Site icon İtaatsiz

Fakirliği Seçmek Erdeme Götürür (Üç Örnek)- Alişan Şahin

Tarihte varlık kaygısından sıyrılmış insan/insanlar bulmak ve bunun üzerine düşünmek, bugünün tüketim ve değerlerini yitirmiş toplumunda anlamlı olabilecek  sonuçlar verecektir bizlere.

Bu minvalde ele alınacak belli başlı şahsiyetler değişik coğrafya ve iklimlerde seçilebilir. Bunlardan biri İslam coğrafyasının içinde, Ibn-i Rüşt’e ve batıni dünyaya (hasan sabbah ve onların tezlerine) karşı tezleriyle islam ortadoksisini –kimilerince- oluşturduğu söylenen ve islam felsefe ve düşünce hayatına katkıları da hiç bir zaman red edilemiyecek olan, Mutasavvıf ve Filozof Imam-ı Gazali, Bir diğeri Hristiyan dünyanın içinden çıkıp Anarşist düşüncelerle de yoğrularak bu duruma varan Leo Tolstoy ve sonuncusu efsanevi bir şahsiyet gibi görünen Siddhartha Gautama yani Buda’dır.

I

İmam-ı Gazali’nin biyografisine bakıldığında onun 1058’de Horosan’ın Tus vilayetinin Tabaran şehrinde dünyaya geldiğini görürüz. Babası eğirdiği yünlerini dükkanında satan, okuyup yazmayla uğraşmamış bir esnafmış. Babası öldüğünde her iki oğlunu iyilik sever sufi arkadaşlarından birine emanet etmiş ve onların kendisinin nail olamadığı şeylere varmalarını arzu ettiğini söylemiş. Bu zat onların eğitimiyle babalarından kalan miras bitinceye kadar uğraşmış ve daha sonra onlara bakacak maddi gücü olmadığı için bir medreseye girmelerini önermiş. Ve daha sonra bu iki kardeşin o zaman bu yola başvurmuş.

Kelamdan fıkıha, felsefeden tasavvufa bir çok alanda yazılar yazmış ve fikirleri ile günlük yaşamı arasından, Düşünce ile yaşam deneyimi arasından uyumu yakalamaya çalışmış ve bu onun yaşamının temel sorusu olmuştur. Hertürlü bilginin bir şekilde ahlak yada inançla ilişkili olarak birbirini etkilediğini söylemiştir (bu görüş T. Khun’un düşüncelerini çağrıştırmaktadır bize).

Onun ilim tahsil etmek maksadıyla Tus, Nişabur, Bağdat, Şam’a gidip medreselerde ders verdiğini ve kendini aynı zamanda eğittiğini öğreniyoruz. 27 yaşındayken Nizmü’l-Mülk ile tanışıp onun gözüne girip 33 yaşında Bağdat Nizamiye Medresesinin Baş müderrisliğine tayin edilmiş ve devlet idaresi ve politik problemleri yakından tanıma imkanına sahip olmuş. Bu toplumsal yapı içerisinde bilgin olarak gelinebilecek en yüksek konum olarak değerlendirilir. Bir anekdotta zenginlik olarak onun vardığı konumu vurgulamak için onun Bağdat’a yeni göreviyle girişi sırasında giymiş olduğu elbise ve bineğinin 500 dinar olduğu belirtilmektedir ki sadece bu rakam doğrudan para kazandıran bir meslek sahibi olmamasına rağmen o zaman için inanılmaz bir servete işaret eder.

