa kazan evin yagmaladurıdı kazan gerü evin yağmalatdı amma taş oguz bile bulunmadı (…) taş oguz beglerinden aruz, emen ve kalan (148a) begler bunı eşitdiler eyitdiler bak bak şimdiye kadar kazanun evin bile yagma ederidük şimdi neçün bile olmayavuz  dediler (…) kılbaş derler bir kişi varıdı kazan (…) mere kılbaş bu taş oguz begleri dayim bile gelürleridi şimdi neçün gelmediler  (…) bilmezmisin (…) evün yagmalatdugun dem taş oguz bile bulınmadı sebeb oldur (…) hanum men varayın anlarun dostlıgın düşmenligin bilin dedi (…) kılbaş gelüb aruza selam verdi eydür kazan bunlu oldı (148b) elbetde tayum aruz mana gelsün dedi (…) üzerime yagı geldi develerüm bozlatdılar (…) atlarım kişnetdiler (…) kızumuz gelinümüz bunlu oldu (…) aruz eydür mere kılbaş (…) suçumuz neyidi ki yagmada bile olmaduk dedi hemişe kazanun başına bunlar gelsün tayısı aruzı ana tursun biz kazana düşmenüz bellü bilsün dedi kılbaş (…)üstümüze yagı nesne gelmedi/ (149a) men senün dostlıgun düşmanlıgun sınayu geldüm  (…) dedi aruz gayet saht oldı taş oguz beglerine adem saldı atdan aygır deveden bugra koyundan koç kırdurdı (…) begler men sizi neye kıgırdum bilürmisiz eyitdiler bilmezüz (…) kazan bize kılbaşı göndermiş  (…) eyütdim ki kaçanki kazan evin yagmaladurdı taş oguz begleri bile yagmalarıdı begler gelüb kazanı selamlar gederidi (149b) emen eydür ya sen ne cevab verdün aruz eydür ki mere kavat biz kazana düşmenüz dedüm emen eydür eyü demişsin aruz eydür begler ya siz ne dersiz begler eydür ne deyelüm çün sen kazana düşmen oldun biz de düşmenüz dediler aruz araya mushaf getürdi heb begler el urub  and içtiler senin dostuna dost düşmenüne düşmenüz dediler aruz (…) begler beyrek bizden kız almışdur güyegümüzdür amma kazanın ınagıdur gelsin bizi kazan ile barışdursun deyelüm getürelüm bize muti olurısa hoş olmaz ise ben sakalını tutayın siz kılıç üşürün parelen aradan beyregi götürelim andan sonra kazanıla işümüz hayr ola dedi (150a) beyrek (…) kırk yigidile aruzun evine geldi taş oguz begleri otururiken girib selam verdi.Beyrege aruz eydür bilürmisin seni neye kıgırduk (…) heb şol oturan begler kazana asi olduk and içdük  mushaf getürdiler sen dahı and iç dediler kazana ben asi olmazam deyu and içdi (…) beyregün sakalını tutdı begler beyrege kıyamadı beyrek aruz kakıdugın  burada bildi (150b) (…) aruz gene kakıdı beyregün sakalını berk tutdı beglere baktı gördü kimse gelmez (…) kılıcun tartub beyregün sag uylugın çaldı (…) begler hep taguldı her kişi atlu atına bindi (151a) Beyregi dahı bindürdiler ardına adem bindürüb kuçakladular kaçtılar (…) (151b) yigitlerüm aruz oglı basat gelmedin (…) agça görklümi aruz oglı basat gelüb almadın (…) kazan mana yetişsün menüm kanum aruza komasun agça yüzlü görklümi ogluna alı versün beyrek padişahlar padişahı hakka vasıl oldu bellü bilsün dedi (…) (152a) (152b) (…) kazan eydür maslahatdur tez cebe haneyi yükletsünler hep begler hep binsünler dedi. (…) gece gündüz demediler yortma oldı anlar dahı (…) kazana karşı geldiler (153a) alaylar baglandı koşunlar düzildi borular çalındu tavullar dögüldi aruz kazanun üzerine at saldı kazanı kılıçladı zerre kadar kesdürmedi öte geçdi nevbet kazana degdi (…) aruza bir gönder urdı gögsünden yalabıdak öte geçdi at üzerinden yere saldı karındaşı kara göneye işaret etdi  başın kes dedi kara göne atdan endi (153b) aruzun başın kesdi taş oguz begleri bunı görüb hep atdan endiler kazanun ayagına düşdiler suçların dilediler elin öpdiler kazan suçların bagışladı beyregün tayısından aldı aruzun evini çapdurdı elini günini yagmalatdı yigit yenil toyum oldu (…) dedem korkud gelüben şazılık çaldı gazi erenler başına geldügin eydi verdi kanı dedügüm yeg erenler/ dünya menüm deyenler/ ecel aldı yer gizledi/ fani dünya kime kaldı/ gelimli gedimli dünya/ son ucu ölümli dünya/ (…) yom vereyüm hanum (…) (154a) (…) ag alnunda beş kelime duz kıldık kabul olsun (…) hanum hey [.]

(Dede Korkut Oğuznameleri, s. 188-194, haz. S. Tezcan, H. Boeschoten 2001.)

PARÇA 2.

Ödül ve ödek

  1. 422

“…malısın” biçiminde bir etik yasa ortaya konunca, akla ilk gelen şudur: Ya yapmazsam? Oysa açık ki, alışılmış anlamda ödek ve ödül ile Etiğin bir alış-verişi olamaz. Öyleyse, bu sorunun bir eylemin sonuçlarıyla ilgisiz olması gerekir. –En azından, bu sonuçlar olaylar olamaz. Çünkü bu sorunun sorulmasında doğru bir şeyler olsa gerek yine de. Bir çeşit etik ödül ve etik ödek olmalı gerçi, ama bunlar eylemin kendisinde yatsa gerek.

     (Ve şu da açık ki, ödül hoş, ödek de nahoş birşey olmalı.)

(L. Wittgenstein, Tractatus, 159.)

PARÇA 3.

İstimalet (manipulation, “meylettirme, cezbetme, gönül alma, mevai’dle avutma. Ş. Sami, Kamus.) örnekleri ya da aşkın sayılan devletin temsilcileri  olan yöneticilerin bazı siyaset yapma araç ve yordamları

Örnek 1:

Selevkos döneminde, Baktriya’ya yerleşmek için gelenler oldu. Kralın emriyle mi, yoksa toprak verilerek ya da başka şeylerle özendirilerek mi evlerinden uzaklara gönderilmişlerdi? Herhalde ikisi de geçerli olmuştu; ama onların Selevkoslara karşı ayaklandıklarına ilişkin bir şey bilmiyoruz. Bu nedenle, daha çok, ödül almak için ve isteyerek geldiklerini varsayabiliriz. Kaynaklarda Selevkos yerleşmecilerine katoikoi denir, bağışlanan toprak (kleroi) karşılığında, istendiği zaman orduda hizmet etme yükümlülükleri vardır. (R. N. Frye, Orta Asya Mirası, s. 112.)

(…) Ahir [sonunda] zaman-i Sultan İbrahim Han evahirinde [son zamanlarında], Melek Ahmed Paşa Efendimizin ağalarından sabıka [eskiden] Türkmen Ağası Abaza Kara Hasan Ağa’ya hatt-i şerifler gidip, “Karahaydaroğlu’nun başı ya başın” diye istima’let emirleri [vaat buyrukları] gidip, kayd-i hayat ile [ölünceye dek] ba’de eda-yi hizmet [hizmeti yerine getirdikten sonra]Türkmen ağalığı ta’ahhüd olunup, Hasan Ağa dahi bir kadar şehbaz ve namdar [yürekli ve ünlü] iş erleri ve bağ ü dağ serverlerinin [önderlerinin], bahadır hünerverlerin [yiğit ustalarını] başına cem edip [toplayıp], bir gün söğütlü Dağı nam mahalde [yerde] Karahaydaroğlu’nu yataklandırıp, andan firar eder [oradan kaçar]. (…) Karahaydaroğlu yedi yüz adamıyla on bir derme ve çatma Anadolu askeri içine aç kurt koyuna girer gibi girip, askeri bozup kimin kırıp kimin azad edip ol mahalde Anadolu Valisi bir vezir-i danayı[bilgili veziri] kayd ü bend ile [bağlayıp]Karahaydaroğlu’nun önüne getirip “Irz-i padişahi [padişahın namusu] vardır” diye Karahaydaroğlu, Küçük Çavuş Paşa’yı atıyla ve donuyla ve birkaç yakın huddamıyla “Bir dahi hazretin sancağıyla üzerime gelme” diye and ü yemin verip azat eder. (…) Murtaza Paşa eydür: “Adam, gazan kutlu olsun… Hatta padişahım şimdi sana  Şam Eyaleti’n ihsan ettikte ‘göreyim seni bana Karahaydaroğlu’nu yolun üzre ele getirip huccac-i Müslüminin [İslam hacılarının] yolun emn ü iman edesin” diye emr ü ferman etmişti. Hamd-i Hüda ol vacibinin [öldürülmesi gerekli olanın] giriftar olmasına [yakalanmasına] seni muvaffak etmiş” dediklerinde Hasan Ağa da Karahaydaroğlu ile ceng ü cidal ve harb ü kıtal ettiklerin bir bir takrir eyleyip [söyleyip], Karahaydaroğlu’nun… şeca’at ve mehabet ve salabetlerin ve fenalıkların meth eyledi [övdü]. (…) Hasan Ağa’ya ve kırk nefer adamlarına hil’at-i fahireler, ihsan edip kayd-i hayat ile [yaşamı boyunca] hizmeti mukabelesinde [gördüğü iş karşılığında] Türkmen Ağalığı ihsan olunup…        

