“Köpeklerin en büyük kısmı sahili takip eden kayalık üzerinde toplanmıştı. Pek çokları güneş hararetinden kavrulmuş, serinlemek için var güçleriyle suda yüzüyorlar, son takatlarına kadar suda kalmak istiyorlar. Ötede beride görülen cesetlerin etrafında dolaşarak, çabalayarak bir parça et koparmaya çalışıyorlar… Karadaki diğer kısmı ufak bir gölge bulabilmek için taş kovuklarına sığınmak üzere delik, deşik arıyorlar… Diğer bir kısmı ise adeta delirmiş gibi oraya buraya koşuyorlar, sürekli kendi etraflarında dönüyorlar… Seslerini şimdi tam olarak duyuyorduk. İşittiğimiz bu feryatlar köpek havlaması değil adeta insan feryadı idi.”
İtaatsiz dergisinin sayfalarında, bu köşede, dilimin döndüğünce liberal, Marksist vs. ilerlemeci ideolojilerin insan dünyasını ve canlılar alemini, içine düşürdükleri açmazlar ve çaresizliklere kimi zaman reel politik duruşlarındaki yanlışlıklara ve çoğunlukla erdem ve irfan kaybından ortaya çıkan zafiyetlere temas etmeye çalıştım. Dolayısıyla ifade etmek gerekir ki bu derginin neredeyse esas amacı hakikat arayışına bir katkı sunmak üzerine bina edilmiştir.
Bu sefer tarihsel bir vakaya temas etmek amacındayım. Mesele belki birçokları tarafından bilinir ya da duyulmuştur. Tarihe düşen bir utanç sayfası olarak da anılabilir.
İslam ve Hz. Muhammed’in sünneti bizlere hayvanlarla uyum içerisinde ve onlarla ve onlar için yaşamak gerektiğini ve bu bütünlüğü ifade eder. Hz. Muhammed’in pratiklerine dair oldukça fazla örnek vardır.[1] Bundan hareketle İslam’ı kendine “rehber edinmiş” bir imparatorluk olan – tarihindeki katliamları elbette göz ardı etmek amacında değilim tam tersine aslında bu katliamlardan birine temas etmek maksadındayım – Osmanlı İmparatorluğu ve Osmanlı “sınırları” içinde yaşayan halk da buna uyum göstermiştir.
Avrupa’da modernleşme ve kapitalizmin gelişmesi süreci içerisinde şehirleri ve şehirlerde yaşayan canlıları dizayn etme ve disipline sokma çabası milyonlarca insanların katledilmesi, asimile edilmesi, dillerin ve kültürlerin yok edilmesini getirmiş; meşru bir ideolojik zemin geliştirerek “saflaştırma” ideolojisi diyeceğimiz birbirinden farklı görünen ama benzeri uygulamalara neden olmuş. Bahse konu olan düşünceleri aslında ilerlemeci fikirler ve ideolojiler olarak ifade etmek mümkündür. Bu fikrin ana omurgasını iktisadi gelişme, büyüme oluşturmakta. Marksizmden liberalizme bu fikirler birbirinin aynıdır. Marksizm, ilerleme adına İngiliz sömürgeciliğinin Hindistan’daki ilerlemeya yaptığı katkıları överken katliamları “hoş görmese” de meşru görebiliyor, Ulusçuluk ideolojisi ise asimilasyonlardan kitle katliamlarına ve hatta faşizme kadar bir rota izleyerek yolunu bulmaya çalışıyordu. Tanzimatın ilan edilmesiyle beraber batıya dönük çağdaşlaşma ve bundan hareketle uluslaşma çabaları Osmanlı şehirlerinden en gözdesi olan İstanbul’da bu düşüncelerin bir ifadesi olarak şehirleri ve yaşamı dizayn etme noktasına vardırmıştı.
Osmanlı imparatorluğunun son yılları, 1910’dan önce İstanbul (Özellikle Osmanlı topraklarında ve Anadolu’da) sokaklarında sokak hayvanları yabancı seyyahların dikkatini çekecek ve günlüklerine not olarak düşecekleri kadar serbestlik ve insanlarla iç içe yaşamaktadır. Bu gezginlerin bazı ifadeleri aynen şöyledir:
“”Köpeklerin en çok sevildiği ülke hangisidir? Türkiye. Orada onların hepsine uygun olup olmadığına bakmaksızın yemek veriliyor. Hamile dişi sokak köpeklerine doğum yapmaları için evlerin önünde ot veya samandan yatacak yer hazırlanıyor. Camiden çıkıldığında, onlara özel olarak yapılmış peksimet dağıtılıyor. İstanbul’da kendilerini barındırma hakları meşhurdur.
Bu kentin sokak köpeklerinin nüfusu 60 bin kadardır. Küçük aşiretlere bölünmüşler; bu aşiretlerin her birinin bir sokağı veya bir mahallesi bulunuyor ve oradan çıkmadıkları gibi kimseyi de sokmuyorlar, böylece her köpek aynı mahallede doğup, büyüyüp ölür. Lüksün ve zarafetin merkezi olan Pera Caddesi’nin orta yerinde bu köpekleri caddenin veya kaldırımın ortasında yayılmış bulursunuz. Kırların ortasındaki kadar rahat bir şekilde gelen geçeni umursamıyorlar. Daha doğrusu kendi evlerinde olan onlar; size de onların rahatını bozmamak düşüyor.”‘
19.yy’ın tanınmış seyyahlarından Edmond De Amicis ise İstanbul’un köpekleri ile ilgili olarak şu ifadeleri kullanıyordu: “İstanbul kocaman bir köpek harasıdır; şehre varı varmaz herkes bunu görür. Köpekler, şehrin ikinci nüfusunu oluştururlar ve her ne kadar sayıları birincisinden az ise de ilgi çekicilikte ondan geri kalmazlar!.. Onlar kocaman bir bedavacılar cumhuriyetinde bir araya gelmiş durumdadır, ne tasmaları ne sahipleri ne kulübeleri ne evleri ne de kanunları vardır. Bütün hayatları sokaklarda geçer. Orada kendilerine küçük yuvalar kazarlar, karınlarını doyurup uyurlar, doğarlar, yavrularını beslerler ve ölürler ve hiç kimse-hiç olmazsa Stambul’da-işlerine veyahut istirahatlarına en ufak bir şekilde karışmaz.”[2]
İstanbul’da köpeklerin şehirden sürülmesi ve şehrin “yabancı”lardan temizlenmesi, şehrin pür-i pak edilme girişimi ilk defa batılılaşmanın mimarı ve savunuru, Tanzimat fermanınının mimarı Sultan II. Mahmut tarafından yapılmış. Toplanan köpekler vapurlarla Sivriada’ya götürülmeye çalışılmış fakat çıkan fırtına vapurların geri dönmesine neden olmuş, İstanbul halkının tepkisiyle karşılaşılınca ve başvurular çok olunca bundan vaz geçilmişti.
Sivriada’ya dair Wikipedia’daki bilgi aynen şöyle:
“Sivriada, Marmara Denizi’nde, İstanbul’a en yakın, Adalar’a en uzak ve en batıda olanıdır.
Piramide benzeyen sivri bir kayalıktan oluştuğu için Sivriada diye tanınır. Eski adı, yine “Sivri” anlamına gelen Oxia’dır (Yunanca: Οξειά). Çok küçük bir ada olan ve denizden çıkan bir dağın sivri ucu olan Sivriada’nın zirvesinin deniz seviyesinden yüksekliği 90 metredir. Kendisine en yakın ada olan Yassıada’ya 1,7 km, İstanbul sahiline (Fenerbahçe Burnu) 11 km uzaklıktadır.
Adaya Bizans İmparatorluğu döneminde din adamları ve imparatorların sürgüne gönderildiği rivayet edilmektedir. Adada, 10. yüzyıldan kalma, bugün sadece bazı kalıntıları mevcut olan bir manastır vardır.”[3]
Ömer Aymalı şöyle diyor:
“Osmanlı klasik döneminde şehrin bir öğesi kabul edilen ve önemli bir işlev gören köpeklere bakış açısı modernleşmeyle beraber değişmeye başladı. Şehir hayatının canlanması ile mahallelerin özerkliğinin, mekansal sınırların ortadan kalkması mahalleler arasındaki geçişlerin hızlanması İstanbul köpeklerinin bir sorun olarak görülmesine yol açacaktı.”[4]
Köpek katliamı’nı daha sonraları devam edecek olan, insanların toplu olarak sürgünü, toplu katliamı; sürgünlerde açlıktan ve soğuktan ya da sıcaktan ölümlerine neden olan mimarlık projelerininin ifadesi olan teçhil ve nüfus hareketlerinin (nüfusu homojenleştirme ve aşiret yapılarını ve cemaatleri dağıtma maksadıyla zorla yerinden etme), modern dönemin soykırımlara varacak katliamlarının, saflaştırma ve homojenleştirme ideolojisinin ilk örneklerinden biri olarak görmek pek abartılı değildir.
Bu katliam aynen şöyle özetlenmektedir:
“II. Abdülhamit döneminde köpekler en rahat dönemlerinden birini yaşadılar. Padişah köpeklerle uğraşmak yerine kuduz hastalığı ile mücadele için dünyanın üçüncü Kuduz Enstitüsünü İstanbul’da kurdurmuştu. Ancak İstanbul köpeklerinin bu rahat dönemi Meşrutiyetin ilanı ve yönetimde yaşanan değişikliklerle sona ermiş, Talat Paşa’nın Dahiliye Nazırı, Suphi Bey’in İstanbul Şehremini olduğu 1910 yılında İstanbul köpekleri için kesin bir sürgün kararı alınmıştı. Bu kararda şehirleşmeyle beraber köpeklerin bir sorun olarak çıkması kadar İttihat ve Terakkinin “daha Avrupalı görünme kaygısı” da etkili olduğu aşikardır.
Bizim geleneğimizde sokak köpekleri şehrin sakinleridir. Onlar 1910’a kadar İstanbul’da kendi sokaklarında bakılarak bizimle beraber yaşadılar. Avrupa’da ise parfüm/kimya sanayi için katliamlar çoktan başlamış, sokaklarda tek köpek kalmamıştı. Fransızlar bizimkilere bir öneri getirdi:
“İstanbul’un sokak köpeklerini toplayıp bize satın.” Fransa ile anlaşma imzalandı. Ancak halk köpekleri vermedi, direndi. Her köpek kendi sokağının bir sakini gibiydi. Halktan destek gelmeyince bu işler paraya muhtaç olan insanlara, serserilere havale edildi.
Toplama sürerken halk isyan etti, gemiyle Fransa’ya gönderilmek üzere Tophane’de bekletilen binlerce köpeği bir baskın yaparak kurtardı. Ancak hükümet bir kez Fransa ile anlaşma yapmıştı, bu işten vazgeçmedi. Daha kapsamlı daha organize bir toplama işi başlatıldı. Kısa sürede 80 bin köpek toplandı ve Tophane’de bekletildi… Halkın bir kez daha hayvanları kurtarmaması için başlarına asker dikildi.
Fakat Fransa’dan bir türlü yükleme talimatı gelmiyordu. Köpeklerin beslenmesi ve bakımı sorun olmaya başlamıştı. Fransa’dan yanıt gelmeyince hükümet köpeklerin fiyatını indirdi, sonra bedavaya vermeye bile razı oldu ama Fransa’dan çıt çıkmıyordu. Köpekleri artık Tophane’de bekletme olanağı yoktu. Kentten uzak bir yer, Sivri Ada seçildi. 80 bin köpek Sivri Ada’ya nakledildi. Köpeklere burada bir süre daha bakıldı. Ta ki Fransa anlaşmayı fesih ettiğini, köpekleri almayacağını bildirene kadar.
Bundan sonra köpekler Sivri Ada’da tamamen kaderine terk edildi. Halk bir süre yiyecek taşıdı ama sonra bu da imkansız bir hale gelince. Köpekler açlıktan ve susuzluktan can verdiler. Acı çığlıkları Anadolu Yakası sahillerinde duyuluyor, sabaha kadar dinmiyordu. Ölümler başlayınca, 2-3 yıl boyunca tüm sahil kokudan yaşanmaz hale gelmişti. İstanbul halkı bu suçtan dolayı çok üzgün, çok çaresizdi. Pek çokları sahildeki evlerini kapattı. Köpeklere dokunmanın büyük bir lanete yol açacağı düşünülüyordu. Sonunda o lanet 1912 yılında deprem olarak geldi. Büyük deprem köpeklerin ahına, günahına bağlandı. Adanın adı da Hayırsız Ada oldu.”[5]
Bu acı vakanın görgü şahitlerinden bir olan bir Fransız gazetecinin duruma dair ifadeleri bizleri insanlığımızdan utandıracak veriler sunuyor:
“Dayanılmaz derece sıcak vardı. Etkisinden kurtulmak için kabinime çekildim. Vapur durmuştu. Biraz kestirmiştim. Hemen kalktım. Acele merdivenleri çıkarak güverteye kendimi attım: Küme küme köpek cesetleri ve etrafa yayılan çok fena bir koku…
Bir mil uzakta ağaçtan, bitkiden oluşmuş yalçın bir kayadan ibaret olan ada gözüküyordu…Yalçın kayanın üstünde köpekler karınca gibi kaynıyor… Köpeklerin en büyük kısmı sahili takip eden kayalık üzerinde toplanmıştı. Pek çokları güneş hararetinden kavrulmuş, serinlemek için var güçleriyle suda yüzüyorlar, son takatlarına kadar suda kalmak istiyorlar. Ötede beride görülen cesetlerin etrafında dolaşarak, çabalayarak bir parça et koparmaya çalışıyorlar… Karadaki diğer kısmı ufak bir gölge bulabilmek için taş kovuklarına sığınmak üzere delik, deşik arıyorlar… Diğer bir kısmı ise adeta delirmiş gibi oraya buraya koşuyorlar, sürekli kendi etraflarında dönüyorlar… Seslerini şimdi tam olarak duyuyorduk. İşittiğimiz bu feryatlar köpek havlaması değil adeta insan feryadı idi.
Kaptan geminin düdüğünü çaldırdı. Zavallı hayvanlar bir yardım sesi duymuş gibi heyecanlandılar. Bu sese hayvanların nasıl yalvarırcasına cevap verdiklerini size anlatamam. Bilmem göz önüne getirebiliyor musunuz? Feryat ve inilti saçan bir yalçın kaya. Bir yanardağ ki ateş yerine feryat, duman yerine cesetler saçıyor. Bu kızgın zemin üzerinde su, yiyecek için ağızları açık köpekler… Etrafında martıların uçuştuğu cesetler kısım kısım denizde lekeler oluşturuyor. Vapur hareket etti. zavallı köpekler yine bizleri son bir ümit ile takibe çalışarak çırpınıyorlar. Hiçbir şeyden habersiz geminin dalgaları onları büsbütün batırıyor, boğuyor, öldürüyordu. Ne karada ne denizde ölümden başka onlara el uzatan yoktu. Uzaktan bir romorkör’ün adaya doğru geldiğini gördük. Arkasında iki mavna köpek dolu kafeslerle aynı adaya gidiyor. Hayırsız Ada’nın aç sakinlerine İstanbul’dan taze köpek getiriyorlardı. Biz uzaklaştık. Marmara’nın yüzü üzerinde siyah bir nokta halinde kalan bu müthiş manzaralı adadan bakışlarımızı ayıramıyorduk…”
1912’de meydana gelen büyük İstanbul depremi sadece kaya parçalarından ibaret olan sivriada’da açlıktan birbirini yiyen köpeklerin İstanbul ahalisine kadar ulaşan çığlıkları ve yakarmalarına Allah’ın İstanbul halkına bir yanıtı, cezası ve laneti olarak telaki edilmiştir. Adı Sivriada olan adanın adı İstanbul ahalisinin vicdanlarında açılan yaranın bir ifadesi olarak Hayırsızada olarak kalmıştır.
