Düşe, Düşleme (Murakabeye) Dalmak, Sınırlı Görüş – BayRam Bey

0
1577

Ve dahi Karaca Ahmed Rumun gözcüsüydü. Dediler ki: -Rum gözcüsüsün, bir gör ki ol er Ruma dahil oldu mu? dediler. Andan Karaca Ahmed bir dem mürakebeye çekildi. Başını kaldırdı, etti [söyledi, dedi]: …

     Buradan da erenlerin topluluk içinde yeteneklerine göre sorumluluk yüklendiklerini anlıyoruz. Belki öbekte bulunan başka erenler de var gözcülük niteliklerinin issi olan. Böyle bir ivedi ve önemli durumda iş en yetkin erene düşüyor olmalı. Karaca Ahmed bu yetkinliğinden dolayı Rum’un gözcüsü olmuştur. Bugün İstanbul’un Anadolu yakasında bir gömütlük onun adını taşır. Erenlerin yaşama yurtları kaça göçe İstanbul’a da uğramış ki, bir yaşam süresinde olanaklı mı bu, sorusunu anlağa düşürüyor. Ancak biz kişinin adının zaman sınırlamalarımızı, yer sınırlamalarımızı kolayca aştığını birçok örnekten biliyoruz. Anma, tören, yüceleme ya da yüceltme ille de canlı olmaya, yaşamın sürdürülmesine bağlı değil görünüyor. Bir ölenin yedi yerde gömütünün (anıtının, makamının), tekkesinin, ananlarının onun imlediği yolda yürümelerinin başka türlü bir açıklaması olmazdı yoksa. Kişi, kişilik usun sınırlarını aşan bir gerçeklik olsa gerektir.

     Gözcülük dilin ilk anlam katındaki anlam üzerinedir. Bir nesneyi görmeyle değil, bakışla izlemek olmalı içerdiği. Olanaklı olan yine kendi içinde olanı da taşımıyor mu? Usun sınırı dışına çıkan bir alandayız. Ötedeyiz. Öte dünya kavramı ya da göstereni yalnızca dinlerin kitaplarındaki bir yerle mi, yaşam yerini (mekanı) mi gösteriyor? Hem kim bilmiş ki anlamın da göçebe bir gerçeklik olmadığını? Gözlenen nesne yalnızca bir bedenin üyesi olan gözle ilgili değil ki, Karaca Ahmed Dede’ye buyrulan, gözün erimi dışında kalan bir yerdedir ki, bunu işi Karaca Dede’ye yükleyen herkes bilmektedir. Öyle olmasa kendileri gözlerlerdi. Bir göz uruşta Bektaş Dede’yi görürlerdi. Tüm Rum ülkesi gözlenecektir. Görülmesi istenen değil, bakılması, taranması istenen Rum ülkesidir. Oradaki her nesne, saydamıyla, geçirgensiziyle (mat, opak) yalnızca görülebilecekler değil; olgun, yetkin bir bakışla anlaşılan don değiştirmişlik, biçim değiştirmişlik de kavranarak görülsün. Kavramak işe eli, cırnağı (pençe), ayak tırnaklarını da katmakla olanaklı olmalı. Bütünlüğü içinde bir varlık yaklaşımı. Yetenekler, beceriler, uslamlamalar, sezişler, işitişler, görüşler tüm gücün devindirilmesi. İşte gözü aşan bu kavrayış, cırnağa alıştır ki gözden oldukça ötede bir ustalıklar toplamıdır, toplaşmasıdır.

    (Velayetname’de çok bilinen bir anlatıda, yukarıdaki bölümün zamanından daha sonraki yıllarda kurulacak olan Sulucakarahöyük tekkesine giden Yunus Emre, kıtlık yıllarında kocamış anasıyla kendini birkaç ay geçindirecek iki çuval buğday ister. Hacı Bektaş onu hoş karşılar. Yunus’un gözlerindeki utangaç ezincin gücünü kavrayan Bektaş Dede, “buğday mı, nefes (kutsal soluk) mi Yunus,” diye sorar.  Yunus hamdır, çiğdir. Kendisindeki kendinden bilgisi yoktur o zamanda. Daha sonra “… bir ben var benden içeri/”yi Tapduk’un tekkesinde, okulunda yaşayıp öğrenecektir.  Yunus “buğdayı” seçer. Olanı kavrıyamamıştır. Köyden çıkınca, buğday çuvalları  eşeğe yüklenmiş, eşek önde giderken yolda düşünür. Kavradığı şey, kavrayışsızlık ettiğidir. Zenbudistlerin aydınlanması/ satorisi gibi bir içe doğuşla geri döner. Pişmandır. Bektaş Dede’ye nefes için yalvarır. “Buğdayı neyleyeyim ben, nefes isterim,” der. Bektaş Dede, onun kavrayışının açacağının/anahtarının artık Tapduk’a verildiğini söyler…)

