İslamda Yönetim – II

0
1139

Ömer döneminde ise, adalet ilkesini esas alan uygulamalara karşı, beyt-ül mal’ın paylaşımında aritmetik değil, geometrik bölüşüm anlayışı, yani bir bakıma liyakatçilik esas alınmış, bu ise Osman dönemindeki akrabaların kayırıldığı bölüşüm için bir mehaz teşkil etmiştir. Yine Ömer’in kadınlara karşı sert ve ayrımcı yaklaşımı, onları mescitlerden, yani kamusal hayattan uzaklaştırması, Resulullah’ın başlattığı kadınların özgürleşmesi sürecini sekteye uğratarak, kendisinden sonra İslam dünyasında erkek egemen bir kültürün cari olmasında önemli bir etken olmuştur.

Osman ile birlikte özellikle Ümeyyeoğulları esaslı bir kurumsallaşmanın yaygınlaşması, devlete bağımlı bir din adamlığı sistemini başlatması kadar, ilmi özerkliğin ve ibadi özgürlüğün de giderek zayıflamasına yol açacaktır. Nitekim böylesi bir teamülü doğru bulmadığından, Ebu Hanife, kendisine teklif edilen kadılık görevini reddederek, hem Emevilerin hem de Abbasilerin baskı ve işkenceleri altında kalmıştır. Onun bu hassasiyeti, ilmi özgürlüğün korunması kadar, içtihadi ve fıkhi özerkliğin de korunması, dolayısıyla giderek çığırından çıkan siyasal otoriteye karşı sivil toplumun güçlendirilmesine dayanır. Bu, aynı zamanda nebevi hareketin, siyasetin ontolojik zeminini yitirmemesine ve bu zemin içerisinde yapılmasına dair olan ilkesinin de ayakta tutulmaya çalışılmasıdır. Öte yandan Osman’ın, kendisine karşı yükselen muhalefet ve tepkiyi dikkate almadan, kendisini sigaya çekmeden, “Allah’ın giydirdiğini ben çıkaramam,” diyerek yönetimi bırakmamasıyla, İslam dünyasında yönetimin ölünceye değin sürdürüleceğine dair olan bir anlayışı temellendirmiştir. Oysa onu bu mevkiye ümmetin seçimi getirmiş olup hilafet, risalet gibi ilahi bir seçime dayanmamaktadır. Onun bunu ilahileştirmesi, daha sonraki her türlü yöneticinin kendi yönetimlerini de ilahi bir mukadderat olarak nitelemelerine yol açmıştır.

Ali ise kendisine kadar bir ölçüde çığrından çıkan nebevi yönetimi ve hakikati doğrultmaya çalışsa da (sözgelimi bölüşümde yeniden Ebubekir’in eşitlikçi uygulamasına dönülmüştür) özellikle Osman döneminde bozulan toplumsal dengeler ve ayrışmalar sorunlarını çözümleyememiş ve bunlara ilaveten özellikle siyasi muhalif hareketler karşısında sert bir politika izleyerek, bir anlamda farklı düşünce ve anlayışlara karşı müsamahakâr bir siyasal anlayışın gelişmesini daha o zamandan itibaren ketlemiştir. Emevilerden itibaren ise İslami yönetim ve siyaset anlayışı, biçimsel olduğu kadar, özü itibariyle de İslamdan büyük ölçüde uzaklaşmıştır. Özellikle Haricilere karşı sürdürdüğü sert ve Harici (ve sair) muhalefeti yok etmeyi amaçlayan siyasal tutumu, kendisinden sonra hilafetin ya da imametin tek olacağına dair bir siyasal anlayışı miras bırakmıştır. Bu anlayışın fiilen uygulanmasındaki imkânsızlık ise daha sonraki yüzyıllarda bir yığın sorun ve çatışmalara sebep olmuştur. Oysaki muhalif hareketlerin mevcudiyeti toplumu daha diri ve üretken kılmakta, aynı zamanda giderek durağanlaşan toplumun farklı güzergâhlarına fırsat vererek hem bunların da kendilerini ifadesini, hem tıkanan sosyopolitik kanalların açılmasını, hem de atıl toplumsal enerjilerin edimselleşmesi imkânını sağlamaktadır. İslam dünyasındaki despotikleşme, bir ölçüde bu birlikçi-bütüncül siyasal anlayışlardan (hilafet ya da imamet) kaynaklanmıştır.

Tarih boyunca ortaya çıkan ve saray tarihçilerince yazılan tarihlerde İslami olarak tanıtılan yönetimlere bakarak İslami yönetimi sultanlıkla, padişahlıkla ve benzeri yönetim tarzlarıyla karıştırmamalıyız. Yöneten ya da yönetilenlerin Müslüman olmaları, yönetimin de İslami olması anlamına gelmez. İslami yönetim, zorunlu bir dini ihtiyaç olmadığı gibi, olduğu takdirde de nebevi esaslar üzerinde teşkil olunan İslam toplumunun bir tezahürüdür, yoksa sınıfsal veya kurumsal bir soyut yapılanma değildir. Düzenleyici ve murakabe edici toplumsal bir istişare merkezidir, bir üst yapı kurumu değildir. Yönetimin İslamiliği bir diğer açıdan İslami hareketin ve İslami kuralların işlemesinden, halkın İslamiliğini sürdürmesinden başka bir şey değildir. Nitekim fıkıh kitaplarında İslami yönetimin sorumlusunun (halife, imam…) zorunlu görevleri olarak sadece birkaç husus belirtilmiştir: Ganimetlerin taksimi (savaş olduğu takdirde), zekâtın toplanması ve dağıtılması (bu uygulama toplum tarafından da icra edilebilir), hadlerin (cezaların) uygulanması, yetimlerin gözetilmesi (bunu da toplum üstlenebilir), cuma namazının kıldırılması (bu ise Müslümanların özgürlüğüne yapılan bir göndermedir ki bunun için illa da devletin olması gerekmez) gibi. Bunlar da dikkat edileceği üzere, özünde iktisadi, hukuki ve ibadi adalet ve özgürlüklerin uygulanması ve güvence altına alınması anlamına gelmektedir. Bu uygulamaların gerçekleştirilmesi içinse devlet bir zaruret olmayıp, (Müslüman) bir toplum bu sorunları devletsiz bir biçimde de çözümleyebilir ve uygulamaları da ifa edebilir. Özellikle modern devletin asli esasları olan zorunlu eğitim, zorunlu askerlik ve “din adamlığı” (ruhbanlık ve teolojik/kurumsal din) gibi uygulamalar, İslam toplumu açısından zaten bir zorunluluk anlamı taşımamaktadır. 

İslami yönetim tarzı, geniş kitlelerin İslama katılması, bunların getirdikleri farklı kültürlerin etkisiyle İslamı yeterince anlayamamaları, cahili arzuların dirilmesi, İslamı içtenlikle benimsemiş olan şahsiyetlerin ölümü gibi etkenlerle, giderek özgünlüğünü yitirdi. O günün bölgesel cahili yönetim tarzı olan otokrasi (meliklik), İslam dünyasında yeniden egemenleşti ve özgün İslami anlayışı saf dışı bıraktı. Yönetimsel düzeyde yitirilen toplumsal özgünlüğün kaybı, giderek diğer alanlara da yansıyacak, Müslümanlar bütünüyle nebevi yöntemden uzaklaşacaktır. Hanedanlık, aile ve kabile tahakkümü giderek İslam âleminde değişmez bir gelenek haline gelecektir. İslam, Emevi ve Abbasi hanedanları tarafından neredeyse bir Arap dini olarak yorumlanarak ırkçı bir ideolojiye ve teolojiye dönüştürülecekti. Peygamberin cahili bir davranış olarak lanetlediği ırk ayrımcılığı, Arap asabiyesinin üstünlüğü telakkisiyle yeniden diriltilecektir. Bu meyanda, İslamın özgürleştirici bir dini anlayışla tarihsel süreç içerisinde tasfiyeyi amaçladığı kölelik, iktisadi ve ticari bir sektörden giderek kurumsallaşacağı siyasal bir sektöre dönüşecek; öyle ki ileri yüzyıllarda tüm halk sultanın kölesi ya da kulu olarak nitelenerek, tüm siyasal özgürlüklerini yitirecektir. Ümmetin birliği bir kez bozulunca, bu parçalanmayı meşrulaştıracak çeşitli mezhep ve hiziplerin, kelami ve felsefi tartışmaların doğmasına da neden olacaktır.

Emevi hanedanın yönetime egemen olması ve krallığa dayanan yönetim tarzını halka dayatması sonucu, Müslümanlarda temel bir zihinsel değişim yaşanacaktır. Bu ise toplumların değişimini yönetimsel değişimlere ya da ilahi bir elin(!) müdahalesine (mukadderata) bağlamaktır, kısacası kadercilik denilen cebriyeci inanışın bir itikadı esas haline gelmesidir. Oysa toplumsal değişmenin şartlarına ilişkin ayetler oldukça açıktır:  “Bir toplum kendi nefsinde olanı değiştirmedikçe, Allah onlara ihsan ettiği nimeti değiştirici değildir.” (Enfal suresi, 53. ayet) Rad suresi, 11. ayette ise “… Bir toplum özünde olanı değiştirmedikçe, Allah şüphesiz ki onların halini değiştirmez…” denilmektedir. Bu apaçık esaslara rağmen kitlelerin bilinci gitgide İslami, Kurani öğretilere uzak düşmekteydi. Oysa Resulullah da mücadelesinin esasını, insanların ve toplumların kendi özlerini değiştirmesi çerçevesinde oluşturmuştu. O nedenle de kendisine teklif edilen krallık (iktidar) önerisini, bu esasa ters düştüğü ve tepeden inme bir değişme yöntemine neden olacağı için reddetmiştir.

“Gerçek şu ki melikler bir ülkeye girdiklerinde orayı ifsad ederler, oranın izzetli insanlarını zillete düşürürler…” (Neml suresi, 34. ayet) Müfsidler ise, Bakara suresi, 205. ayette belirtildiği gibi, bir yerde egemen olduklarında, ekini (hars) ve nesli helak etmeye (bozmaya, yok etmeye) çalışırlar.

