Darbe teşebbüsü ile yüz yüze kalmış olup, “kırk katır mı, kırk satır mı” sorusuna fiiliyatta cevap dahi veremeyecek halde iken, devlet darbe teşebbüsünün vermiş olduğu meşruiyetle “hukukunu” Olağan Üstü Hal kanunuyla istediği şekilde eğip bükerek terörünü muhalif olanların üstünde daha da sert bir şekilde uygulamaya başladı.
Evet, Darbe teşebbüsü bir gecede 240 ve darbecilerden 30 dolaylarında kişinin ölmesiyle Türkiye tarihinde meydana gelen en kanlı darbe olarak tarihte ve bunu yaşayan insanlar olarak bizim hafızamızda yer etti.
Bir önceki yazımda Darbe teşebbüsünün olduğu gece; darbeye karşı sokaklara çıkmış olan insanların tepkilerine bigâne kalan ve bu tepkilerin manasını anlamakta zorlanan zevatın, iktidarın nobranlıkları ve buna karşı muhalefetin basiretsizliğinde vücut bularak oluşturulmuş olan, gözleri kör eden atmosferde, iktidar ve devlete muhalefet etme ve sistem dışı olmakla, darbe gibi bir mezalime karşı olmayı karıştırmalarını eleştirmeye girişmiştim.[1]
Reel politikle ahlak ve vicdan arasında (negatif politik) bir duruş sergilemenin zorlukları böyle durumlarda ve anlarda daha da göze çarparak ortaya çıkıyor.
Devlet pragmatik ve politik duruşunu aslında siyaset teorisinin hiç de bilinmedik olmayan önermeleriyle darbe sonrası sergilemeye devam ederken – Fransız devrimi, Rus devrimi (ya da darbesi) ve İran devrimi gibi bir olaydan sonra vuku bulan terör dalgasını düşünelim mesela – bir şaşkınlık göstermek hepimiz için belki de ayıplanacak bir haldi.
Darbe öncesi dönem; devletin terör mekanizmasını – meşruti araçlar (hukuk ve yasama) ve legal şiddet aygıtıyla (polis, ordu vb.) – yeterince kullanabilme imkânlarını kullanmakta yetersiz kaldığı bir dönem olarak tarif edilebilir. Darbe teşebbüsü, kitlelerin sokağa dökülmesiyle iktidar ve devlet mekanizmasına yönelik az da olsa var olan var olan kitlelerin memnuniyetsizliğini oluşmuş olan atmosfer vasıtasıyla elinde temerküz etme imkânını da verdi.
Yasal değil ama meşruiyeti kaybetmemek ve kitleleri devlet ve iktidardan uzak tutmamak ve onların rızasını almak tüm iktidarların ve devletlerin en önemli kaygıları arasındadır. Her zamankinin aksine Olağan Üstü Hal ilan edilip sıkıyönetim ilan edilmedi. Kitlelerin sokaklarda kalması ve sabahlara kadar sokakları boşaltmamaları için bedava ulaşım da dahil olmak üzere devlet destekli “şenlikler” düzenlemek yoluna gidilirken, İslam ve milliyetçilik karışımı bayrak sallama gösterileri ülkenin her yanını sardı. Sağcılı, solculuk, islam[2] ve milliyetçilik aynı ruh iklimiyle bir “ergime potası”nda kendine 15 Temmuz ruhu – bu topraklarda ihtiyacında olduğumuz bir ruh değildir ama olaylar ve durumlar üzerinde oluşturulan ruhlarla doldu taşıyor. Gezi ruhu gibi bir şeyi de hatırlatan bir şey bu 15 Temmuz ruhu – gibi bir kavram buldu.
Bu ruh Devletin kendini konsolide etme faaliyetlerinin merkezinde bir işlev gördü ve görüyor. Devlet ve devlet severlerin sloganı millet-devlet bütünleşmesi meclisteki tüm partilerin ortak bir 15 Temmuz ruhu ile totaliter bir toplum ruhu yaratmanın adı oldu ve olmaya devam ediyor.
Sivil toplum kuruluşları, bazı siyasal partilerin şubeleri, devlet bürokrasisinin çeşitli kademelerinde bulunan memurlar ve gazeteciler bu ruhun altında eziliyor ve kovuşturmalara uğruyor. Devletin varlığına yönelik bu harekete karşı reaksiyonu daha rasyonel temelde işleyerek her devletin arzu ettiği ve edeceği bir şeyi yaratıyor. Meşruiyet kazanan bir devlet ve dolayısıyla devletini seven totaliter bir toplum. Ayrılıkları-gayrılıkları, farklılıkları ve çeşitliliği silen tek devlet, tek bayrak, tek millet sloganı bu formülde vücut buldu.[3]
Sovyetler Birliği’nin – bu ismi kullanmak her zaman bana zül gelmiştir. Burada sadece Rusya’nın eski ismi olduğundan dolayı kullanıyorum – zamanında tüm parti içi ve dışı muhalefete uyguladığı Temizleme operasyonlarına benzer operasyonlarla karşı karşıyayız. Devletlerin reaksiyonu, adı ne olursa olsun, değişmiyor. Bir gövdeyi koruma tepkisi gibi bir şey bu.
Bugün muhalefeti ve iktidarıyla devlet kendini konsolide etmiş ve savaş çığlıklarıyla – zaten teşne olduğu – emperyal politikalar peşinde koşmaya başlamıştır. Amerikan ve Batı Emperyalistleriyle ilişkilerini riske atma pahasına kendi içinde daha “bağımsız” bir politika güderek savaşa koşmuştur.[4] Artık benim emperyal bir politikam var diyor Türkiye. Bunun için kullandığı ve kullanacağı hem eskiye hem de yakın zamana dair argümanları bugünlerde haber kanalları, diziler vs. ile boca ediliyor. Lozan, Musul meseleleri üzerine yürütülen tartışmalar bunun aracıdır.
Totaliter bir toplumu bu ruhla dinamik tutacak en önemli araçlardan biri de budur zaten. Milliyetçilik galebe çalmış ve “İslam” da bu araçlardan biri olarak bu oyunun manevi araçlarından biri olarak kullanılmaya başlanmıştır.[5]
Elbette bu manevi “silahlar” kullanılmaya başlayınca orta doğudaki manipülatif siyasi oyunlarda bir aktör olarak yer almanın kapısı da açılmış olmakta.
Ana akım medya yoluyla Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş döneminde Emperyalistler tarafından Osmanlıya dayatılan “tarihi haksızlıklar” tekrar gündeme taşınmakta, devletin çıkarlarına hizmet edecek devletlerarası haksızlık söylemleri gündemi bir anda işgal etmektedir bugün. Bu söylemlerin temel amacı da devletin ideolojik olarak kitleleri konsolide edecek araçları devreye sürmesi anlamına geliyor. Meşruiyet oluşturma çabaları Orta Doğu’daki savaşa dahil olma ve paylaşımda pay alma çabası olarak okunmalıdır.
İktidar hükmetme alanlarını genişletmek ve uluslar arası alanda şiddet tekelini temerküz etmede bir adım daha ileri gitmek istiyor.
Yeryüzünün ”lanetlilerine”, mazlumlara ve madunlara sabır diliyorum.
Numan Bey
[1] Bu yazıya verilen tepkiler anarşizm kimliğiyle var olduklarını iddia eden birçok insan için fecaate işaret ediyor. Reel politiği anlama ve ona yönelik bir bakış açısı sunma çabasındaki yazı manipülatif ve yazıya içkin olmayan anlayışlarla tu kaka edilmeye çalışıldı ve mebzul miktarda küfre maruz kaldı. Anarşizmi partizanlık ve vicdansızlık derekesinde anlayan bir halet-i ruhiyenin ve solculaşmış bir katılığın ve yobazlığın açığa çıkması için de bir vesile oldu bu yazı. Karşımızda gördüğümüz kişiler Anarşizm değil neidüğü belirsiz bir solculukla menkuldürler. Gerek PKK’den kopmuş “anarşizm” adlı solculuk, gerek milliyetçilik ideolojisinden kopmamış Türk solculuğundan mukim solculuk anarşizm adına ortalıkta boy gösteriyor.
[2] İslam, islamcılık vasıtasıyla ve kalvinist bir zihniyetle mevcut kapitalist sistemin zihniyetine uygun bir hale getirilip yorumlanarak ana temellerinden koparılıp mevcut sisteme uygun hale getirilmiş ve milliyetçilikle bulandırılmıştır. Örneğin: İslami bankacılık, dünya malını sevme, uhrevi olanın dünyevileştirilmesi ve devletle ilişkili ve uyumlu bir din anlayışı, Allah’ın yerini alan bir devlet anlayışıyla şirkin içinde yüzen bir İslam tasavvuru vb. bu vasıtayla dinin sekülerleştirilmesi…
[3] Aslen anarşizm açısından savunulacak bir tarafı olmayan ama yaşadığımız reel toplum pratikleri açısından daha makul olarak görebileceğimiz; son 40-50 yılın toplum mühendisliği faaliyetlerinden olan fikri, etnik ve dinsel farklılıkların verdiği zenginlik üzerine bina edilecek hoşgörüye dayalı bir toplum kurma projesi olan çokkültürlü toplum projeleri ve tartışmalarını da görmezden gelen totaliter bir toplum yaratma çabasıyla karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum.
[4] Devletler ve ülkelerin bağımsızlığı kavramının birçok açıdan doğru bir yere gönderme yapmıyor. Globalizasyon ve çok kutuplu bağımlılık ilişkileri uluslar arası politikada da farklı davranma kipleri geliştirmiştir.
[5] Daha önce birkaç yazıda kısa bir şekilde temas etmiş olduğum AB projesinin ve dahil olan ülkelerin yürürlüğe koyduğu bir çok yasama faaliyetinin totaliter bir kıta yaratma çabasının olduğuna temas etmiştim. Ürün standardı, yemeğimizdeki tuz içeceğimizdeki alkol vb. miktarı ve sigara bunlara basit bir örnek olarak gösterilebilir.
Views: 38