(Evliya Çelebi, Seyahatname, s. 186, 187, 190, 193, haz. M. Nihat Özön, Nijat Özön 2005.)

PARÇA 4.

Başka bir istimalet:

nevbahar anlara eyitdi kim bilmiş olun ki bu süheyl yemen sultanınun oglıdur benüm aşkıma mübtela olub çok gavga çekdi (…) imdi bu min bad bu şehzadeyi kendinüze şah beni anun hatunı bilün sizin hakkınuza benden yegdür dilaverdür  kabul kılun eger buraya kabil olmaz ise hiç hicab itmenüz togrı söylenüz her kimi diler isenüz anı eylenüz biz yemene gidelüm vilayetinüz size mübarek olsun didi bu sözü işidicek her biri agladılar ittifak ile  bir ugurdan didiler ki cümlemüz emründen yüz çevirmeyüz süheyli kabul iderüz yemene göndermeyüz çünki padişah ogludır biz dahı şah iderüz hidmet eylerüz didiler nevbahar sevindi her birine dualar idüb istimalet [asıl metinde ‘elif-sin-te- mim-elif-te’] virdi ol an süheyli yirine geçürdi heman selamlayup içeri girdi taşrada olan ayan u devlet ü erkanı saltanat el öpdiler hilatlar geydiler [.]

(Bekayi, Süheyl ü Nevbahar, s. 317, 318.)

PARÇA 5.

(Siyasi sözlük çalışması)

Yeni bir siyal sözlük, yalnızca yeni siyasal özneleri betimlemez, aynı zamanda onları konuşturmak zorundadır. Yeni bir siyasal sözlük oluşturmak için, zamanların, dillerin, pratiklerin bir tür olgunluk aşamasını, tarihin ontolojik örgüsünü temel almak gerekir. (…) Yeni bir siyasal sözlüğün temel terimleri nelerdir? Çokluk, maddi olmayan emek, Genel Zeka (General Intellect), farklılık, tekillik, ortak olan; ama aynı zamanda, imparatorluk, ulus, egemenlik, disiplin, denetim, savaş… Ve sonra: demokrasi ve komünizm.

(A. Negri, İmparatorluktaki Geçişler, s. 236, 237, Çeviri K. Atakay 2006.)

PARÇA 6.

(Yurt –yeri- ve gülmek:)

(…)

İnsan yaşadığı yere benzer/ O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer/ Suyunda yüzen balığa/ Toprağını biten çiçeğe/ Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine/ Konyanın beyaz/ Antebin kırmızı düzlüğüne benzer/ göğüne benzer ki gözyaşları mavidir/ Denizine benzer ki dalgalıdır bakışları/ Evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına/ Öylesine benzer ki/ Ve avlularına/ (Bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi)/ Ve sözlerine/ (…)/ Gülemiyorsun ya, gülmek/ Bir halk gülüyorsa gülmektir/ Ne kadar benziyoruz Türkiye’ye Ahmet Abi/ (…)

(Edip Cansever 1992, yerçekimli karanfil, s. 402.)

PARÇA 7.

