Anlatının apaçıkta var olan toplulukları anlatının olmadık yerinde sözcelerin, görünürlerin karşılıklı kapışmalarından biçimlenmiş bir toplaşma oluşturur. “Cümle hırsuz ve haramiler dutılup helak olmış”tur ama onlar da bir toplaşmanın içinde tekilliklerin yan yanalığında ya da komşuluklarındaki devindiricilerdir. Bir tekillikten diğerine, bir tekilliğin anından, süresinden, zamanından başka zamana akıp gider, taşıp gelir. Göz kamaştıran bir balkıma, çakma, ışık oluşudur bu. Bir çaprazlıkta olan, asla dikey ya da yan yana dizilişlikte olmayan bir gelgitte devindiricilerin bağlarıdır ya da ilişkileridir ki çokluğu, bu yaşam üreticisi, yapıcısı topluluklar çokluğunu ortaya çıkarır. Çoğalır çokluk, yayılır, bükülür, kıvrılır, katlanır… “helak olmış”luk yeni bir oluşun Beckettçi anlatımıdır sanki. “Bir kere daha yenilerek”, bir kere daha dağılarak ve bir kere daha toplaşarak yeni bir varoluş kazanmak. Ya da Nazım Hikmet’in Bedreddin Destanın’ndaki söyleyişiyle:
“-Madem ki bu kerre mağlubuz/ netsek, neylesek zait./ Gayri uzatman sözü./ Madem ki fetva bize aid/ verin ki basak bağrına mührümüzü..” (Şeyh Bedreddin Destanı, Şiirler 2, s. 257, Yky2002.)
Onların, konuşanların, görünür olanların devinilikleri, güçleri anlatının bir yerinde Muzaffer beyin yönetici usunun bir yönü ve gereği olarak söylenir. Sözcelemin öznesi Yazıcıoğlu’dur ama onun ereklediği yöneticilerin tilkiliğinden ya da edimci usundan başka bir anlam küt diye dinleyene okuyana vurur. Konuşulmuştur, konuşuluyordur, konuşulacaktır. Bu uğultu karşısında sözcelem öznelerinin yeri deprenir, sallanır. Uğultular arasından zamanı yaratanlar, onlar, “üçüncü tekil ile üçüncü çoğul kişi olmayan” adsızlar ve onların erki dışlarındaki bütün erkleri belirler. Onlar erk ilişkilerinde o anlık belirlenen de olsalar, kendilerinden yana kullanmadıkları devinilikleri ya da devlet aygıtları tarafından kapılan bu edimleşme gücü, gerçeklenmeye (hakka) erişme ve gerçekleşme deviniliği orada bir yerdedir. Herkes bu dağılımda ona toslar, ona dayanarak yeni bir konum kapmaya çalışır ve de zaman zaman ondan yardım dilenir. Utkulu Muzaffer, Deve Cemal’i kandırmaya çalışırken şöyle söyler:
“Eydeler ki ‘Şunun gibi bahadur yigitleri esirgemeyüp ve özü göyinmeyüp [için için yanmayıp] iletdi, helak itdürdi.’ Ve eger iletmeyüp koyı-virürsevüz malımuz dahı yok ki bu iklimi terk idüp varavuz, Hindüstan iline gidevüz.” didi.
Varoluş gerekçesi Cemal’i yakalamak olan, o varoluş gerekçesini benimseyip büyük bir iççekmesiyle ona kavuşan Muzaffer, tilkilikle de olsa Cemal’e yalvarmaktadır. Cemal’in de Muzaffer’in de kulak vermek zorunda oldukları biri konuşuyordur. Bunu ikisi de eşzamanlı duydukları, bu konuşmayı edimselleştirmek zorunda olduklarını bilen her ikisinin de uymak zorunda oldukları kimdir o? Konuşanın her iki konumlanışa da buyurduğu yiğitlik töresi de nesidir? Buna uyulmazsa ne olacaktır ki? “Eydeler ki” sözcüğü ne denli sıradan duruyor? Hayır. Bugünkü deyişle “diyeler ki/derler ki, diyecekler ki” anlamındaki sözcük parçalanıp unufak olup onları, konuşanları, konuşuluyoru, onun uzdüşünümünü (etikini), olması gereken uzinancını (ahlak, moral), uyulması gerekenleri, edimleşmeleri, bilgi bilgisini… birbirine ekleyerek çoğalıyor. Konuşan onlardır, konuşulan ya da söylenebilir olan onların, çoklukların edebilme deviniliğine, gücüne ilişkindir. Bu yaratma, üretme, yapıp etmeler ise bir sonluluk içindeki bengilikten ya da Nietzscheci bengi dönüşten başka bir özellikler, öznellikler, tekillikler yumağı değildir. Buna inandığı, bunun insanlarından biri olduğu için varsın Cemal de Muzaffer olacakların bu erişmelikçi söylemine inansın. Çünkü bu uzdüşünümü yönetilenlerin, onların içinde açık gizli boyun eğdirici aygıtlara direnenlerin iyeliğinde örnekçelenir.
Dönemin yönetenlerinin ise asla bir uzdüşünümü, herhangi bir uzinancı (ahlak), uydukları herhangi bir dinsel uzinancı olmamıştır. Hem de dinsel uzinancı dedim (büyük genelleme?). Eğer olsaydı, Muzaffer olacağın ilk sözü, ilk eylemi bunun üzerinden, inançtan olurdu. Beklenen eylem kılıç çalmak ya da can bağışlamak ki yargıyetkilliğin birinci yasasıdır. Çünkü Muzaffer’in, yargıyetkilinin, yöneticilerin inandığı “kitap” andlaşmayı, yemini, sözü bozmanın anlamını birçok yerde açıklıyor. Çün bunu önemle uyulması zorunlu (farz) bir ilke, buyruk sayıyor. Bu yüzden de inananları buyrulana uymaları için ilkeyi sık sık (Ahzab, Araf, Bakara, Enfal, İsra, Maide, Tevbe, Rad surelerinde çeşitli ayetlerde) anımsatıyor:
Antlaşma yaptığınız zaman, Allah’ın ahdini yerine getirin ve Allah’ı üzerinize şahit tutarak, pekiştirdikten sonra yeminleri bozmayın. (…) (Nahl 91). … Onlar ne sizdendirler ne onlardan. Bilerek yalan yere yemin ediyorlar. (Mücadele 14). Onlar yeminlerini kalkan yapıp Allah’ın yolundan alıkoydular. Bu yüzden onlara küçük düşürücü bir azap vardır (Mücadele 16). … onlar da dünyada size yemin ettikleri gibi, O’na yemin edeceklerdir. Kendilerinin bir şey (hakikat) üzerinde olduklarını sanırlar. İyi bilin ki onlar gerçekten yalancıdırlar (Mücadele 18). Muhakkak ki sana biat edenler ancak Allah’a biat etmektedirler. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah ile olan ahdine vefa gösterirse Allah ona büyük bir mükafat verecektir. (Fetih 10). … (Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali, haz. A. Özek ve kurul üyeleri)
Çünkü Muzaffer’den önce de devletli yöneticiler binlerce kez andlarında, yeminlerinde, söz(leşmele)rinde durmamışlardır. Elbette inandıklarını söyledikleri kitabı, onun buyruklarını bu dönemdeki insanlardan (yargıyetkillik) koşulları gereği daha iyi bilmektedirler. Çünkü Din, devlettir, devlet aygıtlarında yönetici olanların yönetme yetkilerini aldıkları kurumdur. Yönetici “insanlar, yöneticilerinin dinindendirler”. Ancak yemin bozma bir yönetme uygulayımı ve geleneğidir. Kurnazlık, usçuluk (kılgıcı, faydacı usun eylemi olarak) dinin bir gereği sayılır. Özellikle en başta din kurumunun yönetici insanları buna inanmaktadır. Örneğin yine 1300’lerin ilk yıllarını anlatan olayanlatıcı bir yazmada dönemin üst düzey yöneticisi Emir Mücireddin Şah (İlhanlı Rum’unda yönetici, öldürülme: 1301) söz, sözleşme, yemin ya da ant konusunda üst düzeyde bulunan din adamlarına danışır:
(Mücireddin) Aksaray’ın imamları ve şeyhleriyle görüş alış verişinde bulundu. “İstihareye yatan mahrum kalmaz, istişare eden (danışan) pişman olmaz” sözüne uyarak istişare ve istihareye başvurdu. Bunun sonucunda onları asker gücüyle o müstahkem yerlerden çıkarmanın zor olacağı; oralara gidecek askerin başka yerlerin yıkımına sebep olacağı düşüncesine vardı ve “Eğer ben yemin (sogend) edip onlarla anlaşma yapınca onlar ele geçerse, onların kökünü kazımak konusunda anlaşmayı bozarsam, bu fitne ateşinin söndürülmesi olayı karşısında anlaşmayı ve yemini bozmak uğursuzluk getirir mi, getirmez mi?” diye sorunca (imamlar ve şeyhler) hep birden delil göstererek, O (ahdi ve yemini) bozmanın cevabı, kıyamet gününde İlahi huzurda bizim boynumuza olsun” dediler. … (Mücireddin) iki kardeş ile yanında bulunan adamlarından kim varsa hepsini öldürttü. Müslümanların kanıyla biriktirdikleri mallarını hazineye aldı. Vilayet halkı onların baskı ve zulmünden kurtuldu. O, o yüzden hem dünya menfaati, hem de ahiret sevabı kazandı. (Aksarayi, Müsameretü’l Ahbar, ç. M. öztürk, s. 205)
Muzaffer’in konumlanışının, katının sesi asalıklıktan, el koymaktan, kapıp durmaktan, can almaktan dolayı kesilmiştir. Onların inandırmak istediği yeminler hangi uzdüşünüme, hangi uzinanca, hangi dinsel uzinanca sığar? Muzaffer ant içer: “[Cemal:] Pehlevan sözine turursa ben pehlevan içün mal bulayım.” didi. Bu hile-y-ile M. Muzaffer and içdi …” Anlatıyı özetlerken bir erki, yazıcı erkini benimseyip kullanarak değil, kısaltmak, okunurlaştırmak için makasladığım kesimde Muzaffer bey Tanrı adını anar: “… Muzaffer and içdi ve eyitdi ki ‘Vallahi ve billahi ve tallahi ki eyman-i mugallazadur, sözüme dururam.” didi… [s. 917]” Peki “eyman-i mugallaza” ya da yağı bile olsa ettiği “büyük yemin”, Tanrı’nın adını üç kere değiştirerek anarak verilen yeminden sonra, o koşullarda karşıt konumlanmış ikilikte yer alan, güçlü ve daha devinilikli olan Muzaffer bey, varsa eğer hangi dinsel uzinanca uyarak “peyniri kaptıktan sonra” sevinç ve gururla Cemal’in başını kesmiştir? Yöneticilerin böyle bir uzinancı var mıdır? Var görüntüsü verilir. Bu bir “hava vermedir”. Bir varmışlık gösterisidir. Sanallıktır. Kurnazca bir kurgudur.
Şahenşah’ı halifelikle sultanlığın kesişen yörüngelerinin içine yerleştiren bir dizi sıfatla devam etmekte, hükümdara, sadece adil ve cömert bir idareci değil, aynı zamanda korunmaya ihtiyaç duyan insanlığın kurtarıcısı görevini de üstlendiği bir meşruiyet havası vermektedir: ‘Umdetu’l-hilafe’izzu’l-muluk ve’s-selatin melce’ü’d-du’afa’ Ve’l-mesakin Ebü’l-eytam ve’l –mazlumin el-mütenassif mine’z-zalimin [Pancaroğlu. s. 45: … halifeliğin destekçisi, hükümdar ve sultanların ihtişamı, zayıfların ve yoksulların sığınağı, yetimlerin ve ezilenlerin babası, zalimlere karşı adaletin uygulayıcısı…] (And. Selç. içinde, Pancaroğlu, s. 52)
Devlet düzeninin sürdürülmesinin ve sürdürücülerinin uyacakları işleyen ve geçerli uzinançsal bir buyruk yoktur. Bu yüzden yargıyetkillik çağında kesilen başlardan tepe gibi yığınlar oluşturulur. Bu yüzden çağdaşcı uygarlıkta bir ülkede yaşayanları toptan yok etmeye değişen yeni bir anlayışla Hiroşima, Nagazaki gibi kentler acunsal yönelimli bir erki ellerinde tutanlar gerekli görünce birkaç bölgenin, bir ülkenin otuna, ağacına, arısına, kelebeğine dek geleceği de yok edilir. Bu mudur eski düzenlerin kişilere yönelmiş kıyımlarla, çağdaşçı düzenlerin sınırlanmış bir toprakta topluluklar tümlüğünü yok etmeyi amaçlayan kırımlarla kurduğunu ileri sürdüğü bengi barış!
Muzafferler var kalıp hep var olan uzdüşünümü izliyormuş gibi ona öykünürken bir yandan da kendi yanacaklık yığınlarına yakacak taşırlar. İbrahim olanlar elbet her ateşten çıkar; Nemrudlarsa her an o ateşlerde yanıp kavrulur. Konuşuyor olanların uğultusu öykünmeci Muzaffer’i bir direnişçi önderi salıverip kellesini kurtarmak için Hind’e kaçmayı buyurur. Bunu öykünmeci bir biçemle kendi özelinde kendine söyler Muzaffer. Cemal, Muzaffer’e değil, kendi uzdüşünümüne, kendi uzinancına, kendi bilgioluşculuğuna kendi yiğitlik geleneğine kanarak kendi sonuna rıza gösterir. “Fetva/buyrultu/yarlıg” Gazan hanın ya da Muzaffer’in değildir. Onların buyrultusu, yarlıgı Cemal’in konuşmasına dek yürürlüktedir. Şimdi Cemal’in dilbilgisi dışı, yazıbilgisi dışı buyrultusu akar ya da geçer akçedir/değerdir. Bedreddinci “Madem ki fetva bize aid/ verin ki basak bağrına mührümüzü…” tavrı, elbette kendi bilgisine, erkine, deviniliğine ve gücüne onay vermektir. Çokluklar yaşamlıkları üretmeye ara vererek buna üzülecek, yasa saplanıp yasla yapışık yaşayacak değil ya! “… döğüşerek öldiler/ güneşe gömüldüler/ vaktimiz yok onların matemini tutmaya/...” Olsa olsa çalışıp çabalarken bir yas türküsü söyler onlar ya da Börklüce Mustafa gibi devenin üstüne kurulmuş çarmıhta, kolları bacakları bağlı, yüzü kanlı, Ayaslug/Selçuk-İzmir kentinin sokaklarında baş kaldıracaklara bir korku dersi, yenenlere bir coşku şenliği düzenlercesine dolaştırılırken bile “iriş Dede Sultan” deyü Bedreddin Sultan’ı çağırır, onun asla irişmeyeceğini, erişemeyeceğinin iç parçalayıcı öfkesini bile duya “iriş üstüne iriş” çekerek bin yılların acısına yaslanır.
Son olarak belirtmeliyim ki Yazıcıoğlu’nun anlatısında başka topluluklar da vardır. Adları geçerken bile sözcelenmeden yönetici aygıtların yağmalarından artakalan, kendilerini yaşatacak geçimlikleri üretip yeniden üretip dururlar. “Türk cemaatinden ittifaklu kavumlu hısumlu boy başları Türkler ve Kalaç ve Belüc Arap var-ise virmeg-ile devşürdi…” Muzaffer bey bu topluluklardan oluşturucağı sömürü ve talan aygıtı için insan devşirir. Ya da var olan aygıtların bütününü ele geçirmek için tasarılar kurar, onları uygular. Öyle ya, o insanlar “virmeg ile” ayrıcalıklı düzen kuruculara rızalarını satmasalardı, insan toplulukları kuşkusuz bu sayrılıklara düşmez, zorlu bir yaşamı kendileri için durmadan örgütleyerek de olsa özerk, eşitlik içinde, özgür ve ortaklaşarak, dayanışarak yaşardı. Muzaffer anını bekleyerek dümen üstüne dümen çevirerek, “Irak-ı Acem memleketine padişah oldu.”
Bu bölge 11. yüzyıldan beri yargıyetkiliden yargıyetkiliye el değiştirip durmaktadır. Abbasilerin dünya çapında olduğunu öne sürdükleri yargıyetkillik zayıflayıp onlardan boşalan çok geniş bölgelerdeki yargıyetkili erkleri yalnızca dinsel bir kat olarak onaylayan konumlarının da etkisiyle önce Gazneliler, İran Selçukluları, Fatımiler, Memluklular, Zengiler, Eyyubiler, Artuklular, Sökmenler, Rum Selçukluları ve daha niceleri geniş bölgelerde yargıyetkillik yürütmüştür. Muzaffer’in beklediği an yaşamda bir kez görünen bir süre parçası değil; her yıl, savaş için uygun her mevsim birkaç kez çekişen, çatışan, değişen devinilikler nedeniyle kentler, sınırı olmayan kentdışı kırlar, Haçlı artığı Frenkler de içinde olmak üzere, beyden soya, devletten devlete, büyük iççekmeleriyle kıvranan beyliklere dek elden ele geçmektedir. Muzaffer’in dönemiyse 13. yüzyıl sonunun kendisini izleyen erken 14. yüzyıldaki Moğol çekilmesiyle boşalan bölgede daha da devinilidir. Muzaffer’in en azından Abbasiler, Karahanlılar, İran Selçukluları, Anadolu Selçukluları, İlhanlılar üzerine bilgisi vardır. Bütün bu gelenekler, bütün devlet kurucu ya da var olanı ele geçirici güçoluşlar anı bekleme amaçyolunu izlerler. İşte İran Selçukluklularının kovduğu Türkmenlerin Ruma girme çabaları ve erişmelikleri:
… Süleyman, 1075’te Anadolu’ya geldi. Nikephoros Botaneiates 1077 Ekim’inde VII. Mihail’e karşı isyan ettiğinde Süleyman aradığı fırsatı buldu. Arisgi/Chryssoskoulos ve Navek [küçük av oku kullananlar] Türkmenleri, Frigya’da Botaneiates’i desteklerken , 1078 yılı başlarında Kütahya yakınlarında başka bir Navekiye grubuna komuta eden Süleyman da yeni imparatorun hükümdarlığını tanıdı. (Dimitri Korobeinikov, And. Sel. içinde, s. 69)
Muzaffer özeline gelirsek, Yazıcıoğlu’nun üstte dediği gibi uzun bir hazırlıkla, gizliden gizliye uğraşarak bir yargıyetkillik soyu oluşturdu. Bütün hazırlıklardan sonra kalkışma anını bekleyebilmek bir amaçyoldur. Devlet kurmak, soy kurmak ise erişmelikleri birbirine ulamakla, amaçyola uymayan erişmeliklerin atılıp yerine yenilerinin uygulanışıyla güçoluşsal bir erki kapmaya bağlıdır. Kurulan aygıtlar, oluşturulan kurumlar, pekiştirilen bağlar ve bunların işletilmesiyle bir aygıtlar makinesi çalıştırılabilir. Böylece “Irak-ı Acem memleketi”ne yargıyetkili olunur. Beyoğlu beydir Muzaffer, kendini yeni bir yargıyetkili olmaya her zaman uzanabilir görür:
…sıfatlar listesinin şahenşah ve hanedan soy-adı ile neticelenen yapısal bir bileşim olduğu görülür. Aslında kitabenin şahsi ve bileşik öğeleri çok yeni değildir; ancak yapılan tercihi doğru anlamak, Şahenşah’ın sosyo-politik dünyasında kendisini nasıl algıladığı hususuna ince bir bakış sağlamaktadır. (Divriği’deki Mengücek Sülalesi: 12. yüzyılın sonunda Hanedan kimliğinin inşa tarzları; Oya Pancaroğlu, Anadolu… içinde, s. 52)
“Irak-ı Acem memleketi” iyeliğinin, mallığının içinde uyruklar, boyunduruk altına alınanlar da bu iyeliğe içkindir. Onlar, “dil vardır” ya, bu “onlar” dilbilgisindeki bir adıl değildir kuşkusuz, konuşup dururlar, görünüp yiterler, bilirler ve bilinirler, üretir yaratırlar. Demek ki onlar da anı beklemekte, değişen koşullara göre erişmelikler, amaçyollar üretmekte; kendi erklerine güç biriktirmekte. Ancak bu asla iye olmak, iyelik edinmek, bir toprağın üzerinde yaşayanlarla birlikte ıssı olmak, o toprağın özel iyeliğini edinmek için olmayacaktır. Hatta bu istemenin ve bu iççekmesinin olumsuz özelliği bütün özel iyeliklerin, özel ıssılıkların yargısızlığa, yargı altına alınamazlığa (hükümsüzlüğe) itilerek geçersizleştirilmesidir. Eh böyle bir amaç için buçuk bir olumsuzluk da olsun gari!
Views: 56