Bilgiden Kör Olunur mu? – Nurşin Altunay

1
4465

“Anlamak zaten neyi ifade eder ki? Mesele bilmektir. Bilmekse o durumu bizzat yaşamaktır, deneyimlemektir. Mültecileri anlayabilirim. Empati kurabilirim ama asla bir mülteci olmanın ne demek olduğunu bilemem. Birini anlamakla da örneklendirebilirim durumu aslında. Birini anlarım ama bilmek başka bir özgürlüktür. Hani bilirsiniz bir kişiyi. Gülüşünün manasını, aramamasının arkasında yatan durumu, neyi yapıp yapamayacağını. Birbirini bilmeyen insanlar krizlerde dağılır.”

Foucault Sarkacı’nı okurken o basit ama sırlı listenin peşinde oluşan bir sürü karmaşık olayın içinde ben de kaybolmuştum. En sonunda o sırlı, şifreli listenin bir alışveriş listesi olması bana çok çarpıcı gelmişti. Adamın yaşadığı şaşkınlık bence müthiş bir sondu. Zira benim de beynim onun gibi çalışmış, hiç acaba dememiş ve onun peşinden tüm macerayı yaşamıştım. Kitap benim zihnimde sayısız pencere açılmasına sebep oldu.

Sosyal bilimlerde bir sürü konu hakkında ahkâm kesilir ve hatta bu ahkâm bir gerçeklik haline getirilir. Sanki kesin bilgiymiş ve aksi olamazmış gibi bir hal oluşur. Mesela, Lascoux Mağara resimleriyle başlatılan sanat tarihinde bir sürü buna benzer mesele vardır. Derler ki eski insanlar mağara duvarlarına büyü amaçlı resimler çiziyorlardı. İnançların başlangıcı. Çünkü çok korkuyorlardı ve büyüye ihtiyaçları vardı. Büyü tanımımız bile muhtemelen problemli. Belki de onların büyü dedikleri şey evrende karşılığı olan bir şey, bir gerçek yapma gücüydü. Ama bunun olabilirliğine elbette inanmayız bu çağda. Mağaraya çizilmiş bir av sahnesi veya bir bizon resmi avlanmak istenen hayvanı ele geçirmek için yapılan bir büyüydü. Bunu nereden bilebiliriz ki? Yazılı bir kaynak veya tanıklık yok. Ama akıl yürütme ile böyle bir sonuca ulaşılmış. Bunu söyleyen alanında önemli bir şahsiyetse zaten üzerine bir tartışma yapılmaz ve bu net ve hatta tek gerçek olarak kabul edilir. Mağara resimleri hikâyesi aynen böyledir. Peki o kişi başka bir şey demiş olsaydı? Bir ara mağara resimlerinin sanıldığı amaçlarla değil de pornografik amaçlarla yapıldığına dair bir iddia okumuştum. Mesele hakkında ilk bilimsel açıklamayı yapan kişi böyle bir açıklama yapmış olsaydı şimdi sanat tarihi kitaplarında bu yazıyor olacaktı.

Güneş tutulmasından korkan tarih öncesi insanlardan söz edilir. Göbeklitepe de bir şeyler görmüştüm. Karşılıklı iki yarım çember ve aralarında onları bağlayan çizgiler. Bir de yarım daire tarafından kucaklanmış bir tam daire kabartması. O zaman “Acaba güneş tutulması onlar için korkutucu bir şey değil de şahane bir şey olabilir mi? Sonuçta benim düşüncem de mantıklı. Güneş ve dünya arasına ay giriyor ve onlar karşılıklı öylece bakışıyorlar. Tam kavuşma anı gibi. Dünya aradan çekilen bir ikinci sevgili gibi.. “ olamaz mı yani? Dünyanın arkada kalma durumu da gayet mantıklı şekilde açıklanabilir. Bunu yıllar yıllar önce çok ünlü bir ordinaryüs profesör olarak ben söyleseydim belki de güneş tutulması sırasında coşkulu ve hatta isterik şenlikler yapıldığına dair bir inancı dünya vatandaşlarına kodlayabilirdim.

Dönelim Eco’nun kitabına. Bilgi elbette muhteşem bir şeydir ve zihni özgürleştirir. Ama öyle bir eşiği vardır ki orada görünmez duvarlarla korkunç bir hapishane de oluşturabilir.

Birçok meseleyi anlamaya çalışmak için gösterilen çaba öyle yoğun olur ki orada tanımlamalar ve bağlantı kurmalar başlar. Bir şeyi olduğu gibi görebilmek yeteneği, bilgileri yoğun bir şekilde kullandığın noktada oluşan girdabın içinde kaybolur. Her şey saf bir düşünce ile o kağıda bakmak ve onun aslında bir alışveriş listesi olduğunu görebilmektir.

Sanırım modern insanın en büyük meselelerinden biri bu. Bir şeyin karşısında durup öylece bakamıyoruz. Oysa eskiler güzel bir rüyayı, bir aydınlanma anını bile dile getirmemeyi salık verirlerken biz her durumu analiz etmekle hem o kıymetli şeyi kaçırıyoruz hem de karmaşamızı çoğaltıyoruz. Sezgisel bilgiye pek itibar edilmiyor artık.

Seneler önce geleneksel Türk el sanatları ile ilgili bir yüksek lisans tezi yazarken, Foucault Sarkacı’nı okumuştum elbette, üzerinde çalıştığım motif tanımının ne kadar yüzeysel olduğunu ve sadece tarif etmeye dayandığını düşünmüştüm. Ben o motifi o şekilde çizmeye sebep olan aklı çok merak etmiştim. Dünyaya nasıl bakıyorlardı? O aklı kendi aklımda hissedebilmeyi de çok istemiştim. Anlamaya çalıştıkça uzayan bir koridor gibiydi durum. Sorulara yanıt vermek bana haddimi aşmak gibi geldi. Sorular yeni sorular getirdi ve bu uzayıp gitti. İçimde sezgisel olarak bir takım şeyleri hissediyordum. En azından şu an kuru tanımlamalardan daha fazla şey var içimde. Anlamak zaten neyi ifade eder ki? Mesele bilmektir. Bilmekse o durumu bizzat yaşamaktır, deneyimlemektir. Mültecileri anlayabilirim. Empati kurabilirim ama asla bir mülteci olmanın ne demek olduğunu bilemem. Birini anlamakla da örneklendirebilirim durumu aslında. Birini anlarım ama bilmek başka bir özgürlüktür. Hani bilirsiniz bir kişiyi. Gülüşünün manasını, aramamasının arkasında yatan durumu, neyi yapıp yapamayacağını. Birbirini bilmeyen insanlar krizlerde dağılır. Tarif etmesi zor olan mesele bunlara benziyor işte. Ben o motifi anlasam da bilemem. Onu yaratan aklı bilmem mümkün değil. Orda türlü sırlar var belki de. Belki de sadece basit bir çiçek yorumu. Bir çocuğun bir çiçeği yorumlayışı gibi. Her ikisi de olabilir ve biz işte tam da o arada kendimizi kaybediyoruz. Alışveriş listeleri ölümlere sebep oluyor. Bir minnacık motifle ilgili sayfalarca yazı yazılıyor. Bir durumu düz bir hatta oturtmadan, öncesini sonrasını tanımlamadan rahat edemiyoruz.  Mantık dizilerine ihtiyacımız var. Mantıksız bulduklarımızı masal ilan ediyoruz. Sonra dönüp “Her hikâyenin içinde bir gerçeklik vardır.” diye o hikâyedeki gerçeklikleri cımbızla çekiştirmeye ve bulmaya çalışıyoruz. Bir şiiri okurken sözcükleri olduğu gibi anlamayan biz, en inandığımızı söylediğimiz şeyleri mantığımızla yorumluyoruz.

Kısacası sosyal bilimlerde birçok konu yorumlanıp duruyor. (Sosyal bilimci sayılabileceğim için sadece kendi alanımla ilgili konuşuyorum.)  O her şeyi bilen ve açıklayan bilgiler çoğu zaman yanlış bir noktada takılıp kalıyor. Ruhu zaten göremiyor. Sezgilerle çalışmayan beyi,  ruhla zaten ilgilenmiyor. Meseleyi neden, niçin ve nasıl tanımına oturtup geçip gidiyor.  Bir inanç sisteminin içinde var değilsen, o inanç sisteminden çok uzağa düşmüş halde onunla ilgili ne yazabilirsin? Aslında zaten hiç yazmasan çok daha iyi. Hadi yazdın diyelim, mesafeni korusan bari, iddia etmesen, iyi olmaz mı?

Yıllar önce bir arkadaşım yaşadığı yerde kadınların gölden havalanan ejderhalar gördüklerine dair iddialarını anlatmıştı. Şimdi bunun mümkün olmayacağı gerçekliği ile yaklaşırsan meseleye sosyolojik, psikolojik bir araştırma koyabilirsin ortaya. Ama bu duruma koşulsuz inandığında o kadınları anlayabilirsin ve ejderhaları görebilirsin ve her şeyin mümkün olabileceğine inandığın vakit, belki de tam o vakit, perdeler çekilir önünden. Füruğ Ferruhzad gökyüzü ile arasına çekilen perdenin kendisinden gökyüzünü çaldığını söylemişti. O perdeler hep vardı. Artık daha çok var. O perde biziz ve beynimizi dolduran bilgimiz. Bilgi sesleri duymamızı ve gökyüzünü görmemizi engelliyor olamaz mı? Ya her şey çok basit ve çok safsa ve sadece içsel olarak bilinebiliyorsa?

Nurşin Altunay

Visits: 56

1 Yorum

  1. Sezgisel bilgiye itibar edilmiyor.. Bilgiden kör olunur mu?
    Hem keyif aldım, hem düşündüm, hem kafa salladım, hem de pozitif ayrımcılık yapıp “kadın işte! kadın anlatırsa böyle anlatır” dedim.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz