O rüzgar hızındaki hırsız, şişmanlıkta ve saldırganlıkta, hızlı giden atın iki ayağından nalını alır.
Kerümeddin Mahmud Aksarayi
Burada söyleyeceğim (ifade), betimleyeceğim (tasvir) kişiler, çoğunda alıntıladığımız parçadaki kişiler olacak. Niyetim alıntılanan kesimin “uzçıkarılarını/derslerini” anlatmak değil. Orada, 13. yüzyılın sonlarında ya da 14. yüzyılın başlarında yaşananlar, bugüne kesinlikle bir erişmelik, bir erek, bir amaçlık sunamaz. Oradan alıp bugüne uyarlanacak bir değer, bir ilke, bir anlayış, evrensel bir direniş ya da yönetim uygulayımı da bulamayız. Foucault “geçmişe dönülemez” der bize. Sıradanmış gibi gelen, herkesin çok iyi anladığını sandığı bir önerme bu. Yine kuşkusuz dönülemez yer ve zamanlardan bugüne, yarına bakış açılarımızı genleştireceğimiz, çeşitlendireceğimiz, çoğullaştırıp çoklaştırabileceğimiz yolları yordamları yadsımak da benim işim değil. Belki tarihin, dar anlamıyla geçmişin önde gelen etkisi bakış açılarını genleştirmek ya da genişletmesidir. Böylece geçmişin bir süredizi (kronoloji) içinde göründüğü yerde bile kesintileri, kopuşları, ara dönemleri belirginleştirebiliriz. Böylece bir kopuştan doğan yeni olanla eskinin ilişkisini kavrayabiliriz. Dolayısıyla içinde olunan anın, durumun, yerlemin ayrımlarını öne çıkararak sorun olanı, sorunsalı kavrayabiliriz. Şimdilik bu kadarlık değini yeterli. Bu yaklaşıma ileride yine döneceğim belki. Dönüşün gerekliliğinin ayrımına vardığım bir yerde. Anlatının düzeninin bozulup bozulmadığına aldırmadan. Bütünlüklü, sağlam, birbirine iyi bağlanmış parçalarla oluşturulmuş sağlam bir anlatı doğrusu hiç umurumda değil. Varsın “düzensiz bir yazı” desinler. Özelinde de düzen sağlamak değil, düzen bozmayı erekleyen bir yazı olduğuna göre, her tür düzensizlik eleştirisini bir olumluluk olarak almak gerekmez mi? Düzencilerin her tür övgüsünden işkillenmek, onların karaladıkları her sözcüğe kalkan olmak, bunları eylerken de “başka türlü bir şey benim istediğim” diyenleri güldürmez mi? Kurulu düzenin yönetimindeki aygıt insanlarının her övgüsü, bizi arlandırmalı değil mi?
Rum’da Moğol zamanında (1243 Kösedağ yengisi ile gerçekte etkilerinin açık olduğu son demleri 1300’lerin başları olan dönem) neler yaşandığının başka bir bağlamı da geçmişin çokluklarının içindeki oluşların bugünkü çoklukların içindeki oluşlara değmesi, böylece etkileşmeyle birlikte çoklukların çokluğunun anlakta başlayıp gündelik yaşamda süren akışları… Bunu öne sürme belki bizi aşkınlıklarla mı uğraşıyoruz, Eflatuncu düşünümcülük (ideacılık) yanlısı mıyız sorusuna itebilir. Geçmişin çokluklarıyla bir değme noktası… bu bir düşünümcülük (idealizm) değil bence. Öyle olsaydı ikide bir “bugünden bakarak geçmişi oluşturmaktan” ya da “zamanüstülük/” anakronizm” yaklaşımından dert yanmazdık. Örneğin Eflatun’un psikolojisinden, sosyolojisinden, antropolojisinden konuşup yazanların tavrı. Yine bu yaklaşıma hoş bir örnek de 12. yüzyılda yaşamış bir Türkmen bilgesi olan Genceli Nizami’yi anlatan bir yapıtın (Z. Karahan Kara, önemli bir çalışma bence) adının “Şair, Sosyolog ve Filozof Genceli Nizami” oluşu. Evet, “geçmişe dönülemez”. Ancak dönülemezliği söyleyenler, aynı zamanda geçmişten gündelik yaşamımızdaki sorunlara, sorun olmayanlara, yaşayışlara, sevinçlere, tutkulara, her türden engelleyici karışmalara, yönlendirmelere, itmelere, yönetmelere, kitleselleştirmeye/yığınlaştırmaya, bireyleştirmeye/teke indirgemeye karşı yeni çözümlemeler, yeni birleşimler, bakış açıları, yeni yaklaşımlar, yöntemler, yordamlar, olanaklar, uygulayımlar… gibi araçlar bulmaya yarayacak olanaklar edinebiliriz de, der (bkz. Bilginin Arkeolojisi, Söylemin Düzeni; M. Foucault).
Yine kim demiş ki, geçmiş arkasında bugüne bir şey bırakmadan çekip gitti? Kopuş dedik, yeni bir oluşum dedik, bu yenideki eskileri, ya da eskilerdeki yeni olanları görmeyecek miyiz? Örneğin yargıyetkillikteki yönetim düzenekleri, çağdaş güvenlikçi yönetimsellikte bazı uygulayımlarıyla hiç yer bulamaz mı? Bulunuyorsa ne demeye bir kopuş, bir kesinti, bir yeni oluşumdan konuşuyoruz ki? Bulunuyorsa söylediklerimizde bir açmazlık (paradox) yok mudur? O zaman “Tarih tekerrürdür/yinelenendir”ci savlar gerçek olmaz mı? Eskinin birtakım öğelerinin çağdaş yönetimsellikte sürdüğünü gördüğümüzde, ne demeye süreklilikten değil de kopuştan konuşuyoruz? Yani 1990’ların Türkiye’sinde evler basılarak çocuklarının gözleri önünde anababalarının öldürülme olaylarında yalnızca bir yargıyetkillik düzeneği, ilkesi, yasası, aygıtı mı göreceğiz?.. Bu soru ve sorunlar M. Foucault’un yaşamı boyunca içinde, çevresinde, ortamında dönenip durduğu çözümlemelerinin, kazıbiliminin, soybiliminin de sorunlarıdır:
Bu anlamda, panoptiğin [gözetleme aygıtı] en eski hükümranın en eski rüyası olduğu söylenebilir: Uyruklarının hiçbiri gözden kaçmasın ve uyruklarının hiçbirinin hiçbir hareketi benim bilgim dışında olmasın. Panoptiğin merkez noktası da bir anlamda mükemmel bir hükümrandır. Buna karşılık, şimdi ortaya çıkan şey, bireylerden her birinin hiçbir anda, yaptığı hiçbir şeyde hükümranın gözlerinden kaçmaması için bireylerin eksizsiz gözetlenmesi biçimini alan bir iktidar fikri değildir. Burada ortaya çıkan şey, her ne kadar bireyler bir şekilde burada belirseler ve buradaki bireyselleştirme süreçleri çok belirli olsalar da, tam anlamıyla bireysel olmayan –bu üzerinde duracağımız önemli bir noktadır—belirli fenomenleri, yönetim ve yönetenler için uygun hale getiren mekanizmalardır. Bu, kolektif olanla bireysel olan arasındaki ilişkileri, toplumsal alanın bütünüyle temel parçalar arasındaki ilişkileri kurmanın tamamen başka bir yoludur, nüfus denilen şeyde kurulan başka bir biçimdir. Ve nüfusların yönetimi de bence, hükümranlığın bireysel davranışların en ince dokusuna kadar uygulanışından çok farklıdır. Burada, çok farklı olduğunu düşündüğüm iki iktidar ekonomisi söz konusudur. (Toprak, Nüfus, Güvenlik; ç. F. Taylan, s. 60)
Gazan Han’dan (1295-1304/1306?) başlayalım. Yukarıda anlattığım gibi hanlar, sultanlar, şahlar ve padişahlar bölgelerin, ülkelerin hatta bütün acunun yüzeyinde yaşayan insan topluluklarına göksel bir düzen getirmek için, Tanrı’nın yaşadığı gökyüzünün katlarının düzenini getirmek için Tanrı tarafından görevlendirilmişlerdir. Tanrılar insanların anlayışlarına göre gökte yaşarlar. Dinsel kitapların bu insansı sınırlandırmaya karşı anlattıklarına, söylediklerine karşın (“ne yerdedir, ne gökte”) insanlar Tanrı’yı göğe yerleştirir (türkçedeki tanrı, tengri sözcüğü gökyüzü anlamındadır da). Gazan Han da “hakan-ı azam”dır. “Gazan-ı muazzam Sultan Mahmud”dur (İslama göre bu dine sonradan girenler bir müslüman adı almalıdır). Ona, onun düzenine, kurduğu devletin aygıtlarında yer alan yöneticilere karşı gelenler “Bir Tanrı”ya ortak ya da başka Tanrı’lar bildiren “mel’un müşrikler”dir. Onlar zamanın devri kader sayfalarına “onu toz duman ederiz” (Kuran, Furkan suresi 23) yazılanlardır. Böylece han ya da soyundan birine sırasıyla hanlık düşenler yeryüzüne çeki düzen getirmek vermek için insan topluluklarını, o topluluklardan insanları, kent topluluklarını, ülke/bölge (İlhanlılarda bölge: ülke/ülkeler) topluluklarını “toz duman” edebilir. Devletin kurulu ya da edinilmiş düzeninde yönetici olanlar hanın ya da yargıyetkilinin atamasıyla ve hana uyma yemininin gereği ve beklentileriyle aynı toz edici kılıç olurlar (seyfullah, Allah’ın kılıcı). En azından yöneticilerin de keskin kılıç olması beklenir. Eğer bu düzeni işletenler kan dökmezse, düzen kurdukları, düzen altına aldıkları, düzene soktukları uyrukların çok kanı dökülecektir. Onun için yasaların, yasalar ki dinsel yasalardır, en azından dinsel anlayışlara dayanırlar, kestiği parmak da, baş da hiç acımaz. İşte anlatımızın çağı 13. yüzyıl sonunda devlet, devletin tepesindeki yönetici ve onun alt basamaklarında yer alan yöneticilerin yasa, yönetmelik, yargı ve kararları Tanrısal yasaların yeryüzündeki gölge yasaları ya da Eflatuncu göksel ideaların yeryüzündeki örnekçeleri, yansımalarıdır. Rum Selçuklu sultanları ise İlhanlıların her şeylerine karar verdiği sultan örnekleridir. Yerlerine yaşarlarken ya da öldüklerinde soylarından biri atanıyorsa eğer –buna ters bir uygulama olarak 13. yüzyılda zaman zaman çift başlılık (bir devlete iki, üç sultan) görülür; 14. yüzyıl başlarında uzun aralarla Selçuklu tahtı boş bırakılmıştır- bu dönemin anlayışlarındaki yönetici soyların her ne biçimde yaşarlarsa yaşasınlar kutsallığı ve boyunduruğa vurulan bölgeler/ülkeler topluluklarının yönetiminde yerli sultanların gölge varlığının bölge açıcı (fetihçi) yönetime kolaylık, yasallık, dinsel yasalara uygunluk (şeriata uygunluk ya da meşruluk:uzuygunluk) sağlamasıdır.
Dönemi bir yönetici olarak yaşayan ve 1334’te (h.734) yapıtını (Müsameretü’l-Ahbar) tamamlayan K. M. Aksarayi’nin sultan Alaaddin b. Feramurz’u anlattığı bir kesimi “gölge sultanlığı” daha anlaşılır kılmak için alıntılıyorum:
… Sultan Alaaddin b. Feramurz, uğursuz Sülemiş’in [Moğol subayın] çıkardığı karışıklıktan dolayı Rum memleketlerini bırakıp yüce huzura kulluk sunmaya yöneldi. Rebia [bugün Urfa] diyarında hazreti [Gazan Han Suriye’de Memlüklere yenildiği savaştan dönerken] karşılayarak huzurunda kulluğunu gösterme şerefine kavuştu. Padişah (Gazan] o durumda onun kendisini karşılamasını, bir tür ikbal ve vefakarlık gösterisi olarak kabul etti. O yüzden ona son derece izzet ve ikramda bulundu. Üzerinde başka bir rütbenin düşünülemeyeceği bir iyilikte bulundu. Erzurum sınırından Antalya sahiline; Diyarbekir hududundan Sinop sahiline kadar olan yerleri ona teslim etti [İlhanlıların Rum bölgesi olarak adlandırdığı bölge]. O konuda yarlıgı yürürlüğe girdi. Ayrıca (Sultan Alaaddin b. Feramurz), Şahzade Hülacü’nün [Gazan’dan sonra İlhanlı hanı] kızıyla evlenerek büyük bir güce, saygıya, haşmete ve güce kavuştu. (Aksarayi, agy. s. 226)
Bir örnekçeci olarak o sınırlar içinde bir yerde tahtta oturur sultan (Konya, Kayseri, Sivas). Hatta yaylak ve kışlakta “yaz ve kış yolculuklarında” denetim altında tutulur. İnsan topluluklarını, tarlaları, hayvan sürülerini, alışverişi, salma/vergi işlerini, işkence edip mal alma, can alma işlerini ise İlhanlı yöneticiler ve yerli devletlü ortakları uygular. Aksarayi “yüce huzura kulluk sunmaya…” diye yazarken bile Alaaddin’in güçsüzlüğünü göremez. Gazan’ın görkemli görünüşü ya da tek yargıyetkili olmasının görkemi ve bunun olağan benimsenişi bu bilmeyi, bu açıklığı engeller. Sultan Alaaddin’i “gurur ve gaflet perdesi basiret gözünü kapattığı için kendisini haşmetin geniş alanından şiddet ve düşkünlüğün dar alanına atacağının farkında değildi” diye değerlendirir. O yalnızca kurulu düzenin başına, Gazan ve kılıçlı, erkli yöneticilerine bakarak oradan anlatır anlattıklarını, söylediklerini. Çünkü söylemin üç engelleyici düzeneğinden ya da sıkıdüzen (disiplin), yorumlama ve yazar üçlüsünden biri de “yazardır, Aksaraylıdır”:
Velhasıl korkusu, bu topluluğun gönüllerinde etki bırakacak şekilde cezalandırma hükmünü uygulamak isteyen Abışga [İlhanlı subayı], ders verme kurası, soysuz ve alçak [yerli ortakçı bir görevli olarak mallara el koyucu (müsadereci), salma vergi toplayıcısı, uygunsuz yüklerin toplayıcısı (tahsildarı) olarak Danişmend vilayetinde görevli] Seyyid Hamza’ya çıktı. … S. Hamza [Aksaraylı Mahmud adındaki olayyazıcı yazar, seyidliğin, Yalvaç Muhammed’in torunu İmam Hasan’ın soyundan oluşun kutsallığına aldırmadan kurulu düzen adına söğmeye, dışlamaya, sınıflandırmaya başlıyor…] uğursuz yıldızı andıran uzun saçıyla hangi zavallıyı tuzağa düşüreceğine karar vermek için İşraf [maliye] makamında kanunsuz işlere başladı. Onun başını yılan gibi ezmek isteyen Abışga, divana geç gelmesini bahane etti. … makadına sağlam çubuk soktular. O, o durumda iki saat müddetle hummalı adamlar gibi gırtlağına kadar otuz iki dişini birbirine vurdu. Ona arkadaşlık eden Müstevfi [maliyeci] Nasireddin’i onun arkasından aynı işkenceye tabi tutarak ondan nasipsiz bırakmadılar. … Bu davranıştan Sultan’ da [Alaaddin’de] akıl bozulması meydana geldi. Kalbinde şiddetli bir korku yer etti. Yakınları olan hasis, kötü ve cimri toplantı arkadaşları ve insan kılığına girmiş şeytan haciblerin baştan çıkarmasıyla, Abışga’nın çevresinden [Sultan kısa süre önceki bir yarlıga göre Abışganın denetiminde bulunacaktı] Mücireddin ile Sahib Alaaddin’in arkadaşlığından uzaklaşmak sevdasının hakimiyetine girdi. (Aksarayi, s. 232-233)
Bugünkü düzen ve yönetme uygulayımlarından o zamandaki kavram ve kurumları ayırmak için onları yargıyetkillik (hükümranlık), yargıyetkili (hükümran), yargı ıssı, yargıyürütücü/hükümdar), yönetim (devlet, idare) vd. kavramlarla ayırmaya çalıştım. Kavramlar bengi ve değişmez anlamlı olsaydı işimizi ne denli kolaylaştırırdı oysa! Ne iyi ki onlar da değişiyor, yerlerini yenileri alıyor. Devlet kavramı o zamanlarda bugünkü anlamında kullanılan bir kavram değildi. Daha çok şans, talih, mutlu alınyazısı, bolluklu ve sağlıklı bir yaşam anlamlarını imliyen bir kavramdı. Nesneler, şeyler değiştikçe kavramlar ne etsin. Bunu örnekleyip gösterebilmemiz belki de söylediklerimi daha da işittirebilir, betimlediklerimi daha da gösterilebilir kılacak bir gereç olabilir. Bu yüzden Aksaraylı’nın dönemin dizelerinden alıntıladığı ve bunun yanında kendi yazdığı tümcelerden üç yeri kesip birleştirerek yazayım:
Velhasıl zenci (gece) ve Rum (gündüz) örtücüleri, gecenin ve gündüzün siyahlığını ve beyazlığını, şeref bakımından göklere eşit olan onun [maliyeci Nizameddin Yahya, emir, yönetici] ömrünün üzerine örtüp defterini dürdüler. Ölüm tozu, işiniz üzerine kondu. Mısra (Arapça): “Hangi devlet yok olmaya karşı güvencededir?” (s. 217)
Devleti destekçisi, bahtı açık olduğu zamanlarda şimşek çakmalarından korkmayan, kötü olaylardan endişe duymayan bir aslan yüreğine sahipti. Onun [Mücireddin Emirşah, bir Selçuklu işbirlikçi yönetici] devletinin dergahını kendisine emin yer yapan herkes, her zaman saldırılardan uzak ve korunmuş kalırdı. (s. 237)
Bu sırada Sultan Mes’ud’un [Alaaddin b. Feramurz’dan sonra tahta oturtulan Selçuklu sultanı] mizacına günlerce süren felç ve saire gibi müzmin ve onulmaz bir hastalık hakim oldu. Konuşma, duyma, tat alma, kasılıp açılma gibi nefsani güçlerinin tamamı hareketten geri kaldı. Her ne kadar kendisi zamanın Cemşid’i idiyse de [!] devleti sırt çevirdiği içi[n] boynunda iki yılan taşıyan Zahhak gibi asi feleğin cefasını taşıyacak gücü kalmadı. (Aksaraylı, agy. s. 243)
Düzenin özelinde de o zamanlarda yazılmış yazmalarında da bu kavramların moğolca, farsça, arapça ya da ender olarak türkçe/türkmencelerini görmekteyiz. Yöneticiler için “hükkam” sözcüğü (hakimler, hükümcüler, yargılayanlar) anlamına geliyor. İlhanlıların Rum’unda yöneticilere “server/baş, başkan, ulu)” da deniliyordu. Han ya da padişah için yazılan sözcükse, birçok durumda “hakim, hükmeden, hüküm sahibi”dir. Ender olarak da “Gazan’ın ayini”nde olduğu gibi “ayin”dir. Onun ön ve son yetkisi, erki, devindiricisi ve gücü ise iki sıfatlıktır: Ülkeler yargıcı “can aldığı gibi yaşama gerçeği/hakkı da bağışlar”. Yargı edimi suç ve günah görüleni “kişiye” sözlü olarak söyletme (kabul ettirme, ifade), anlattırma (ikrar, itiraf ettirme) uygulayımlarıdır. O zamanın yargısında bugün de olduğu gibi birçok devlet karşıtı sayılan eylemde, daha sanık yoktur ya da yargı, tüze sanıksızdır. Bütün bu niteliklerini, niceliklerini, içeriklerini atadığı “yargıçlarına/kadılarına/subaylarına” da verir yargıyetkili. Onların işi Siyasettir. Siyasetse kurulu düzenin bengiliğini (ezeli ve ebediliğini, önsüz ve sonsuzluğunu) sürdürebilmenin yolları olarak yönetme bilgisi, yönetme uygulayımları, dinsel yargılama bilgisi (fıkıh) ve yargıyetkilinin varlıklarının artırılması, yönetimdeki devletlilerin yaşamlarını bolluk içinde geçirmelerini sağlayacak koşulları, yolları bulma, yaratma, kurma (salma, mallara el koyma, mal ıssı olanları öldürerek de olsa mallarını yargıyetkilinin ve kendi hazinesine yazma) ve işletme uygulayımlarıdır.
İlhanlıların 14. yüzyıl başındaki Rum illerindeki uygulamalarını ve olayları anlatan Aksaraylı’nın (K. Mahmud-i Aksarayi) yönetim, düzen ve yöneticileri anlattığı yapıtından yine üç kesimlik bir alıntıyla yönetim aygıtı dışında kalanların ya da halk denilen boyunduruğa vurulmuş çoklukların durumlarını söylemeye ve göstermeye çalışayım. Bu durumların insanları zor aygıtları araçlığıyla yöneticiler ile kurdurulan ilişki ya da onların erkleri tarafından “durduruldu”ğunu, birçok tarımcılıkla geçinmeye çabalayan insan ocağı (yönetim kayıtlarında saymaca ortalama: 5 kişi) kıtla yetinip geçinip gitmeye çabalarken, açlıktan karınlarının üstüne taş bağlayıp karın ağrılarını azaltmaya çalışarak gezerken, birçok “erkek” de ocağını yurtluğunu terk ederek dağa çıkıp Deve Cemal yüzlülere katılmış olmalı. Çünkü nerede başlayıp nerede nasıl bittiği bilinmeyen bir dönemleştirmeyle ortaçağda yeryüzünde devlet kurmak çete kurmaktan çok kolaydı. Buna karşın yine de ortaçağ ayaklanmalar, direnişler, baş kaldırmalar, çeteler ile yöneticiler arasındaki başkaldırı ve bastırma savaşları çağıdır. Koşulları “… vatanı terk etmekten bacalardan değil halkın kalbinden duman çıkıyordu” diyerek bir benzetmeyle özetleyen yine yüksek biçemci (belagatlı, retorikçi) Aksaraylı olayyazıcı. “Halkın” durumunu diyelim yine, olanca genelliği içinde imgeleyebiliriz: “Evde, evden başka bir şey yok.”
(Kendimi tutamadım doğrusu (tutabilen yazardır) ve bir ünlemli soru yönelttim kurmaca, varsayımsal zamanın boşluğuna: ev de ev ola mı! Aşkın ve düşüninançsal Nesnellik anlayışları, kendini tutma, duygulanmama, edilgenleşmeden, tersine çok etkin olarak yukarı katlardan kurulmuş ince, alçak sesli seslenmeler, anlatmalar, betimlemeler; efendimler ıssılarımıza, hanımefendiler ıssılarımızın kadınlarına… kulluk da, efendim çağırmak da varlıklı olmaya, o varlığı kolay kazanmaya bağlı duruyor o zamanlarda da, sanırsam!)
… Sülemiş galip gelip istila elini kaldırdı. Vilayetlere bir takım mektuplar göndererek, kanunsuz bir şekilde vergiler ve yükler koydu. Sağa sola dağılan rezil elçiler, bölgenin mevcut ürününün tamamını aldılar. Bu olay kış mevsiminde olduğu için… [Gazan’a, onun erişmeliklerine, ağıran alışına, beklemelerine yücelemeler, övgüler…] (s. 194)
Horasan’ın veziri oğlu olan Hoca Vecih oğlu Nizameddin Yahya, maliye ve vergileri çıkarmak; irad ve salma kaynakları bulmak ve vilayetlerin kanununu koymak için yarlıg hükmüyle Rum’a geldi [1299 Gazan han yılı]. Hüküm şu şekilde idi: O, halkın yazılan her çift öküzün sürebileceği arazi başına geçerli bir çift gümüş dinarı, reaya [uyruk tarımcı. Çift>iki öküzle çalışan<çiftçi…] hassasından rüsum ve kendi zorunlu masrafları için alacak, başka bir şey almayacaktı. Memleket vezirleri Reşideddin [olayyazıcı/vakanüvis] ile Sahib Divan Sadeddin’in yanılgıları, bir çift öküz ile sürülen arazi için bir dinar [iki, hüküm “bir çift dinar… tek dinar tek öküzlük salma; çün yoksul tarımcılar bulamadıklarından dolayı tek öküzün yanına eşek, dana boyunduruklayıp tek öküzle de tarla sürmek zorunda… eğer durumları böyleyse bir dinar ödeyecek?” ] gibi küçük bir meblağın alınmasını kolay ve onu hafif bir yük sanmalarıydı. O anlayışla yarlıg hükmü çıkardılar. … Her ne kadar onun [Nizameddin Yahya] hikmet şahini, vergileri avlamada tez kanatlı ise de düşünce okçusu isabetli atıcı değildi. … Müslümanların vücudundan duman çıkardılar. … vilayetin [Erzincan] tarım vergisinin (rüsum-i avamil) arkasına düştü. … bir dinar olarak kararlaştırılmış olan [?] bir çift öküzün sürebileceği arazi başına 10 dinara razı olmadı. Hatta Rum yöneticilerinin (hükkam) yönetiminde bulunmayan bir vilayetten kendisine verilmesi gereken iki üç bin dinar yerine maliyenin yaklaşık 50 bin dinarına el koyup, özel hazinesine (hassa) aktardı. (207, 208, 209)
Pervane Rükneddin… İş yapan bir Müslümana [!], hainlik yapmasa bile hainlik damgası vururdu. Onun koyduğu (vergi) yüklerinden, isteklerinden ve taleplerinden halka, ateşin pamuğa vermeyeceği, rüzgarın saman çöpü için düşünmeyeceği, dumanın dimağa uygun görmeyeceği bir zarar verdi. Küçük büyük insanlar, onun zulüm pençesinden kurtuldukları zaman, servetleri, malları, evleri, “Evde, evden başka bir şey yok” durumuna düştü. … (Aksaraylı, s. 202)
Views: 104