Bağdat’ta bulunduğu sıralarda Selçuklular ve Nizari Ismaililer arasında devam eden mücadeleler boyunca Gazali bu önemli konumunu sürdürmüş bu süre içerisinde Batıniler, Nizam’l-Mülk’ü suikastle öldürmüşler ve Melikşah’ı da zehirleyerek öldürmüşler. Ortalığın oldukça karışık olduğu bu dönemde iktidar çekişmeleri de ayrı bir kayıt olarak tarihe düşülmektedir.( Örneğin Melikşah’in Batıniler tarafından değil de saray içerisinden bir iktidar çekişmesinin sonucu olarak zehirlendiğini iddia eden tarihçilerde mevcut). Bu karışıklık içerisinde Gazali’nin iç dünyasının ve düşüncelerinin de karışık olması onu sürekli şüphelere itmiş ve Bağdat’tan ayrılma bocalamaları, Sürekli iç çekişmeler yaşamış. ve bu kararsızlık hali içerisinde dilinin tutulduğu ve konuşamaz hale geldiğini, yemeden içmeden kesildiğini ve bu iş doktor müdahalesine kadar varmış (sürekli tanrı korkusu içerisinde yaşayan, kendilerine sürekli doğruyu arama ve günaha girmeme için kendilerini sorgulayan ve sonuçta hastalanan rahipleri hatırlatmaktadır bize) ve sonuçta onun fikri ve ruhi bunalımı fiziki bir gösterge olarak hastalığa varınca 1095 yılının Kasım ayında kendi ve ailesinin nafakasına yetecek kadarının dışındaki tüm servetini dağıtarak tasavvufi bir uzlet ve zühd hayatı yaşamak arzusu ile Bağdat’i terk etmiştir.

Gazali’yi şan, şöhret, itibar, zenginlik ve iktidar gibi cazip mevkileri terk ederek sıradan bir derviş hayatı yaşamaya sevk eden etmenlere dair oldukça fazla spekülasyon olmasına rağmen (bunlardan biri Batınilerin suikastinden kaçmak için, bir diğeri de o zaman iktidarda bulunan Selçuklu sultanıyla iyi ilişkiler içerisinden bulunmaması vs. gösterilmektedir) -ki bu spekülasyonlar onun neden dervişlik yolunu seçtiğini açıklamaz- bizim için önemli olan  ve bana, burada ve bugünün dünyasında yaşayan bizlere gösterebileceği en önemli şey, onun iktidarı ve parayı terk eden ve hakikati aramak gibi bugün birçok insana anlamsız ve gereksiz bir çaba olarak görünen tarafıdır. Onun bu tarafı bugün için devrimci bir tavır olarak düşünülebilir. Bu devrimci taraf samimi bir bilgi arayışı ve samimi bir kendini kendi için kendinde arama çabası olarak değerlendirilebilir. Onun kendi nefsinin kurbanı olmadan dünya zevklerinden elini eteğini çekebileceğine dair bir işarettir bu. Zor olan şey, zengin ve üne sahip olmak değildir. Bu ün ve zenginliği tepmektir zor olan ve insanı soylu yapan. İnsanı soylu yapan bu manada seni çeken ve sevk eden şeyleri reddetmektir. İşte Gazali örneği böyle bir örnektir. Bu minvalde o dikkatle ve üzerinden düşünülerek dersler çıkarılması gereken bir örnek olay olarak ele alınmalıdır aynı zamanda.

Kuşkusuzdur ki derviş hayatı bir fukaralık halidir. O bunu bizzat tecrübe etmek istemiştir. O günün dünyasında fakirliğin bir alim için övünülecek bir şey olduğu anlatılmaktadır kimi yerlerde. Kanımızca övünülecek bir şey olarak ele alınmasına rağmen böyle bir yolu tercih etmek, dünya malından elini-eteğini çekmek her dönem için oldukça zor bir eylemdir. Bunu özellikle kayda geçmek gerekmektedir.

II

Leo Tolstoy bilmeyeni olmayan önemli bir edebiyatçı… Hani “Anna Karenina” ve “Savaş ve Barış” adlı romanlarıyla çok ünlü olan yazar… Diğer bir örneğimiz Tolstoy.. dünya edebiyat tarihi içerisinde yerini edebiyat tarihçileri bir mihenk taşı olarak adlandırmaktadırlar. Aynı zamanda toplumcu ve ahlakçı bir düşünür olduğu da vurgulanır.

Soylu bir toprak sahibinin oğlu olarak, 9 eylül 1828’de Moskova’nın güneyindeki Yasneya Polyana’da aile mülkü olan bölgede dünyaya gelmiş. Fransız ve Alman eğitmenlerce yetiştirilmiş, 16 yaşında kazan üniversitesine girmiş doğu dilleri ve olmayınca hukuk okumuş ve oda olmayınca 1847’de okulu terk etmiş. Jean-Jacques Rousseau’dan etkilendiği de iddia edilir. 1851’de Caucasuse’de orduya katılır. Rus-Türk savaşı, Sivastopol’dan sonra Paris’e yaptığı gezi sırasında sokakta Giyotinle idam edilen insanları görmüş ve: “Hiç bir yerde ve hiçbir hükümetin hizmetine girmeyeceğini” ve devlet gücünden nefret ettiğini söylemiştir.