7 A. Gezginliğin, göçebiliğin, göçmenliğin istemeden gösterdiği:

“Çok az kişi ilahi kozmopolitizm lütfuna –bütünüyle- haiz olmuştur ama herkes buna farklı derecelerde ulaşabilir. Bu bakımdan en kabiliyetliler, yalnız gezginlerdir…” (C. Baudelaire 1855, aktaran P. Bourdieo, Akd. Akl. Elş.)

(7 B.)

Benim Rusların peşinden Hıyva’ya geldiğim sırada [1873] Türkmenlerden 150.000 kadar nüfusun bu ülkede yerleşmiş olduklarını tespit etmiştim. Bunların büyük bir kısmı, bütün Türkmenler gibi bir yerde yerleşip kalmayı sevmediklerinden, şehirlerin dört duvarı arasında kapanmaktansa bozkırların hür havasını koklamayı tercih ettiklerinden göçebe yaşayan insanlardı. (…) Hıyva Türkmenlerinin 27.000 çadır halkı oldukları malumdur ve en kalabalık kabileyi Yamut Türkmenleri teşkil eder ki, Hıyva hanının teşviki ile Rusların harp tazminatına mahkum edip üzerlerine saldırdıkları da bu kabile idi. (…) Türkmenler, cesur ve kahraman insanlardı. Devamlı göç ederler. Dolaştıkları arazi genellikle şimalde ve garpta ‘Ceyhun’ nehri dolayları ile şarkta Afganistan, cenupta da İran hudutları civarındadır. Hazar Denizi sahillerinde dolaşanlar balık tutup geçinmeyi bildikleri gibi iç taraflarda yaşayanlar  da koyun sürüleri ile geçinirler. Hemen bütün Türkmen kabileleri kendilerine dokunulmadıkça zararsızdırlar.

Türkmenler ne siyasetten, ne hükümet lafından, ne de birisinin tahakkümünden anlamazlar ve hoşlanmazlar. Aralarında birisi başbuğluk iddia ederek ortaya çıksa onu, ibret-i müessire olsun diye tutup öldürürler. Bir kanun veya nizamları yoktur. Fakat tam bir demokrasi hakimdir. Hepsi çoğunluğun tutacağı yola bağlı olurlar. Her ne kadar kabilelerin birer reisi varsa da bunlar ancak çıkacak anlaşmazlıkları ve hukuki meseleleri hallederler. Kendi aralarında hiçbir mücadele olmamaktadır.

Hıyva ülkesindeki Türkmen kabileleri her ne kadar hanın hükümdarlığını tasdik etmişlerse de onun tahakküm ifade eden, kendilerini zora koşan emirlerini hiçbir zaman kale almamışlardır. Bilakis hanı kendi isteklerini yapmaya mecbur etmişlerdir… (s.299.)

Özbeklere vergi vermeye yanaşmamışlar ve zaman zaman savaşarak kan dökmekten çekinmeyip onlardan cebren vergi almaktan geri durmamışlardır… (s. 300.)

(…) göçebeler asırlardan beri her sene gidip geldikleri mahallerden ayrılmazlar, daima aynı yerlere giderlermiş. Bunların bir yerden diğer bir yere hareketleri o derece muntazammış ki, her mevsimde hangi kabilenin hangi yerde bulunacağını eski senelerdeki hareketlerinden anlamak mümkünmüş. (…) Ruslar, Kırgız kabilelerini hükümleri altına aldıklarında onları göçten men ettikleri halde başarılı olamayınca bu kararlarından vazgeçmişlerdir.” (s. 306.)

Tanıtma yazısını hazırlayan akademisyenin uyarısı:

Seyahatname yazarının burada verdiği bilgiler daha çok gördüğü ve duyduğu şeylere dayanmaktadır. Belgelere dayalı tarihi ve kültür yapısına ait kitapta bir şeye rastlamıyoruz. İyi niyetli olmakla beraber yazarın Türkmenlere ve diğer Türk boylarına bakışı ‘bir Batılının Kızılderililere bakışından’ farksızdır. Halbu ki Türkmenler Türk soyunun en büyük boylarından biridir. (s. 300.)” (H. Maegeman, Hive Seyahatnamesi ve Tarihi, çev. A. M. Sadullah –h.-1292/1876, son baskıyı haz. M. Nalbantoğlu 1970, tanıtma yazısı H. A. Yüksel (Erdem 34 içinde),1999.)

Visits: 50

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz