yönetimin tepesindekiler, divan ıssı olanlar, gösterinin gerçeği
Anlatımızda daha önce de gösterildiği gibi Deve Cemal’in başı Gazan’ın divanına getirilir. Divana kimlerin katıldığını söyledik. Bunlar “divan ıssı olanlar” ya da oraya katılma ayrıcalığındaki tepedekilerdir. Divan bugünden bir bakışla (yalnızca bir benzetme olarak) devletin yasaması, yürütmesi, yargısıdır. Vezir de hanın adına ülkeyi, bir büyükdevlette (bozkır imparatorluğunda) bölgeleri, ülkeleri yönetmede ikinci söz ıssıdır.
Yazıcıoğlu bir güzel anlatır bu toplantıyı. Şenliklidir. Cemal’in başı da bu şenliğin nedeni olarak payını ister açıkcası. Yazıcıoğlu konumu gereği, inancı gereği pay istemiş, bir dönem de olsa pay almış o kesik başı “lanetler”:
Lök’ün murdar başını … Gazan Han’a iletdiler ve Han’un hatırı ancılayın [öyle, nice] ferah oldu ki vasfa sıgmaz. … Han M. Muzaffer’i sıyurgayup gayet hoş gördi.
Muzaffer hiç de gergin değildir törende. Erişmeliğinin gerçekleşeceği daha kesik baş toplantıya getirilmeden belli olmuştur ki, Muzaffer bir utku kazanmış olan kişi, Cemal’in ya da yenilmiş olanların yüzünü taşıyan o başı bedeninden ayırır. Muzaffer olan için tek sorunumsu vezirin sorgulamasını hana doğru yöneltmektir. Bu da onun için işten bile değildir. Çünkü bildiğimiz gibi daha toplantıya gelmeden, vezirin devinimi, edişi, eyleyişi kestirilerek hana yöneltilmiştir. Vezir hışımla toplantıya koşar ve Muzaffer’e karşı Gazan’ın devletinin çıkarları açısından gerçeğe, duruma uygun bir saldırıda bulunur:
Sahib-i divan Hoca Sadeddin işidüp Han katına vardı, gördi Cemal Lök’ün başı kesilmiş yatur, didi ki “Bunca müddet-i mediddür bu haramilıkdan mal-i alem cem itmişdi, malın teftiş itmedin niçün öldürdünüz?”
Muzaffer’in toplantıdan günler önceki düşünümünde bu kesinlikle yaşanılacak bir karşılaşma ve sorguydu. Çünkü bilgisinde ve bilincinde olduğu bütün devlet aygıtı ve onun işleticileri eşdeyişle nesneleşmiş özneler, rusça “apparat”çike (aygıt, çalışan, personel) upuygundur. Büyüklerinin Muzaffer çağırdığı sanki doğuştan kazanmışlardandır. Elbette bey oğlu olarak doğmak o an ya da ilk çığlıkta ayrımına varılmasa da yaşama utkun başlamaktır. Çokluklar da tersine ezik ve yenilgin başlamaz mı yaşama! Gazan bir erk eksikliği, gücünden bir parçacık kopma, yetkesinden azıcık bir eksilme duygusuyla Muzaffer’in sözünden önce sözler:
Gazan Han eyitdi “Malı Muhammed Han teftiş etmiş ola.” Muhammed eyitdi “ Benüm ne haddüm var-ıdı mal teftiş itmege, anun içün tokuz nökeriyle padişah hazretlerine getürdüm ki Han kapusında teftiş ve işkence olınaydı. Çün Hanun fermanı katle oldı. Celladlar depelediler.” didi.
Gerçeğin gösterisinde işkence etmek o günün yargısında sıradan, olağan bir araçtır. Tıpkı bugün her şeyden ve herkesten vergi almak, her şeyde ve herkeste (yaşayanlar toplamının tutumları, davranışları olarak) kurulu düzene karşı bir suçlu adaylığı görme gibi bir düzgüdür, ortalama ölçüdür. Her şeyi ve herkesi yönlendirme, yönetimin nesnesi kılma, her şeyi ve herkesi borçla düzenin ve düzenlerin ilişkilisi, zorunlusu kılma, her şeyi ve herkesi iletişim, bilişim çevriminde “çevrimiçi” yaparak el altında bulundurma, kayıtlı ve ulaşılır bir toplum/toplam yaratma gibi bir uygulayımdır. Yani bir uyruk üstünde yargı yürütme ve işkence bağlaşık bir ayrılmazlıkta o arı duru suçlu sayma, suçun neliğini açığa çıkarma sorunuyla sarmaş dolaş olan tümce: “Han kapusında teftiş ve işkence olınaydı.” Gazan Han ne yapsın!Lütfen bu yazıyı okuyan birkaç kişi (onları kesinlikle çok önemsiyorum, sayılarının az da olsa artmasını istiyorum, çünkü üç kişi bile dünyaya kafa tutabilecek bir çokluktur; onun içinde “başka türlü bir şey”i uygulayacak, yeşertecek, yayıp kuracak bir çekirdektir. Bunu biliyorum!), aşağıyı okumadan sırtını dikleştirsin, o çağın hanını bu gösteri gerçekliğinde siz canlandırın. Kasılmayın lütfen! Bu isteme bir okul ödevi değil. Bir oyun yalnızca. Bir de Google’da dalga kayağı yapmak için yorulmayın lütfen!
(Ben sizin yerinize biraz önce orada oradan oraya kayıp durdum; yoruldum. Ama ilgisiz yerlerin, ilişkisiz zamanların saçmalıklarını sıraladı bana. Hiçbirine dokunmadan öylece bıraktım. Çünkü dokunsaydım eğer, bu dokunuşumun sonunda bıraktığım her izi süren düzenin makinesel çakalları başıma onlarca yarsıtma, yönlendirme (manipüle etme) iletisi yağdıracaktı. “(H)Al, (h)al, (h)al! Kısa süreliğine iki alana, üçüncü bedava! Kazan, indirim…” Düzenin üç büyüleyici sözcüğü alt yoksullar ve yoksullar için “bedava”, orta sınıf ve üstündeki tüketiciler için “kazan” ve bütünüyle her tuttuğunu, gördüğünü, işittiğini, kokladığını tüketen bir canavar kılınmış toplumun tek tek insanlarını kavrayan “indirim” dir. Birinciler neden indirim yapmazlar da üçüncüyü “bedava” verirler diye sormazlar. Sorsalar bile bu sefer de indirimin çekim alanında, parlaklığında bir “pervane” kelebeği gibi yapışıp kalırlar. Yine bu çağdaş alışveriş tapınaklarında –başta alışveriş merkezleri, gizli adı AVM, şimdilerde gizli adı WEB olan ağlarda- alıpkartlatutsakoluşta bire bile gereksinimim yokken neden üç almalıyım hiç sorulmaz! Onlar uslu insanın usunu bedenden, bedenin bilincinden söküp almak için düzenlenmiş yerlerdir. Baş döndürücüdürler. Yürüyen merdivenlerin üzerindeki nesne çantalarından gözlerini ayırıp onu taşımaya çalışanları kimse görmez bile. İnsanlar görme, işitme, dokunma yazılımları yoluyla düzenlenmiş robotlardır. Malların büyüsü o çekici çantalara saklanarak da insanlar yönlendirilir.
İndirim insanlığın tanıdığı bütün düzenleyici sınırlandırıcıların bakış açısından suçtur, günahtır, uzinanç [ahlak] dışıdır. Suçtur çünkü indirim gününe dek satın alan her alıcı kandırılmış, dolandırılmıştır. Bu gerçek dolandırıcılık karşısında bütün savcılar sessizdir bütün düzenlerde. Bir daha çünkü diyeyim, bütün yasaları mallar yapar. Yani malların dolayımında mal ıssıları, mal iyeleri. Savcıyı bile bunlar ve bunların tasarlayıp düzenlediği Düzen yapar. Günahtır, çünkü hiçbir din kandırarak dolandıran insan şeytanları (faustusları) ötedeki uçmağına sokmaz. Kandıranların, dolandıranların, ucuza alıp çok pahalı satanların, alışverişte hile yapanların, tartı, uzunluk ölçüsü, tane hilelerinin bağışlanması kesinlikle yoktur hiçbir dinsel anlayışta. Bunları yapanlar şeytana uyan şeytanlaşmış insanlardır (homongolos). Onların bütün dinsel yükünmelerini Tanrı elinin tersiyle iter. Uzinançsız edimlerdir bunlar. Çünkü uzinanç kuralları, ilkeleri, önermeleri insan topluluklarının birbirine zarar vermesini engellemek için öne sürülür. Çakallar, sansarlar, akbabalar da bu kazancılar tarafından kırıldı; böylelikle onların işleri gezegenin yüzeyinde pek az canlının kalacağı günler, yani bütün dinlerin birbirine benzeş kıyametine dek, yani bilimsel dinci kafaların bile anlayabileceği gezegenin birkaç değiiiil, bir iki derece daha ısınarak yüzeyindeki yaşamı yok edeceği döneme dek leş yiyici, bedavacı, indirimci, kazancı anamalcı kurtçuklara kalıt kaldı. Bu üçlü ki (bedava, kazan, indirim) gezegenin bugün yaşanan bitiş günleri ya da Mahşer -haşır: toplanın sesi- öncesidir!…)
İyisi mi ben yine “şerli” de olsa o eskiyi anlamak için “derler ki” zamanına döneyim. Lütfen aşağıda Gazan Han’ın neyi istemediğine bunca bedava, kazan ve indirim karşıtlığından sonra dikkat edin!:
Gazan Han eyitdi “Geçdük anun malından, Hak –teala-ya şükr olsun ki bu melun helak olup müslimanlar bunun şerrinden emin [kötülüklerinden korunmuş] oldılar.” didi.
Gerçekliğin gösterisinde yöneticilerin de uyduğu törenler, törensiler, gelenekler, söz söyleme biçemleri, dinleme edimlenişleri, tavırları davranışları duruşları tutumları (virgülsüz) vardır. Söyledikleri dil, anladıkları anlam, sözcelemeleri, göstermeceleri, söylemleri olanca ayrımlılıklarına karşın benzeşin de benzeşidir. Bu o günün yöneticilerini bir şeylerle engellenmiş sayma değil kesinlikle. Yöneticileşmek engelleri aşma tekilleşmesidir bir yönüyle de. Guy Debord elli üç yıl önce, zamanların en önemli, anlamlı, coşkun ve etkileri bengi “68’e bir var”ında, bunun başka bir yönünü Gösteri Toplumun’da şöyle önermeleştirir:
… en eski toplumsal uzmanlaşma, yani iktidarın uzmanlaşmasıdır. …dolayısıyla, gösteri bütün diğerleri adına konuşan uzmanlaşmış bir etkinliktir. Gösteri, bütün diğer ifadelerin yasaklandığı hiyerarşik toplumun kendisi karşısındaki diplomatik temsilidir. Burada en modern olan aynı zamanda en arkaik olandır. (Guy Debord, Gös. Top., ç. A. Ekmekçi, O. Taşkent, öneri. 23, s. 40)
Günümüzün çoklukları içindeki hangi tekillik daha ayrımına varamadan doğum günü, evlilik yıldönümü, okula başlama yıldönümü, okul bitirme yıldönümü, işe başlama töreni, ilk para kazanma törensisi, ilk giysisini kendi parasıyla alma toplantısı, ilk aşkınının yıldönümü kutlaması, sevgililer günü, analar günü, babalar günü, yılbaşı, aybaşı, ilk ayrılığının gündönümünde içkili üzülme toplantısı, … ve de sürüden birisi olduğu devletlerin, dinlerin, yaşadıkları geleneklerin tören ve törensi kutlamalarını, anmalarını yapmıyor ki! Demek ki Gerçekliğin gösterisi olmadan yönetme de yönetilme de olamıyor. Bundan dolayıdır ki çağdaşçıl devletlere geçerken dünyanın bütün topraklarının üstündeki topluluklardan hem okuyup hem yazanlar tiyatroya yönelmişlerdir. Osmanlıda ya? Şinasi, Ziya Paşa, Namık Kemal, A. Vefik Paşa… bunlar da birçok tiyatro yapıtı oluşturdular. Bilebildiğim denli Vefik Paşa Bursa, Ziya Paşa Amasya valiliği/mutasarruflığında bulundu o yıllarda. Yeni değil ki bu, seni asosyal, sosyal medya kaçkını… diyeceksiniz.
Evet, bunlar doğru. Bir ayrımla ki, Publius Ovidius’a bakarsak, yani Roma Takvimi ve Festivaller”e bakarsak, İÖ. 43 yılı ve daha öncesinde, Roma uyrukları bir şubat ayında bile, kimi kurbanlı, kimi kurbansız 15 toplu kutlama yapıyordu.
1 şubat: … Iuno Sospita için bir tapınak ithaf edilir. Halk Asylum korusuna gider. 2 şubat: … Lyra takımyıldızının batışı. … Gürleyen Iupiter için bir koyun kurban edilir. 3 şubat: … Delphin takımyıldızı batar. (…) 17 şubat:… Quirinius’a kurban verilir. Ahmaklar festivali. Fornacalia Festivali. 19 şubat. … Ölülerin ruhları Man’ları yatıştırmak için son gün (Feralia). Muta’nın ayinleri. (…) 27 şubat. Tanrı Mars’ın onuruna yapılan at yarışları (Equiria). (Ovidius, Fasti I-VI, ç. Asuman C. Abuagla, s. 73)
Bir ayrımla demiştim; sözün gelişi diyecektim. Çok ayrımla, o günkü kutlamalar kentin kalabalıklarıyla yapılıyor. En azından bir toplulukla. Ortalıkta kişinin doğduğu, sevdiği, okul bitirdiği gibi sıradan bir neden değil, topluluğun ortalıkta (merkezde) durduğu bir kutlama. Bugün doğum günü ortak bir kutlama mıdır? Öyle bir gösteri gibi gösteriliyor. Oysa yanmış Roma’da bile kent kalabalığı ortalık, kutlamanın devindiricisi. Dinsel, doğasal, göksel bir kutlama bile ortak ve ortaklaşa Ovidius’un tanıklığına inanılırsa. Bugünse “birey, anamalcı tüketim, devlet” düzenin bin bin çakallıklarını boyamayla, parlatıcılarla kapatmaya çalışıyor gösterimsiler. Ovidius’un zamanında “güneş balçıkla sıvanamaz” derlermiş.
Uyruğa uyrukluğa gelince; “uy-” kökünden gelmiyor mu? Elbette. Buyrukları olur, uyarız! “Tabiyet” kavramını kullananları bu kökle bağlantılandıramayız. Onlar her şeyden sadece varlıklarının bağlı olduğu yeri, ortalıkta duranı anlarlar. Onunla var sayıldıkları, onunla öleceklerini sandıkları, onun bayramlarını kutladıkları bir deniz canavarını: Leviathan’ı. (Foucault duyabilseydi bana kızardı. Çünkü Nietzsche’ye devlet canavar benzetmesinden dolayı kızar.) Yurttaşsa bilinen hiçbir dönemde geçer akçe olmamış, kapsamı belirsiz, içlemi değişken ve silik bir sözcedir. Hatta eskiden arada sırada, yurtlarını ya da yaşadıkları küçümen bir yerleşkeyi terk edip karın doyurmaya başka yurtlara (gurbet ellere, başka yerleşimlere, başka ülkelere) giden yiğit er kadınlara ve er erkeklere “insanın yurdu doğduğu yer değil, doyduğu yerdir” diye avunmalık söylenirdi. Günümüzde ise dünyanın bütün devletlülerini korkutan en büyük güçoluşsal eylem çoklukların “sınırtanımayan göçmenler” durumunda oluşu. Bu sınır tanımamazlığın ülke denilen iç ve ülkelerin arasındaki (görünür olmayan) sınırların üzerinden atlama gücü olduğunu; yasalara, güvenlik önlemlerine, aç bırakılmalara, dalgalarda boğularak ölmelere, dağlarda donmalara… karşın yapılabildiğini anlağımıza getirmemiz gerekir mi (tabirinin caiz olup olmadığına diyanet işleri karar versin mi)!
Views: 104