1856’da St. Petersburg’a dönüp köylülerin eğitimiyle uğraşır. 1857-61 de Almanya, Fransa, Isviçre ve Ingiltere’yi ziyaret eder, döndüğünde ise Yasneya Polyana’da köylü çocukları için bir okul açar ve özgür okul deneyimi üzerinde çalışır. Modern ilerlemeci okul anlayışının, bu deneyimlerin gölgesinde kurulduğu da iddia edilmektedir. Aslında liberter bir okul deneyimidir yaptığı.

1882’deki itiraflarında ruhsal karmaşasını, “anlamsız varoluşunu” ve bencil sınıfını sorgular. Anna Karanina yı yazdığı bu sıralarda bir takım düşünsel sıkıntılar içinde olduğu, yaşamın anlamına dair sorularla boğuştuğu ve intihar eğilimi içerisinde olduğunu itiraflarında ifade eder.. Sadece inanç(iman)ın yaşamın varlığını anlamlı kılacağına karar verip Budizm, İslam ve Hristiyanlık üzerine okumalarını yoğunlaştırır bu dönemde. Şöyle der: “ insan dehasının en derin kaynağı ve tüm dünyayla ilişkimizi açıklayan tek şey inançtır.”

Kendi sınıfından kimselerle istediği manada iletişime geçemeyince fakir, cahil, köylü, rahip ve tarikatçılarla ilişkiye geçer.

Bu sorgulamalar sonucu iki ilkeye sahip olduğu sabittir.

Bunlar: tüm insan varlığı için sevgi ve düşmanın zoruna karşı dahi direnmemedir (bu düşünceler sivil-itaatsizlik içinde önemli ilkelerdir. Thoreau’nun düşüncelerine yakınlığı zaten tartışma götürmez derecede açıktır ve onu bildiği bilinmektedir.)

1894’te “Tanrının Yurdu Senin Içindedir” (The Kingdom of God is Within You)[ bu cümle bize “ne ki varsa alemde, vardır ademde” (Fuzuli) hatırlatmakta] adlı kitabında düşüncelerini geliştirir ve bu düşünceleri yaygınlık kazanır. Otokratik Rusya’da toplumsal eşitsizliğe, kiliseye ve despot yöneticilere karşı korkusuzca ahlaka ve özgürlüğe dikkati çeker. Bu durum ise kiliseyle bağlarının kopmasına (1901) neden olur.

Çar II. Nicholas’a yaptığı zulümleri ve katliamları durdurması ve toprak reformu için iki defa mektup yollar. Sonuncusu yanıtsız kalır. Amerikalı sosyolog Henry George’un eserlerini okuyup onun düşüncelerine samimi bir şekilde bağlılık duyan Tolstoy, toprak reformunu bu düşünceler temel alınarak yapılmasını önerir. O’na göre Henry George’un düşünceleri yeryüzünün yoksul ve köylülerinin özel mülk sahiplerinden kurtulması için önemli bir adımdır. Gelen yanıtta ona bu düşüncelerin “ütopya olduğu” bildirilir. (Karşılaştığım bir diğer değerlendirme Marks’a aittir. O da Henry George’u ve düşüncelerini Ütopyacılıkla yargılamaktadır).

Ve bu sorgulamalar boyunca bir çok sonuca varıyor. “Eğer fakirlere yardım etmek istiyorsam, fakirliğe neden olan biri olmamalıyım” diyor bir yerlerde ve paradan nefret ettiğini fark ediyor. Düşünüyor ki para, çalışanların elinde emeği temsil ederken, toprak sahiplerinin elinde güc’ü temsil etmektedir ve fakirlerin köleleştirilmesi için bir araç ve büyük bir kötülüktür. Topraklarını köylülere onların sefil yaşamlarını düzeltmek amacıyla bir düzenlemeyle dağıtıyor..

82 yaşındayken hasta haliyle bir gün en küçük kızıyla evden ayrılıp, evden oldukça uzak bir tren istasyonunda ölür. 19. yy’ın en etkili ve önemli ahlakçısı olarak bugün dahi etkisini sürdürmektedir Tolstoy. Gandi’yi önemli oranda etkileyen bir şahsiyet olduğu ise herkesçe malumdur.

Tolstoy’un bu biyografisinde görülecek en önemli şey, Gazali gibi onun da bir düşünsel karmaşıklık ve kaos içerisinde bulunmasıdır. Bu süreç aşağı-yukarı aynı gibi görünmektedir. Ve sonuçta bir kaçış. Bir çeşit düşünsel sürgün…bulunduğu yeri terk, başka dünyaları ve başka iklimleri keşif çabası… bulunduğun yerde içsel sürgünlük yaşama… ardından dünyaya açılma ve dünyaya müdahale… kendi durduğun yerde… kendince… sosyal problemlerle öyle-yada böyle içiçe yaşamakta ve insanın ne’liği ve ne olmaklığı ile ilgili sorularla devamlı surette boğuşmaktalar.  Ve bugünkü manada sorgulanırsa yoksulluğa ve ilme doğru varlıklarını sürükledikleri sarih olsa gerektir. Hakikati arama çabası içerisinde dünyanın gereksiz ağırlıklarından ve cazipmiş gibi görünen şeylerinden kopma hali dikkat çekilecek en önemli duruşlarıdır onların..

III

Bu ikiliye Budha’yı eklememiz yanlış olmasa gerektir. Budha’da neler görmekteyiz. Bakalım:

Nepal’in güneyinde Shakyas adındaki bir klan tarafında idare edilen küçük bir ülke varmış. Bu klan’ın başı ve ülke’nin Kralının ismi Shuddodana Gautama ve güzel karısının ismi Mahamaya imiş. Mahamaya ilk çocuğunu doğurmuş ve çocuk doğduğu andan itibaren uyanık ve konuşabilir durumdaymış ve annesine insanoğlunu acılardan kurtarmak için geldiğini söylemiş ve yürümeye başlamış. Adımını bastığı yerde nilüferler açarmış. Ona hedefine varmış anlamına gelen Siddhartha ismi verilmiş.

Kral çok-ünlü bir falcıya çocuğunun geleceğini öğrenmek için danışmış. Falcı ona Siddhathta’nın ya çok iyi ve başarılı bir kral olacağını yada insanlığa hizmet eden büyük bir bilge olacağını söylemiş. Kral, oğlunun kendi yerini almasını istemekte ve dinsel yaşama sürükleyebilecek her şeyden onu uzak tutmak istemekteymiş ve onu bir kaç yerde, dünyaya kapalı tutmaya başlamış. Yaşlı, hasta, ölü ya da kendini manevi yaşama adamış hiçkimseyle görüştürülmemesine dikkat edilmiş. Onun etrafını güzellik ve sağlığın sarmasına dikkat edilmiş sadece.

Siddhartha büyüyüp güçlü ve yakışıklı bir genç olmuş. Savaşçılar kastının prensi olarak savaş sanatları konusunda yetiştirilmiş. Duvarların arkasında nelerin olup bittiğini merak etmekteymiş ve bu merakında ısrarcı olunca ülkesini ve insanlarını görmek için izin koparabilmiş. Kral, Siddhartha’nın dinsel yaşamdan uzak kalması için herşeyi ayarlamış ve sadece genç ve sağlıklı insanlarla görüşmesini sağlamaya çalışmış.

Tesadüf odur ki, dışarı çıktığında yaşlı bazı insanları görmüş ve oldukça şaşırmış ve şok olmuş. Onları takip etmeye başlamış. Sonra acı içerisinde inleyen insanlara rastlamış. Ve sonra bir cenaze törenine tesadüf etmiş ve böylece ilk defa bir ölü görmüş. Bu durumu arkadaşına sormuş. Arkadaşı ise daha önceleri görmesi gereken bu basit şeyleri anlatmış ona: Hepimiz, yaşayıp, hasta olup sonuçta öleceğiz demiş. Bu arada ayrıca Siddhartha bir derviş görmüş. Bu derviş yaşamın (Beden’in) tüm zevklerinden el çekmiş bir keşişmiş. Keşiş’in sakin, duru yüzü hiç gözünün önünde gitmemiş Siddhartha’nın…

29 yaşına geldiğinde yaşamında mutlu olmadığını, acıyı anlamaya ve acının üstesinden nasıl gelinebileceğini araştırmaya başlamış. Ardında bir gece uyuyan eşini ve yeni doğmuş olan çocuğunu öpüp sarayı terk etmiş. Pahalı elbiselerini çıkarıp, saçlarını kesip atını saraya yollamış ve zahid (derviş) hayatı yaşamaya başlamış. Altı yıl boyunca 5 zahidle beraber bu yaşama devam etmiş. Beden’in zevklerinden elini eteğini çekme halindeki samimiyeti sayesinde bu 5 zahid onun takipcisi olmuşlar. Fakat bu bir şey değiştirmemiş ibadetini iki katına çıkarıp su ve yemeği tamamen reddetmiş. Ta ki ölüme yaklaşıncaya kadar.

Bir gün sokakta bir köylü kızının kendisini bu durumunda görüp, yiyecek bir şeyler verip, acımayla ona baktığını görünce düşünmeye başlayıp ve bu aşırı gidişin onu hiçbir yere götürmeyeceğine karar vermiş. Lüks ve zenginlikle bu aşırıya vardırılmış kendini cezalandırma arasında bir orta yol bulmanın iyi olacağına karar verip, yiyip, içip, ırmağa girip yıkanmaya başlamış. Bunun üzerine takipçileri olan 5 zahid Siddhartha’nın zühd hayatını bırakıp, dünya zevklerine döndüğünü ve onları terk ettiğini düşünmüşler.

Daha sonraları Siddhartha, Both Gaya kasabasında  acı çekme problemine bir yanıt buluncaya kadar belli bir incir ağacının altında oturmaya karar veriyor. Günlerce orada oturuyor. İlk derin konsantrasyonunda aklını tüm kötü şeylerden temizliyor  ve dikkatli bir meditasyonla tüm hakikat önüne seriliyor. Sonra geçmişini hatırlamaya başlıyor. Mayıs’taki dolunayda, seheryıldızı yükselirken Siddhartha en sonunda acı çekmeye dair sorularına cevapları idrak etmeye başlıyor ve Buda oluyor -ki Buda kelimesinin manası “idrak eden kişi”dir.

Ağacın altında günlerce oturan Siddhartha için sahip olduğu bu bilgilerle diğerleriyle ilişkiye geçmek zor gibi görünmüş  (burası Nietzsche’nin Zerdüşt’ünü hatırlatır).

Ölduğunde söylemiş olduğu son cümle şudur:

Geçici olan herşey yaratılmıştır

İdrak etmeye çalış

Buda, Tolstoy ve Gazali’nin yaşam seyirleri içerisindeki ortak noktalar ve ortak değerler kısaca anlayabildiğimiz kadarıyla şunlardır. Bunlar :

1. Hikmet peşinde koşma.

2. İnsanların sürekli acı ve ıstırap içerisinde yaşıyor olmalarından hareketle -ki kendilerinin de yaşamış oldukları şeyler insanların acı içerisinde olduğuna vurguyu açık kılar bizim için de- bunun nedenlerini araştırma…

3. Kendilerince buldukları sonuçları anlamlı kılabilecek minvalde pratik etme.

4. Bu süreç içerisinde devamlı surette varlığın ne’liği ve ne olmaklığına dair soruların peşinde olma.

5. Hikmete varmanın yolu geçici dünyada dünyanın cezbedici maddi zevklerinin bağımlısı olmamak ve diğer manada ahlaki bir arınmışlık.

6. Bir çeşit kendi nefsini temizleme.

7. Bu süreç içerisinde erdeme yapılan vurguların işaret ettiği ana nokta fakirlik. -Bundan hareketle ise fakirlik bir çeşit yüklerden kurtulma ve sadeleşmeyi anlatır.

8. Ve bu noktaya vardıran ana kalkış noktası inanç ya da iman (her nasıl olursa olsun) ki örneklerimizin hepsinin belli bir inanca sahip oldukları aşikardır.

Tüm bu hakikate erme mücadelesinde kalkış noktası, insan varlığının kötü’ye (iktidar, güç, toplumsal övgü -dolayımıyla böbürlenme- arzusu içerisinde olması olarak anlamaktayım kötüyü) temayüllü olmasından hareketle insanın alt etmesi gereken asıl düşmanının kendisi olduğuna yönelik somut yanıtlardır gördüğümüz. Bu ise yazımızın asıl temasını oluşturmaktadır.

Alişan Şahin

Visits: 51

Exit mobile version