Site icon İtaatsiz

Devletleşme, Yöneticilerin Ortaya Çıkışı ve Deve Cemal Çetesi – 2 – Bayram Bey

Güçoluşu (siyaseti) kesen tarih inancı ve şeylerin tarihselliği

    İkincisi kavramlar sosyal, toplumsal/topluluksal, güçoluşsal (siyasal), hatta geçim bilgisi, altyapı ya da geçimlik üretimi alanlarında pek bir şey anlatmamaktadır. Örneğin Osmanlı tarihçileri devletin 1299 yılında kurulduğunu yazar. Bu ilgili çoğunluk tarafından benimsenir. Bir öğretim üyesi, görevlisi ya da konuya ilgişli (meraklı) biri  de bu tarihin 1302 olduğunu dayanaklarıyla ileri sürer. Burada temel sorun görünmeyen bir sorundur. Devlet nedir? Hangi kurumlar oluşursa devlet ortaya çıkmış sayılır? Devletin de bir yaşam süresi var mıdır? Devlet örgütleri kuruluş aşamasında nasıl işler? Devletin dini, düşüncesi, örgütlenişi (örgüt tarzı), yönetişi nasıl ve ne zaman oluşur? Devlet neye dayanır; neyin üzerine kurulur?.. Daha onlarca sorunun cevabı aranacakken “1299’da devlet kurulur.” Birileri de buna karşı başka bir zamanı öne sürer. Gerçek sorun nerededir, nasıldır, nedir? Yanıtlar oluşturma, sorunlar oluşturma ya da sorunsallaştırmalar soyut, ereksiz, yaşamdan ve gündeliklikten koptuğu için, başka deyişlerden biriyle söylersem sanallaşır (farazileşir). Yaşayışlara, yaşayış alanlarına, yaşayış ilişkilerine değmeyen, onları en azından katlanılır kılmayan doğaüstücü, aşkınlıkçı tartışmalar boşunadır. İnsanın ve ilişkilerinin oluşturduğu kendine yeterli kümeleşme ancak bu tartışmaların yanında gündeliği de sorunlaştırmalı, yanıtlamalıdır. Gündeliği de üretip çözmelidir. Gündelik yaşamı işletmeli, oluştan oluşa akıtmalıdır. Kesikli de olsa, kopuşlu da olsa gezegenin yaşamını durmadan oldurmalıdır.

Bütün bunların ereği (hedefi) soyutlamadaki her insanın kendine yetmesi, amacı (gayesi) ise somutluktaki ya da gerçeklikteki insan ilişkileri ağının ya da başka bir söyleme ile insan kümesinin gereksinimlerinin elbirliği, işbirliği, duygubirliği, yalnızca bunda geçerli olacak düşünce birliğiyle yardımlaşma, dayanışma ve öbeğin, topluluğun her kişisinin gereksindiği kadarın kotarılmasıdır. Bu yapılamadan insan tekinin kendi dışına açılabilmesi olanaksızdır. Bu düşüncenin kuruluşundaki sorun da hiçbir zaman ve yerde var olmamış insan tekidir, anamalcı bireydir, devlet düzeninde nesneleştirilen hukuksal bireydir… Devletli hukuk alanında topluluk ve toplum yoktur. Suç bireyseldir, ödek bireyseldir, ödül, karşılık, kazanç bireyseldir. Devlet uzlaştırılamaz düşünce, inanç, davranış, tutum ve edimler içindedir. Gereksindiğinde toplumu (var olmayanı, olamayacak olanı) özneleştirir, gerektiğinde görünmeyen suç örgütleri oluşturur. Oluşturduğu toplumdan destek yardım ister. Gereksindiğinde de bireyi (var olmayanı, olamayacak olanı) öne çıkarır. Aşkınlığın İnancını örgütlerken kendi yersel inancının dışında kalan inançları (aşkın, içkin, dışarılı inançları) yok etmeye çalışır. Öldürmeyi engelleyici kurumlar kurarken bir yandan da öldürme aygıtı örgütlerini geliştirir, etkili olmaları için onları sürekli donatır, yeniler. Uzlaşmaz çelişkileri içinde belli bir süre zor yoluyla var olabilen aygıtlar en azından bilgisine ulaşabildiğimiz yaşanmış zamanlardaki bütün bildik aygıtların zor altındaki Biraradalıkları dağılıvermiştir. Bu bilinen bir sonuç ya da toplumbilgisinin “olgu” kavramıdır. Devletin bilgi üretme aygıtlarının içtenlikli, çoğu zamanda da uyruk yönlendirici bir tavırla ürettiği bilgilerde devletin sürekliliği değişmez bir olgudur. Buna göre her son devlet aslında ilk devletin biçim değiştirmiş bir uzantısıdır. Elbet kargaşalıklı ve devlet kurumlarının etkisizleştiği, yok olduğu dönemler olabilmiştir. Bu durum onaylanmaz, benimsenmez. Tersine kesiklik, kopma ya da devletsiz bir dönem insanlığın tarihöncesinde ve tarihinde olabilemez bir şeydir…

     Oysa zamanda ve yerde şu anda usuma gelen onlarca devletsiz dönem olmuştur. Tarihöncesine ilişkin on binlerce yıl sürmüş zamanla ilgili varsayımları bir yana itersek, yakın tarihte Selçuklu toplulukları beş on kez devletsiz yaşamıştır. Örneğin Kut Almış oğlu/ Kutalmışoğlu Süleyman “şah” 1084’te öldükten sonra Rum’da Bizans ile  İran Selçuklu egemenliği sınırları dışında (egemenliğin olmadığı büyük bir bölgede) yurt tutan, göçebe ve kentli topluluklar bir devlete uyruk olmadan yıllarca yaşadılar. Devletsiz bir yaşamda var kaldılar, çoğaldılar, yaşamlarını günden güne ürettiler, bilgiden mallarına dek çok şeylerini artırarak oğullarına kızlarına, kandaşlarına bıraktılar.  1092 yılında İran Selçuklu sarayında eldelik tutulan Süleymanoğlu 1. Kılıçarslan’ın çok sonraları “Anadolu” diye adlandırılan ıssız (ıs-sız: kimsenin mülki olmamış) topraklara gelişi ve bir devlet egemenliği kurmaya uğraştığı yıllar da -1092 ile 1096 arası- obalar, oymaklar, soylar, boylar, boybirliği ve boybirlikleri için devletsiz, başıyok/başsız bir yaşayış içinde geçti. Bu değişik topluluklar içinde insan kişisi kendi ilişkileri, topluluk ağları içinde yaşadı, çoğaldı, bilgilendi, üretti, tüketti, paylaştı ve çaldı çığırdı…

     Yine hemen izleyen yıllarda 1. Kılıçarslan’ın İran Selçuklu ordusu tarafından Habur ırmağı kıyısında bir savaşta öldürülmesinden (1107) sonra, yine onun eldelik oğlu Melikşah tam iki yıl sonra – 1109’da- Malatya’ya geldi. Tahta oturtulmasına oturtuldu ya, –siz bunu 1. Kılıçarslan’ın üst yöneticilerinin düzenlediği simgesel bir eylem olarak anlayın. Çün devlet yok, taht yok, saray yok, uyruk yok!- bunun anlamı yalnızca geleceği kuracak bir tasarının törensel bir yerine getirilişiydi. Bu devletleşme niyeti, bu egemenlik kurma cançekmesi de Rumlu topluluklar için yine karışanı olmayan –el koyma, zorla alma, zorunlu armağan, gönüllü verginin olmadığı bir dönem-, bu yüzden toplulukların, boyların; ırk, din, dil ayrımını doğal saydıklarından, ayrıcalığı, ayrılığı ve egemenliği uslarına bile getiremeden yan yana, iç içe yaşadıkları, birbirlerinden kız alıp verdikleri, düğün dernekleri birlikte kutladıkları yıllar. Bu bölücü, parçalayıcı, yönetici ayrımların ayrımına varamadıkları yıllar. Bu dönemler toplulukların ve dolayısıyla topluluk içindeki insanın doğal durumunda bulunup çalıştığı, ürettiği, alıp sattığı, kendine yettiği ve artık ürünü olmayanlara pay ettiği yıllar. Doğal bir durum ki insanın yapıp etmeleriyle oluşmuş bir topluluk düzeninin doğallığı akışında. Selçuklularda daha nice böyle masalsı dönemler yaşandı. Germenlerde, Franklarda, Keltlerde, Japonlarda kısacası insan topluluğunun, topluluk birliklerinin olduğu her yerde devletsiz yıllar insanın/topluluğun gündelik geçimliklerde kendine yettiği; olursa eğer, artık ürünleri yakınlardaki topluluklara da paylaştırdığı, üleştirdiği, bölüştürdüğü yıllar.

Bircik de Osmanlı alanından bir duyumluk (haber), bir anlatım (rivayet) vereyim. Çoğumuzun bildiği Osmanoğlu “devletinin” ilk dağılışı sonrası yaşanan Devletsiz Dönem ya da “Fetret Devri”. Birinci Beyazıd (1. Muradoğlu) bugünkü Ankara/Esenboğa’da Timur’un komutanı Esenboğa ile Timurlenk’e yenilir (Topal Timur; bugünkü Özbekistan’ın 14. yy. son çeyreğindeki devletsiz döneminde çetesinin verdiği bir baskında bacağından yaralanmış ve topal kalmıştır: lenk). Sonra Timur 1402 güzünde Osmanlının dağıttığı, üstlerine egemenlik kurduğu bütün beylikleri eski topraklarına yerleştirir. Beylikler devlet düzenini dayatmaz topluluklara. Dayatamazlar da; çünkü bey ve beylik topluluklara dayanan bir örgütlenmedir. Başka bir deyişle ayrı ayrı toplulukları bir beylik toplumu sayan bir devlet, bir egemenlik, bir erk yoktur. Orada boylar özerk, boylarbirliği ise gerektiğinde işletilen bir örgütlenmedir. Atanmışlardan oluşmaz; tersine soy örgütlerinin, kandaş örgütlerin ya da söylencelere dayanan saymaca kandaş toplulukların beyleri ve toplulukların eli pusat (ya da silah) tutan kişilerin çağrı üzerine toplanması, güçbirliğine gitmesiyle işleyen bir boylarbirliği.  İşte Anadolu kimilerince 1402-1418 arası kimilerince 1402-1412 arası devletsiz kalmış ve 1. Beyazıd’ın oğullarının egemenlik dalaşında karındaşların birbirinin karnını deştiği, bu arada destekçi toplamak için topluluklara yer yer yağ çektiği, yerine göre baskı uyguladığı yıllarda bile topluluklar, soylar, boylar kendi yaşamlarını üretmiş, kendilerine yetmiş, düğün dernek kurmuş, derleşmiş, derlenmiş ve yeniden çoğalmışlardır. Varsayımsal bir çünkü, o devletsiz yıllarda en azından birçok boy soy “vergi ya da zorla algı”dan kurtulduklarından bolluk içinde pek çok varlıklarını paylaşmışlardır.

     Baskın yaşam biçimi göçebeliktir. Yaylalar ortak, sürüler nerdeyse eşit sayıda koyun keçi besleyen büyük ocakların (bir ocak bazen 30 kişiden oluşur ki, moğolcada buna oba denir) sorumluluğundadır. Sorumluluğu olan özerk ocakların tüm varlıkları kendi aralarında ortaktır. Hiçbir ocağın ötekine yaşamlık tüketim nesneleri için gereksinimi yoktur. Yaylalara göre sürüler beslenebilecekleri büyüklüğe dek ocaklar arasında birleştirilebilir. Sürülerin bakımı ocaklardan bir iki kişiye sırayla verilir. Kentler ise ağırlıklı olarak kent dışındaki tarlalarda bahçelerde, bağlarda yetiştirilen ürünlerle beslenmektedir. Her kentin el zanaatçıları belirli örgütlerde ortak çalışan insanlardan oluşur. Kent, daha uygunu bir kasaba (örneğin Aydın/Birgi, Beyşehir, Finike, Karaman birer beylik yerleşkesi olarak o dönemlerde bin ile üç bin kişinin yaşadığı küçük birer kasabadır) pazarı ve zanaatçılarıyla geniş bir bölgenin alışveriş yeri ve her türden gereksindiği nesneyi bulduğu, aldığı ya da mal ile malı değiştirdiği (takas ettiği) bir yerdir.

