Site icon İtaatsiz

Devletleşme, Yöneticilerin Ortaya Çıkışı ve Deve Cemal Çetesi (Bölüm 2) – 8 – Bayram Bey

Yargıyetkililiğin yöneticileri, baştanımazlar ya da başıbozuklar, yaşamı üretenler ve hep yeniden üretenler

Yazıcıoğlu anlatısının özetini verdiğimiz bu kesimi de içinde bulunulan koşullar gereği yargıyetkili, kurulu düzenin yöneticileri ve kısaca bunların yanında kurulu düzene karşı açıktan direnen odakları anlatıyor, gösteriyor. Anlatının bakış ortalığı ise dönemin yargıyetkilisi ve soyudur. Burada birkaç yerde sözcelenen, betimlenerek görünür kılınan, bunların oluşturduğu bilgide ortaya çıkan üretenler ve hep yeniden üretenlerdir. Elbette bu eksikli görünüş, anlatıştan dolayı Yazıcıoğlu’nu olumsuz eleştirmek ya da karalamak gülünç olur. Çün Ali Bey de o koşullarda bir yargıyetkilinin buyruğu altında, çevresinde ve ilişkisindedir. Yazma becerisini ve iznini ona kazandıran ve veren kurulu düzendir. Onun bu düzen içinde bu özel konumlanışı olmasaydı, elimizdeki anlatı oluşamayacaktı. Çün anlatının koşulları ile düzenin koşulları bir soyutlamalı, kurgusal bütünlüğün parçalarıdır. Bu devlet düzeni de değişe değişe, dönüşe dönüştürüle bugünkü çağdaşçı devletlere evrilecek, evriltilecektir. Burada vurgulamak istediğim bir devletin düzeni değil, devletler yıkıla kurula varoluşlarını sürdürürken çağlarının anlayışlarının koşulları gereği yeni devletlerle birlikte devletli düzenlerin varlığıdır. Şunu da belirterek buradan dönemin üretenlerini ve hep yeniden yeniden üretenlerini anlatımızda bulmaya çalışalım: Devletin, devletlerin yıkılışları, yeniden kuruluşları elbette kesintili ve kopuşludur. Aynı yerlemlerde ve aynı insan topluluklarına egemen olan bir aygıtlar, uygulayımlar, toplaşmalar, ortalıklaşma ve yoğunlaşma süreçleri de olsa bu önden sona bir süreç, bir süreğenlik dolayısıyla bir bengilik sayılamaz. Ancak bu bakış çok çağdaşçıl bir yaklaşımdır. Buna karşın Yazıcıoğlu Ali Bey bu konuda dönemin yaygın bakışının tersine, kesintileri, kopuşları da şöyle bir vurgular birkaç sözcük, tümce ve önermesiyle. Bunların içinden taşan sözceleri ve görünebilirlikleri, dolayısıyla bilgisi ve bu bilgiyi yer zaman erk ilişkileri, savaşımlar ve savaşlara iliştirerek bir anlatı kurması onun özgüllüğüdür. Bu açıdan o yazıcılığın saltık kurulu bir düzen aygıtı olması kalıplarını da parçalar. İşte 2. bölümün üstalıntısı (epigrafı) olarak yazdığım şu dilbilgisi tümcesinin içinde açıkta, dapdazlak duran sözce, görüntü, bilgi, erk çatışmaları, kuvvet ya da devinimlik ilişkileri tümceyi kırıp dökerek, yeri gelince sözcüğü çatlatarak söylediğim özellikleri, özgüllükleri içinde toplamış bulunuyor:  “Fil-cümle her zamanda bir tayife ki huruc idüp [ortaya çıkıp] padişah olupdururlar.” Bu görüş aşağıda Yazıcıoğlu’nun “çevirisini” yaptığı İbn Bibi’nin görüşüyle koşuttur. Bir yineleme olarak söylersem, çağla anlattığım süre yıla vurulmuş, belirli, değişmez bir süre değil, insan toplulukların içinde yaşadıkları koşulların olanca ayrımına karşın benzeştirilebilirliğinin ağır bastığı ayrı uzunluktaki dönemlerdir.  Elbet çağ derken de bir soyutlama, genelleme ve kurgu yaparız. Bu yüzden de İbn Bibi’den yaklaşık 130 yıl sonra yazan Yazıcıoğlu da benzeş içerikli bir tümce kurar. Çünkü yönetenlerin ve yönetilenlerin anlayışlarını değiştirecek yeterli koşullar bulunmamaktadır. Bu yüzden de o çağa yargıyetkillik çağı dedim ki, bu çağdaşçı yönetim ve yönetimsellikle oldukça ayrımlı bir durum. Elbet insan toplulukları açısından da bu benzeşlik ve ayrımlar geçerli. 

     Söylediklerimi bir yorumlama çabası olarak nitelemeyi önleyecek biricik de olsa bir etkeni belirterek dönmeyi söz verdiğim arayışa, insan topluluklarını, onların yaşamı durmadan günden güne üretişlerini, kurmalarını, yaratışlarını bulmaya geçeyim. Anlatının çağı, yazıcının çağı “her zamanda bir öbek insanın ortaya çıkıp yeterli bir kalkışmayla yargıyetkili olması”na inanmaz. Çünkü yargıyetkillik soy içinde Tanrı’nın bir bağışı  olarak birinden başkalarına geçer. Bir anlamda dönemin olayyazıcı anlatıları ağırlıkla yargıyetkillikli bir soyun kuruluşu anlatısıdır. Ve erki elinde tutan soy sonsuz olarak düşünülür. Çünkü yazıcı ya sarayın bir yöneticisi (dost, nedim, sırdaş, üst yönetici, hacib, atabeg) ya da bu görevi yazdıklarını erk aygıtına sunarak isteyen, içi çeken biridir. Bu yargıyetkili geçişleri, değişmeler, dönüşmeler yargıyetkili olanın yeteneklerine, erk yaratıcı deviniliğine (kuvvetine), gücüne, yönetme güçoluşuna göre değişse de anlatının döneminde bengi olarak kavranır. Çiftedeğerli bir inanç. Bu bengilik, bu seçilmişlik Tanrısaldır. Aşkın bir sonsuzlukta sonsuzca yaşayan bir soy payıdır ve soy içinde kuşaktan kuşağa devredilen bir kalıttır… Anlaşılabileceği gibi o çağdan Kant’a ve Kantçı çağ değiştiren, önceki çağları yıkan “sonluluk” düşüncesine daha çokyüzyıl vardır. İşte Yazıcıoğlu Ali bu anlayışlara karşın, yazdığı tümcenin kendisine zarar verebileceğini bile bile, “Fil-cümle her zamanda bir tayife ki huruc idüp [ortaya çıkıp] padişah olupdururlar” der. Bu deyiş de Tanrısal soyun yargıyetkillik payını ayaklanarak beceren, kapan “tayife”lere ya da öbeklere aktarır…

     Karahanlı devletini yıkan Karahıtaylar/ (onları yıkan) Moğollar döneminde olduğu gibi o çağın bakışınca bir soyun bengiliği anlayışı vardır. Bunun tersini düşünmenin koşulları yoktur. Bu koşullar ve bu koşulların sürdürülmesi ya da kalıcılığı (yargıyetkillikli düzenin bekası), el konulan varlıklılığın artırılarak büyütülmesi ve kutsal soyun gelecek üyelerine kalıt bırakılması devlet erkinin, devlet yöneticilerinin yetkesinin tek düşüncesi, tasarısı ve edimidir. Tersi bir düşünce, düşünüm, tasarı anlatımlaştırılamaz, anlatılamaz. Bu düşünceler, önermeler çıkını söylenemez olanın alanıdır. Tersi bir düşünü usa azıcık yakından geçse, tövbe çekerek o düşünüler kovulmalıdır. Üstelik böylesi bir çaba ya da eylem erk katında, erk katının katmanlarında söylenemez olandan önce düşünülemezdir de. Öncelikle baskın ve belirleyici olarak, bir belirlenmişlik içinde başka türlü düşünmenin koşulları yoktur. Kurulu bir düzen içindeyken onun belirlemesi altında ya da belirlenenlerin/yönetilenlerin, yönlendirilenlerin bu belirlenmişlik içinden çıkıp bir “dışarıdalığı” düşünmeleri hiç de kolay değildir kuşkusuz. Ve kuşkusuz bu dışarıdalık konumunun koşulu da en azından imgelemde düzenin dışına çıkabilmeyi önvarsayar. Söylemlerin birçok sınırlayıcıları vardır. Bu yüzden düşüncenin, tasarlamanın, onu anlatabilmenin, gösterebilmenin, kısaca bilginin sınırlandırılış aygıtlarından konuşuruz. Foucault’ya bakarsak bu sınırlandırıcılar üç alanda, üç aygıtla işler: “kurucu özne felsefesi, ilk deneyim felsefesi ve evrensel arabuluculuk felsefesi” içinde yazı, okuma, değiş-tokuş oyunlarıyla söylem gerçekliği içinde onu anlamlandıran şeyin buyruğuna bırakarak kendi kendini geçersiz kılar. İşleyiş yani söylemin yok edilişi ya da söylemin kendini geçersizleştirmesi şöyle çalışır:

… söylemin bu apaçık yüceltilişinin, bu apaçık logofilinin [söz, bilgi sevgisi?] altında, bir çeşit endişe gizleniyor. Her şey, sanki yasaklar, engeller, eşikler ve sınırlar, en azından kısmen, söylemin büyük üreyişi dizginlenmiş olsun diye, içerdiği zenginlik en tehlikeli bölümlerinden boşaltılmış olsun ve de düzensizliği en denetlenemeyecek olanları savuşturan figürlere uygun biçimde düzenlenmiş olsun diye cereyan ediyor; her şey sanki düşüncenin ve dilin oyunları arasında fışkırışının işaretlerine varıncaya dek, her şeyi silmek istemişlercesine cereyan ediyor. Hiç kuşkusuz bizim toplumumuzda, ve sanırım bütün ötekilerde de, ancak farklı bir profil ve vurgulamalarla, derin bir logofobi [söz, bilgi korkusu?], bu olagelişlere karşı, bütün o ifadelerin ortaya çıkıvermesine karşı, şiddetli kesikli, kavgacı, aynı zamanda da düzensiz ve tehlikeli ne olabilirse onlara karşı, söylemin o kesintisiz ve düzensiz büyük uğultusuna karşı bir çeşit sağır endişe var. (Foucault, Söylemin Düzeni, s. 49, 50, ç. T. Ilgaz 1987)      

     Bunlara koşut o çağın düşüncesini ya da çağ düşüncesinin bir yönetim katmanındakiler için geçerli olan bir türevini Yazıcıoğlu anlatısında M. Muzaffer beye söyletir. Gerçi Yazıcıoğlu’nun Muzaffer’e söylettikleri, dönemin yüce değeri us ve onun önemli parçası olan edimci us “kurnaz tilki hah hah ha” makamındadır. Sözce ne denli “yedi iklim dört köşeye” yayılsa da bize yargıyetkilinin erkini, yetkesini, gücünü, güçoluşsal edimlerini, türe (adalet) ve tüzesini (hukuk) de görünür kılar:

[Gazan Han] “ Ne yirün begligin istersin, takririn yazsunlar.” [dedi.] M. Muzaffer eyitdi “Her kişi beglik ve mansıb ve mertebeyi kendü asıl nesebe göre istemek gerekdür. İrte bir gün yine elümden alınacak büyük beglik eksügüm degüldür.”

     İkincilikle düşünme gücünün böylesi bir düşünceyi ürettiğinde onu anlatabilme düzeneğinin üzerinde “öldürür” yaftası/uyarısı asılıdır. (Böyle bir şey düşünülürse, ki olanaklıdır, düşünen kişi saltık baş sallatıcı bir ürpermeye tutulur. İbni Sina’nın saraydan saraya kaçarak kellesini kurtarma çabası 11. yüzyılda böylesi Aristocu bir düşünmenin ve o düşünüleri yazmasının düz ya da tekten sonucudur…) Yaygın olarak yazıcıların, yazıcı bilgidostlarının/bilgelerin/filozofların/, bilgidostu yöneticiler, saray bakıcısı ve saray sağaltıcılarının, örneğin Yusuf Hashacib’in anlatısında “Öğdülmüş’ün hükümdara cevabı”nda –ki karşılıklı konuşma yargıyetkili ile  yönetimbaşının/vezirin konuşmasıdır- şöyle yazar (ikililerin –beyit- başındaki sayılar, Kutadgu… daki ikililerin sıra sayılarıdır):

1934: Tanrı kimi bey olarak yaratmak isterse, ona önce münasip tavır ve hareket ile akıl ve kol kanat verir./ 1935: Bu beylik işi beylerin işidir; beylerin işini bey olan kimse bilir./ 1936:  Bu işi hükümdar benden daha iyi bilir; babası bey idi, kendisi de beydir. (Has Hacib, agy. s. 147.)

Yargıyetkililik düzeninin amacı ise Y. Hashacib’in anlatısında “hükümdarın (yargıyetkilinin)” ağzından şöyle sorunlaştırılır ve sorulaştırılarak Öğdülmüş’e sorulur:

1924: Beyin nasıl olması gerek ki, o bunların [Tanrı’nın yarattığı insanoğulları ve kızlarının] başına geçsin, işini görsün, nam ve şöhreti dünyaya yayılsın./ 1925: Memleketi düzene girsin, halk zenginleşsin, göçtüğü zaman da, iyi nam bıraksın./ 1926: Gümüş ve sırmalar ile hazinesi dolsun; düşmanı boyun eğsin ve kargaşalık ortadan kalksın./ 1927: Asker toplansın, kudretli bir ele sahip olsun, yeter bilgi ile memleketi idare etsin./… 1929: Huzur içinde ömür sürsün, uzun zaman hükümran olsun; bütün canlar feda olsun, tek o yaşasın. (Has Hacib, agy. s. 146.)

     Yazıcıoğlu anlatısının sözcelerinin içinde sözcüklerin, tümcelerin, önermelerin dışarısında topluluklar uğuldayıp durur. Yazıcıoğlu dönemine uyarak, dönemin olayyazıcılığında (arab. vaka=olay, fars. nüvişten: yazmak> osm. vakanüvis?) anlatının nesnesi olan hanları, sultanları, onların yakın çevresindeki yöneticileri, devletin başka aygıtlarındaki düşük katlı yöneticileri anlatır, gösterir, onları konu eder. Aslında topluluklar ya da sonraki bir kavramla belirsizlik içindeki “halk< ahali< avam< teb’a…” katına pek inmez. Özelinde topluluklar düzeyinde dolaşıma girmiş anlatılarda da konu saraydır. Saraydakilerin, konaklardakilerin, korunaklı içkalelerde ya da kale içinde kalelerde yaşayan yönetici beylerin dışında bir öykü konusu topluluklar içinde de ilginç bulunup anlatılmaz. (N’apsınlar yani, sıradan daraltılmış ve güçlüklerle dolu kendi çekilmez yaşamlarını bir de öykü dinleyicisi olarak mı yaşasınlar?) Sözlü anlatılardan beklenilen ağır bir yaşamdan bir türlü kurtulamayanlara hiç olmazsa imgelemlerinde canlandırabilecekleri denli bir uzaklıkta (çok aralı olmayan bir ıraklıkta) bulunan bir yaşamın anlatısıdır. Topluluktan insanlar kendilerine şunu soramazlar hiç; peki bunlardan bize ne? Bu anlatıların yaygınlığı dinleyen insanları yoksulluktan çekip özenilecek bir yaşama, bu dünyada var olduğunu kestirebildikleri bir yaşama götürür. Erklilerin çevresinde üretilen bu anlatıların sayısız işlevinden biri saraya (yargıyetkilinin evi ve yönetenlerin toplanma katlarının olduğu çok örgütlü bir yapı: Rum Selçuklularında bargah ile dergah, Moğollarda ordugah) özendirmek; sarayı (kat ve katmanları ve işlevleriyle) içe sindirtmektir. Bengi Tanrısal bir düzenin yeryüzünde Tanrı tarafından onun örnekçecilerine verilişi. İbn Bibi’nin kendisinden önceki bir anlayışla, söyleyişle ve kendisinden sonraki yazıcıların da durmadan yineledikleri gibi:

“Ülkenin sahipsiz, cihanın sultansız, şehrin yöneticisiz, tahtın padişahsız kalacağı günler yakındır. Padişahlar hakkında, ‘onlar olmasaydı nizam bozulurdu, seçkin ve sıradan kişiler bir olurdu. Saçmalıklar üstün gelir, bozukluk her yere hakim olurdu’ sözü söylenmiştir. Gerçekten de dünyanın yaratılışından insan neslinin tükeneceği zamana kadar, Şiir: ‘biri gider yerine diğeri gelir. Dünyayı yöneticisiz bırakmazlar” kuralı doğuda ve batıda geçerli olarak kalacaktır. Dünya durdukça gece ve gündüz birbirini takip ettikçe bu kuralda bir değişiklik olmayacaktır.” (Selçukname, ç. M. Öztürk, s. 35.)

     Çağa göre bu tartışılacak bir şey değildir. Bu ayrımı koyan yaratıcıysa bunu kim sorgulayabilir ki! Ayrıca mal ıssı malını istediğine verir; bundan dinleyenlere ne ola ki! Bu anlatıların başka bir işlevi de, ola ki çok ender de olsa, baskın anlayışa aykırı da olsa “göz gerçekliği (göz hakkı)” isteğinde bulunan insanları ortaya çıkarmasıdır. Yani aşkın düzen ve yeryüzündeki örnekçeleri sorgulanır, ardından sorgulanmakla kalmaz onu topallatacak direnenler çıkar ortaya. Anlatıların keskinleştirdiği imgeleme gücü, eşzamanlı olarak şeyler ve sözcükler arasında bir oranlama, orantı kurma gücüdür de. “Biri yer, biri bakar…”lı tümceler, önermeler kurulur olur böylece. İmgeleme, iççekmesi (arzu), isteme bir devinilik üretir; bir güç, bir güçoluş, erişmelikler, amaçyollar… bunlar yaşamın her alanında ayrıkotu gibi her yöne sarar, yayılır, her yeri kaplar. Bunlar eski yaşamın içindeyken yeni bir yaşamın kurucu devinilik ve güçleridir. 

     Böylesi bir yaklaşımla Yazıcıoğlu’nun anlatısında üzerinde “doğrudan” bir şey söylenmeyen toplulukların sesi, görüntüsü, bilgisi, direnişleri ki onların devindiricileridir, yazıcının erişmeliğine, bilincine karşın ortalığa dağılır. “Karluk boyı Türklerü” vardır bir yerlerde. “Şehirlerün ve etrafun bazirganları ve yolcıları” vardır. Gerçi bunlar yalnızca saraya çalışırlar gibi söylenir, gösterilir. Ama açıkta olan anlam ışık çakması hızında kentleri, toplulukları, ülkeleri dolaştırır bu “bezirganlara, yolculara”. “Ta haddi ki bir vaktin Horasan’un Bu Said Han’a malı gelür”dir. (Said Han, o zamanda Horasan beyidir. Sonra Han olan bir Moğol soyludur; Ebu Said.) Horasandan devşirilen malları üretenler, yapanlar; dokuyan, nakışlayan, kuyumlayan, bezeyen ve oyalayanlar olacak ki bu alışveriş bir biçimde yürüsün ya da el konularak ya da satın alınarak Horasan’dan Sultaniye’deki “ordugaha”, Konya’daki “bargah (sultan konutu) ile dergaha (yönetim yerleşkesi)” ve başka illerin yönetici beylerine, onların saraycıklarına, konaklarına gönderilebilsin. Türlü meyveler, türlü yemişler üretilir o topluluklar tarafından. “Semnan ve Horasan etrafından gayet eyü süçiler[alkollü içecekler] ve Mazindaran’dan narinc ve turunc ve anar [nar] ve isfahan’dan elma gelür”. Alverciler mal alırlar, mal satarlar o zamanlar İslam iklimlerinde (bölgelerinde) bulunan kentten kente. Topluluktan topluluğa kervanlar (<karavanlar) kaldırır. “Gayet eyü süçiler” bile yükletlerde (develerde) yüklüdür. Bu bilgiler doğrudan doğruya üretenlerin, yapanların, ürünleri saklayanların,  alıp satanların, taşıyanların gerçekliğini söylemez, göstermez mi? Söylerken görünenin ışığı, o ışıkta görünebilenlerden çıkan söylenebilirlerin onlarla kapışmalarına, o kapmacaların bilgisine, o bilginin erkine, o erkin devindiricilerinin çekişmelerini ortaya saçmaz mı hiç!

Views: 55

Exit mobile version