Katliamlar tarihinde hayvandan ya da insandan başlayarak günlük yaşamı dizayn etme ve mühendislik çalışmalarıyla toplumlara şekil verme çabasının bir ifadesi olarak görülebilecek bu katliam Osmanlı döneminde ve daha sonra Cumhuriyet döneminde meydana gelen toplu katliamların bir habercisi olarak da düşünülebilir. Sürgünler ve sürgünlerde ölen-öldürülen milyonların gözle görülür ve hissedilir tarihi sokaktaki dostlarımızın bu şekilde katledilmelerine o kadar da çok benziyor ki…
Numan Bey
Dipnotlar:
[1] “Âlemlere rahmet Efendimiz (s.a.v.), kedisi Müezza’yı o kadar çok severmiş ki, Müezza bir gün sedirde oturan Efendimiz’in elbisesinin ucunda uyuya kalmış. Her kedi dostu gibi uyuyan bu güzelliğe kıyamayan Fahr-i Kâinat (s.a.v.), Müezza’yı uyandırmaktansa elbisesinin ucunu usulca keserek kalkmayı tercih etmiş.
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), kedisi Müezza içtikten sonra kapta kalan su ile abdest alacakken sahabe-i kiramdan bir zat, “Yâ Rasûlallah, o sudan kedi içti” deyince, Rasûlullah Efendimiz, “Onlar en temiz ağıza sahiptirler” buyurmuş ve abdest almıştır. [Benzer hadis yukarıda Hz. Aişe r.anhadan rivayet olundu]
Daha sonra da sahabeden Kebşe binti Kâ’b (r.anha) şöyle anlatıyor:
Ashab-ı kiramdan kayınpederim Ebu Katade’nin abdest alması için bir kaba su koymuştum. Kedi gelip bu kaptan su içiverince, Ebu Katâde biraz daha su içmesi için, kabı kedinin önüne uzattı. Benim kendisine hayretle baktığımı görünce, “Niye hayret ettin ey kardeşimin kızı, Rasûlullah (s.a.v.), ‘Kedi pis değildir, etrafınızda (evinizde) serbest dolaşsın’, buyurdu. Kendisi de abdest almıştı, ben de sünnete uymaktayım” dedi. [İmam Malik, Muvatta, Taharet, 2, 13; Ebu Davud, Sünen, Taharet, 1, 38; Tirmizî, Sünen, Taharet, 1, 69; Nesaî, Sünen, Taharet, 1, 54; İbn Mâce, Sünen,Taharet, 1,32]” http://halisece.com/sorulara-cevaplar/919-islam-da-kedinin-yeri-hukmu-ve-ebu-hureyre-r-a.html
[2] Ömer Aymalı/ Tarih Dosyası/ Dünya Bülteni http://www.dunyabulteni.net/tarih-dosyasi/230393/istanbul-kopekleri-hayirsiz-adaya-nicin-gonderildi-
[3] https://tr.wikipedia.org/wiki/Sivriada
[4] Adı geçen makale…
[5] https://patipedia.com/2017/06/06/107-yil-once-olen-80-bin-kopek-icin-anma-yapildi/
Views: 96