     Ama günümüzde kimsenin bu anlatıdaki kavrayış, bakış/nazar gerçeklerine minnacık ilgisi kaldırılmamıştır. Sanki bakan, eden, kuran kimse kalmamıştır ortalıkta. S. Freud’un 1900-1924 arasındaki yapıtlarında sık sık altını çizdiği, 1930’lardaki yapıtlarının ana konusu olan bir duruma kişiler, topluluklar bilinçdışının zorlamaları yüzünden kapana kıstırılmıştır. Bilinçdışı, yaşayanların ortak kara yazgısı olmuştur. Bilinçdışı kişi, topluluk denilenin elinden her şeyi almıştır. Kişi, insan, “birey, özne” boş bir kavramdır böylece. Belirlenendir, edilgen olandır, uyandır, boyun eğendir… Belki durum Freud’un karşı çıktığı biçimde değildir. İnsan, kişi baştan beri hep vardır. Hep etkindir; eden, eyleyen, kuran yıkan, yeniden yeniden yapandır… insanın, kişinin, bilinçdışı  ve onun bilimi ya da Tanrısı tarafından tutsak alınıp edilgenleştirilmesi de bir psikoanaliz meselidir. Freud bu durumun, kısaca insanın, kişinin güçlerinin çağdaşlık zamanlarına uymazlığını belirtir. İnsanın güçleri çağdaşlık çağından çok gerilerde kalmıştır:

… tıpkı başka insanlar tarafından kendilerine verilen önemsiz işaretlerden sonuçlar çıkaran paranoyaklar gibi, ve gene tıpkı komşularının kişiliklerini rastlantısal ve kasıtsız davranışlarıyla ölçen bütün normal insanlar gibi davranıyorlardı. Boşinan, yalnız ve yalnız bizim çağdaş, bilimsel (317), ama hiç de kusursuz olmayan Weltanschauung’umuzda (dünya görüşümüzde) son derece yersiz görünmektedir; bilimöncesi dönemlerin ve halkların Weltanschauung’undaysa yerine oturtulmuştu, tutarlıydı. (S. Freud, Günlük Yaşamın Psikopatolojisi, s. 318, ç. Ş. Yeğin 2016)

     Kavrayışın içlemini anlatının kişisi (aynı zamanda tarihsel bir kişi de olan Karaca Dede) erenlere bakma, içe dalarak gözsüz bakma (murakebe/murakabe) sonucunu bildirirken bir kanıt olarak sunar. İçe bakış, içe dalış, içte, ki bugün bilinç ile bilinçdışı dediğimiz alanın yerlemidir; oraya yönelmektir. İçe dalış ya da anlatının murakebesi bir yoğunlaşma için kıyıya çekilerek yapılır. (Bazı bilinirci/ gnostik tarikatlardaki rüyete yatma/ dalma, rüyasına yatma edimi.) Bunun gözle, gözleme ile işi yoktur. Tersine gözler yoğunlaşmayı, bakışı kesmesin diye yumulur. (Aşık Veysel’e bakılırsa, kendi bilme yoluna karşın, bunun tersine, görmede kalış, açık gözlerle olur: “Yumma gözün kör gibi/…”)

     Anlatının ortaya koyduğu içe dalışın kapalı ancak orada bulunan bir benzetmeyle kendini açtığı anlam ise insanın içinde acuna bakacağı (seyr) bir gözgünün/ (aynanın) var olduğudur (İmgelem aynası mı?). Bu en azından çoğumuzun zaman zaman yakaladığı, ayırt ettiği bir gözgüdür. İmgeleri yüzeyinde kavradığımız simgesel bir yansıtıcı yüzey. Gözgünün sözcük kökü “göz”dür. Dilin ortak yaratıcısı göz ile gözgü arasındaki ilişkiyi usçu sayısal işlemlerle mi bulmuştur? Göz kendiliğinden görür, gözgü de kendiliğinden, edilgen olarak üstüne düşen nesneleri belli açılardan gösterirken ille de özne arayacaksak, özne gözün de gözgünün de dışında uygun açılardan bakmak için yer aranan, bulunmak istenen nesneyi o yüzeyde arayan bir Karaca Dede’dir. Gözgü bakmasını bilmeyeni bakma yerini ayarlayamayanı kimesnesiz (kimsiz ve nesnesiz) bırakır. Her gözgünün gökteki yıldızlar denli “kör noktası” vardır. (Bu yüzden ana dilin sözcükleri işlenip ayırdına varmasak da yeni kavramlaştırmaların yapısı onlarla örülmelidir. Çün yukarıdaki ilişki “türkçede” ne farsçanın aynasıyla, ne de başka bir dilin sözcüğüyle kolayca anlatılabilir. Meğer ki aynadaki, /ayn/ -göz, su kaynağı, göze, daldaki tomurcuk…- sezilmesin. Anlatılırsa anlam kendini belirsizleştirir, yüzeyin altında bir yerlerde bırakır. Bakış gerektirir.) İçe bakarak ancak Rum’u için aynasında yansıtabiliriz. Karaca Dede ustaca yaptığı işlemi dille dile getirebildiğince berkitir:       

-Rum’a külliyen göz urdum, nazar saldım, gördüm. Anın gibi kimse yok. Her mahluk cinsli cinsiyle ve çiftli çiftiyle durur amma Suluca Kara Üyükte bir güvercin şeklinde bir kimesne oturur. Göz urup nazar salıcak üzerime bir heybet düştü. Varsa oldur, dedi. Andan gayri değildir, dedi.

     Burada 15. yüzyılın dilinde olduğu gibi bugünde söylenen kavramların ayrımına varmış olmalıyız. Göz vurmak, nazar salmak. Göz vurmak, gözetlemek, gözü nesnelerin üzerinde gezdirmek bakmanın elbette ilk kapısıdır. Görmek bile bu ilk kapıyı geçer. (Göremeyene bakar kör, der bu dil. Buradaki körlük göz urup görememek olmalı. Görür kör çelişmesinden kurtulmak için görmekten bakmaya kaçmış olmalı ortak yaratıcı.) Bir perdenin arkasını buradan geçerek “görürüz”. İkinci kapıyı anlatı “nazar saldım”la anlatıyor. Nazar salmak, bakış atmak, bakmak anlamında bugün de söyleniyor. Bildiğimiz “nazar değdi”nin göze geldi, bir göz onu görmekten öte bakarak deldi geçti anlamında kullanıldığı yer. Başka bir söylemede nazar, içtenlik, değerlilik, bilgelikte bir basamak iyesi, kendine özgü bir yöntem ıssı olmak olarak da kullanılıyor. Bugün dar çevrelerde yaşayan Bektaşi yoluna gidenler birbirlerine “nazarım” diye sesleniyor. “Bakışım benim”, bir insanın bakışı olabilmek bence de çok değerli bir nitelik.

    İkinci önemli vurgu yaratılmışların (halk –hulk- edilen, mahluk olan) toplaklı (cinsli) toplağıyla, eşli eşiyle (çiftli çiftiyle) yaşıyor oluşudur. (Vurguya olgu dersek, toplumbilimin Durkheimci kesinlik gösteren, Descartesçı tartışılmaz, saltıkçı, işte burda ve şimdi apaçıkta kavramıyla karışabilir. Toplumbilim ya bakar körlere seslenen bir toplumbilimse? Ya da kesinlik deyip bunu aşkın bir güce göndererek, tartışmadan konu kaçırır gibi dayanaklandırıyorsa?) Önemli dedim, alışkanlıktan olmalı. Önemsizin ölçütü ne ola ki! Anlatının Karacası, bakışında doğalaşmış bir topluluklar öbeğinde, ya da başka türlü anlatırsak topluluklaşmış doğalarda  bir yasanın geçerliliğini, bir olanağın işleyişini araştırmasında o yasanın bilgisini kolaylaştırıcı bir araç olarak kullandığını söylüyor. Yalnızca tek başına olan, yalnız olan Tanrı’dır. O yaratandır (halk edendir, haluktur). Elbette bunlar aşkın (transsendent) bilgidir; deney ötesidir, arı usun düşünüleridir (idea). Yaratılanların (halk edilenlerin) araştırılmasında toplağından, türünden, eşinden (çiftinden) ayrı duranlar varsa, göz bunların üstünde durmalı, bakış bunların içine, dış biçimden özüne doğru dalmalıdır. Kimdir bu gelenekdışı, yasadışı, şeriatdışı –gayr-ı meşru- olan yalnız duranlar, eşsiz olanlar? Burada görünüşün biçimi, yani arı görü, bakışın kaynağından/öznesinden gelen bir güç ve yetenek olarak tasarımlanabilir. Kant, Prolegomena’da sentetik önsel yargılar için şöyle der ki, açımlayıp anlamaya çalıştığımız durumla yakından ilgilidir:

 a priori görebilme yetisi görünüşün malzemesiyle, yani onda duyumlananla değil (çünkü bu sadece deneysel olandır), yalnızca onun biçimiyle, yani uzam ve zamanla ilgilidir. Eğer bu ikisinin kendi başına şeylere değil, yalnız ve yalnız onların duyusallıkla olan ilişkilerine eklenen belirlemeler olduklarından en ufak da olsa bir kuşku duyan olursa, o zaman a priori olarak, dolayısıyla şeylerle karşı karşıya gelmeden, yani onlar bize verilmeden önce bilmenin nasıl olanaklı olduğunu; onların görüsünün nasıl bir yapısı olduğunu –ki burada bunu uzam ve zaman oluşturuyor- bilmek isterim. Ama bu ikisi, ancak ve ancak duyusallığımızın biçimsel koşulları olarak, nesneler ise yalnızca görünüşler olarak geçerli sayıldığı anda, bu tamamıyla anlaşılır; çünkü ancak o zaman görünüşün biçimi, yani saf görü kesinlikle kendimizden gelen bir şey olarak, yani a priori olarak tasarımlanabilir. (I. Kant, Prolegomena, s. 33, ç. İ. Kuçuradi, Y. Örnek 1995)

    Üçüncü kapıda bakışın perde arkasına yönelmesiyle bir yansıma, bir balkıma, bakış issine, göze, içine ya da arkasına yönelir. “Göz urup nazar salıcak üzerime bir heybet düştü.” Heybet, arapçada korku ve saygı uyandıran bir özellik, görünüş anlamıyla salınır. Sonra büyüklük, ululuk, yüceliğin insan üzerindeki ürpertici etkisidir. İnsanın varlığı birden üşür, buyar. Ruh ile bedenin birlikte, eşsüremli üşümesi. Buymak aşırı soğuk bir ortama çıkınca insanın ses üyelerinin kendiliğinden, doğallıkla, önlenemez olarak yel gibi esmesidir. Vuuu! Yer sarsıntısı öncesindeki gibi bir şeyler yel gibi uğuldar. Bedenin tüyleri diken diken dikilir. Dişler birbirine vurur. Derinlerden gelen bir uğultu sese dönüşür. İşte insanda bu duyguları yaratan kimesne, kim ile nesne insanda yansımış gibidir; görüntü olarak bile balkıyan insana çarpmıştır, insanın içine işlemiştir ki kanıt sayılabilecek olan da bu içe yansıyandadır. Yani olasılık alanı. Yani Kartezyen ya da Aydınlanmacı kesinliğin insana yalnızca bir yaprağıyla, yaprağının ucuyla dokunur oluşu. Olasının olanlar alanından geniş, derin, boylu olduğunu kestirebiliyoruz. Umut ediş de işte olasının yerleşkesinde  yurtlanıyor. Umudun göreli sonsuzluğu belki de olasılığın sonsuzluğu boyutunda yerlenmekten, yerleşmekten doğuyor.

     Dördüncü kapı çoktan açıldı. Biliş, buluş, gerçeğe ulaşma, seziş kapısı (İslamcı yolların, tasavvufların şeriatından, tarikatından, marifetinden ötede bir yerde bulunan hakikat ya da gerçek kapısı). Karaca Dede yine de gerçeğin sınırlı bir gerçeklikler toplamı olduğunu söyler, sezdirir. Evrenin içteki gözgüde ancak bilebilecek olan tarafından bilinebilecek olan bir parçası yansıyabilir. Anlatının biçemi bunu açıkça imler, gösterir, anlatır. “Varsa oldur, dedi. Andan gayri değildir”. Göreliye, koşulluya dayanan anlaksal, ussal bir kesinlik… Eğer Bektaş diye bir varlık varsa, onun varlığı kesinse eğer, işte o eşsiz duran, yapayalnız kalmış, yabancı konmuş güvercindir. Kesinlik varsayımsal olanın sınırları içinden çekip çıkarılan bir kesinliktir. Usa uygundur, duyumsaldır ve denemeye sınamaya uğratılabilir. Çün varsayımsal olan ulamı (kategorisi), her kesinlikten geniştir, kapsayıcıdır. Orada kesin olmayan, gerçek olmayan, doğru ve iyi olmayan hatta çirkin de yurt tutmuştur. “Ondan başkası değildir.” Anlatının biçeminin gösterdiklerini dar bakışlı ama bakışına aldırmadan dayatmacı “çağdaşçıl bilgi”nin gerçekleri dışında bir “gerçek” olarak alabilme yürekliliği ise belki de R. Chartier’in anlattığı sosyal bilimlere ilişkin şu anlayışta yatmaktadır:

Veyne’e göre tarih, geleneksel edebiyat biçimlerini kullanmaktan kurtulamaz; ileri sürdüğü açıklamalar “anlatının anlaşılır bir kurgu olarak düzenlenmesi için kullanılan biçimlerden “ başka bir şey değildir ve sonuç olarak tarih basit bazı merakların giderilmesine yarar. … Veyne gibi de Certeau da [Michel de Certeau], her tarih yazımının, biçimi ne olursa olsun, araştırma işlemlerini yeniden düzenleyen ve yeniden yönlendiren “anlatılaştırma” sürecine göre söylemini oluşturan bir anlatı olduğunu söyler. (Roger Chartier, Yeniden Geçmiş, s. 102, ç. L. Arslan 1998.)    

Visits: 40

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz