Temmuz 2008. Bugüne bir şey bulamadım verecek alıp koynuna koysun ve gitsin. Sözcükler sanki bulanık suların üzerinde gezinen, ıslak ve üzerindeki mürekkepleri akmış, yazıları silinmiş anlamsız kağıtlara benziyor. Bu suda erimekte olan batacak sözcükler birazdan zemin üzerinde sürüklenecek sonra birkaç kuğu gelip gagaları ile onlara dokunacak.
Ben bu işyerinin gece koridorunda yürüyemedim… bir an durdum, elimle yüzümü kapattım, durdum. Kimse yok gibiydi. Başımı kaldırdığımda bir kamera gördüm… geceleri ofisler ürkütücü, herkesin bıraktıkları ile dolu. Temizlikçi çocuk 20 yaşlarında ve gece vakti pür bir dikkatle hiçbir kesim çizgisini taşırmadan gazetelerin kuponlarını kesiyor. Kupon biriktiriyor. Onun gölgede kalan yüzünü arkama alıp önünden geçtiğimde merdivenlerden aşağı inecekken nedense seninle uzun konuşmamızın bir ucu ayağıma takılıyor, konu kaplumbağalar ve onların bize bir gece vakti sohbetinde getirdiği kahkahalar. Öyle gürültülü duydum ki gülümseyemedim bu sefer. Kaplumbağalar üzümleri çok seviyor, kaplumbağalar sevişiyor, kaplumbağalar uçuyor, kaplumbağaları ayırmak zor oluyor…
Beyaz florasan ışıkların altından geçiyorum ve karanlığın altına başımı sokuyorum. Yürüyorum. Sokaktaki telefonlar çalmıyor. Bütün gün içlerinde biriktirdikleri cümleleri susuyorlar. Havaalanlarında parlak büyük fayanslar ve renksiz anonslar var. Üzerime içindeki yangını üfleyen bir şehir var. Başka türlü bir eşitlik, adalet bizim bilmediğimiz bir yerde bizim olmadığımız yerlerde kendi hükmünü sürüyor olabilir mi? Bilmiyorum.
Zaman zaman keyifli olduğumu ama hala mutsuz olduğumu fark ediyorum. Bir sürü bakışı üzerimden yavaşça kaldırıyorum, görünmez oluyorum ve tüm kokusuyla, renkleriyle, sıcaklığıyla tanıklık ettiğim o koynundaki her şeyi üzerime boşaltmış olan günü hatırlıyorum. Bükreş’te bir pazar sabahının serin ve gri erken saatleri, ara taş sokaklardan birine büyük penceresiyle bağlanmış hala açık kalmış bir bar. Geceden sabaha taşınmış bir masada bir erkek ve bir kadın. Erkek bacaklarını zeminden kaldırmış, masanın altından bir köprü kurup barın sokağa bakan penceresine dayıyor. Barın içi sisli bir gece sanki hala. Kadın burnunu erkeğin boynuna dayamıştı ve başının geri kalan kısmını erkeğin çene, göğüs, baş ve omuzdan müteşekkil o güzel çukura yerleştirmişti.. Sarhoşlardı, akşamdan kalma… Keyifli ama mutsuzlardı. Ama iki kişilerdi. Tam varış noktasında hep geri dönüyorum. Varışlardan korkuyorum. Adım bu yüzden Ece, baştan ve sondan okunuşu bana aynı, o yüzden hep tekrar ediyorum, başa dönüyorum.
31 Ocak 2009
Views: 184