     Sözün kısası ancak toplulukta, birbirine erişilebilirlikte, iç içe sürdürülebilir bir yaşamı (dünün mahallesi, köyü, mahalleliliği, köylülüğü, ailesi, akraba ve hısım yerleşimleri, yardımlaşma ve dayanışmanın devlet kurumlarına karşın, onları karıştırmadan ya da onların karışamazlığında sürdürüldüğü bir yaşam uzamı –yer, dönem, tinsellik, duygudaşlık, ilişkili bir törellik- ve yüz yüzeliği olan bir uzamı) ilgilendiren her alanda Bütün sorulara karşılık verilebilse, bu yanıtların birbirleriyle tutarlılığı olabilse bile yine görünmeyen, usa gelmeyen sorunlar varkalacak, ortaya çıkacaktır. Bu yurtlarda (toplulukların yaşam yerlemleri) geçmişin Karamanoğulları, Germiyanoğulları gibi yapılar 1299’da Osmanoğulları’ndan daha geniş, kapsamlı devletsi bir yapı ve işleyişe sahipken, daha güçlü savaş örgütlerini toplayabiliyorlarken, üstelik Karamanlılar etkisiz kılıp dağıttıkları İlhanlı ve Selçuklu devlet yapılarının etki alanına, yakınına ya da zaman zaman (örn. 1277’de) içine yerleşmişken –hazır kurum ve yöneticileri, yönetme uygulayımları/ teknikleri, yönetim bilgisi, egemenlik altındaki toplulukların yönetilme alışkanlıkları varken…- neden devlet değillerdir?

     Osmanlıları devlet kılan ayrımlılık, tekillik toplumsal, güçoluşsal, geçimlikçi üretimsel, kısacası bütün devletli topluluk/toplum yapısının ayırıcı özelliği nedir? Buna bildiğim kadarıyla karşılaştırmalı da olsa bir yanıt verilemez. Tekilliklerin, oluş ve akışların ya da ayrımlılaşmaların özgünlüğü, bir kezcikliği konusu… Belki de Osmanlı tarihçilerin o yılında kurulmuş bir devlettir. Belki de Domaniç yaylarında bir cuma günü Osman Bey “tahta oturtulmuştur”.  İnandıkları ve öne sürdükleri gibi olsun!

     Ancak bizim derdimizse bambaşka. Birçok olaylaştırma, tarihlendirme, toplak kurma (sınıflama), genelleme, soyutlama, ilkeleştirme, ulamlı buyruklaştırma (Kantçı kategorik emperatif), yaygın bilinen gizli bir varsayımdır. Bu hem yaygın hem bilinen hem gizli varsayım hem de bilinen bir olgu olarak  sosyal bilgici, insan bilgici bilim tarafından sürekli yeniden kurgulanarak ve üretilerek doğaüstü bağlantılarla, yaklaşımlarla gerçekdışı bir hal alır ve Türkiye Cumhuriyeti Kara Kuvvetlerinin “2500 ‘den artık kuruluş yılı” kutlamalarına ya da Pehlevi hansoyunun (ya da hanedanının) “İran devletinin 2700. kuruluş” törenlerine temellik eder. İnandıklarından mı? Görünmek istedikleri gibi olsun!

“en iyinin izinde” yelikmeler (ya da yeldirmeler), aristocu varsayımsal erekçiliğin (telosçuluğun) gene de hoşluğu

     Üçüncüsü bu yazı  “en yeni olan”ın her durumda en iyi, güzel, gelişmiş, doğru, güçlü, uygun olduğuna inanmayan bir anadüşünceyi örtük ve açık savunacaktır. Bu savı belirginleştirmek için üstte sorduğum gibi soruları silikleştirmekten kaçınmaya çalışacaktır. Bunu da var olan kavramların zamanı ve yurdunu, kullanım alanlarını gözönüne alıp onları güncelleyerek yapabilir. Bazen de güçlü bir becerikliliğin bir görünüp birden yittiği andan bir yenileştirmeyi çekip o anın elinden alarak yürekli bir yeniden oluşturmayla (neoloji) yapabilir. Bunu yapamadığı yerlerde dili yamultarak, çekip sündürerek, bozarak ve ölçüp biçerek yeni kavramlar, tanımlıklar ve adlandırmalar türetecek. Antoni Negri’nin birçok yerde dediği gibi bir işleme, yeniden yaratma bu yaklaşım. Aynı zamanda bir çeviri ve daha fazlası:

Ancak söz almak sadece kişinin kendisini ifade etmesinden ibaret değildir ve konuşma özgürlüğünden çok daha fazlasıdır. Söz almak sözcüklerin kendisini dönüştürmek, onlara yeni anlamlar kazandırmak, toplumun yeni eylem ve davranış mantığıyla bağlantılı anlamlar vermektir. Söz almak aynı zamanda insanın kendisinden çıkması, yalnızlıktan kurtulması, diğerleriyle ve topluluk inşa etmesidir. Her iki şekliyle de söz almak bir tercüme sürecidir.

İlk anlamıyla söz almak politik dağarcığımızdaki önemli terimleri, sanki yabancı bir dil bugün yaşama ve hareket etme tarzımıza uygun olarak tercüme edilecekmiş gibi ele alır. Bazen bu yeni terimlerin icat edilmesini gerektirir ama çoğu kez varolan sözcükleri geri alıp onlara yeni bir önem kazandırmakla ilgilidir. (A. Negri ile M. Hardt, Meclis, ç. A. E. Pilgir 2019, s. 208)

     Burada belli kavramları dar içerikleriyle ya da yalnızca bir göndermesiyle kullanacağım. Şöyle ki, “Türkler” yerine “1921’de Çorum/Alaca Türkmenleri” gibi ayrım gösteren kendi özelinde (bizatihi, zaten) bilinen ve kullanılan kavramları kullanacak. Çünkü “Türkler” kavramı 1921’de pek çok kişiye pek bir şey anlatmaz ya da başka anlamları vardır (örn. alevi topluluklarda “türk” hanefi ve şafileri imler). Türklük ve Türk kavramı daha açıkça tanımlanmamıştır o yıllarda. Yer, zaman, durum, ilişki belirtilmezse anlam anlamagücü ya da anlağa dokunmaz bile. Gerçek ve gerçeklik birazcık da olsa ayrımlar ortaya konularak, çözümleme, ayrıştırma, açımlama yapılarak, açılanı bir araya toplayarak ancak bu gelgitlerle ortaya konma olanağına kavuşabilir. Genelleme, bir araya getirilemez parçaları yığarak yapılan birleştirmeler olsa olsa kurgulanmış gerçekleri örtüp silikleştiren “düşüninançsal/ideolojik” bilgilere hizmet eder. Düşüninanç yaşamı her yerinden, her yönünden kesen güçoluşların/siyasetlerin önde gelen bir aygıtıdır.

Bu yazıdaki uzak yakın değinilerde Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye yerlemlerinde devlet yöneticilerinin yetişme koşulları ve görevlerinde gösterdikleri uygulayış becerileri, özellikleri tarihin her dönemi için geçerli sayılan ulusçu değerler ve onların bengi yüceliği açısından değil dönemlerinin bakış açısıyla belirlenecek, açımlanacak.  Deneme sınırları içinde “toplumsal”, güçoluşçu ve geçimlik bilgileri ya da üretim alanlarındaki “olguları” kendi özgüllüklerine göre irdeleyecek. Ulusçu, uluslararasıcı –enternasyonal- temelli düşünceleri ortalıktan/ merkezlikten ve tüm zamanlılıktan kaydırıp ele alacak. İnsanların özgürlüğü, eşitliği, toplulukların özerkliği ve daha yaşanılır bir topluluk oluşturabilmeleri “muradı/ereği” her açımlamada öne çıkarılacak. Bütün bu sorunlar ve olacaksa çözüm savları, önermeleri kurgusal devletsiz bir oluş üstünden irdelenecek. Bu kurgu insan türünün tarihinde binlerce yıl süren küçük topluluk yaşayışı ve devletsiz kalış dönemlerindeki yaşayış anlatıları üzerinden örülecektir.

Visits: 51

Exit mobile version