Krallık (meliklik) yönetimi bir kez egemenleşince, bu anlayışı meşrulaştırmak için halkın bilinci yönlendirilerek, cebriyeci bir kader anlayışına dayalı bir fıkıh geliştirilmiştir. Bu anlayışa göre her yönetim ilahidir ve yöneticiler Allah’ın iradesiyle iktidara geldikleri için, onlara itaat da dini bir vecibedir. Mevzu hadislerle de desteklenen bu anlayışa göre fasık (zalim ve günahkâr) da olsa her yöneticiye itaat dinsel bir zorunluluktur.

Tüm bunların bu tür olumsuz bilinç ve yöntem değişimlerinin sonucu, halkta iktidara tapıcılık eğilimleri ortaya çıkmış, devlet dokunulmaz ve kutsal bir tabu gibi kabul görmüştür. Zihinsel ve toplumsal yozlaşmaysa yöneten ve yönetilen ikilemine ve devletin ilahi bir kurum olarak kabul edilmesine yol açacaktır. İslamiliğini yitiren yönetimlere karşı girişilen her türlü kıyam, haklı olsa bile sözgelimi Hüseyin’in kıyamında olduğu gibi bir isyan olarak, fitne ve bozgunculuk olarak değerlendirilmiştir.

Kitlelerin zihinsel düzeyde cahili değerlere yönelmeleri, tefekkürden uzaklaşmaları, hurafe ve batıl inanışların İslami bir kisveyle yaygınlık kazanması sonuçların en vahimiydi elbet. Toplumsal ve düşünsel alandaki tevhidi yapı bir kez bozulunca, artık her türlü İslam dışı yöntem ve uygulamalar etkinlik kazanacaktır. Hint mistisizmi, Yunan felsefesi, Arap kabileciliği, insana ve otoriteye tapıcılık, uydurma hadisler ve ayetlerin zoraki tevilleriyle, İslami (!) mesnetler de bulacaklardı kendilerine.

Zihinsel değişimin en önemli sonuçlarından birisi de bilginin kaynağı ve mahiyeti konusunda idi. Kur’an kâinatın araştırılmasına, gözleme ve gerçekçi bilgiye büyük bir önem atfettiği halde, Kur’an tarafından eleştirilen zanna, tahmine, hurafelere dayanan bilgilenme yöntemleri önem kazanacaktır. Cahiliyenin karanlık ve körleştirici ağırlığı giderek İslami kitlelerde yeniden egemenleşecek; İslamın tebliği ve yayılması, mucizelere ve Peygamber’in olağanüstü şahsiyetine bağlı bir olay olarak değerlendirilecek ve asla tekrarlanamaz bir tarihi efsaneye dönüştürülecektir. Mistisizmin, hayalciliğin, efsane ve hurafelerin oluşturduğu sisler Kurani aydınlığın bulanmasına, cahili alışkanlık ve inanışların yerleşmesine neden olacaktır. Büyücülük, falcılık, kâhinlik İslamın ortadan kaldırmak için mücadele ettiği sapmalar değilmiş gibi neredeyse İslami uygulamalara dönüştürülecek; din adamları ve âlimlerle filozoflar arasındaki tartışmalar yanlış bir mecraya çekilerek akıl-din tartışmasına dönüştürülecektir. Dolayısıyla “din adamları”nın kazandığı bu çatışma, aklın ve felsefenin önemini yitirmesine neden olarak, eleştirel düşünce ve bilimin itibarını kaybetmesine yol açacaktır.

Kölelik, cariyelik gibi kurumlar, gelişen toplumsal süreçlerde tasfiye edilmesi gereken olgular değilmiş gibi insanlar köleleştirildi, saraylar cariye pazarına dönüştü. Kadın hakları hususunda sağlanan gelişmeler sürdürüleceğine, mevcut haklar dahi askıya alındı. Kadınlar mescitlerden dolayısıyla sosyal hayattan uzaklaştırılarak toplumsal konumları ve dolayısıyla bilinç ve kişilikleri zayıflatıldı. Allah karşısındaki bireysel sorumlulukları askıya alınarak kocalarına karşı sorumlu kılındıkları ataerkil (erkek egemen) bir anlayışla ikinci sınıf bir fert haline getirildiler. Siyasal despotizm aile içinde de erkek despotluğunu yasalaştıran bir egemenlik doktrinine dönüştü.

Din adına tahakküm kuran bir sınıf belirdi, onların anlayışına göre din imanın, İslamın ve hatta küfre girmenin formüle edildiği bir kurallar manzumesiydi. Cenneti kazandıracak dualar, ibadetler, törenler, formüller, reçeteler hazırlanmakta; ölülerin günahlarını ve borçlarını bağışlatacak sözüm ona formüller icat edilmekteydi. Hal böyle olunca, artık günaha girmenin, pisliğe batmanın, Allah’ın emir ve nehiylerine aldırış etmemenin, İslamın temel esaslarına (Allah’a ve ahirete iman etmek ve doğru davranışlarda bulunmak, iyiliği yaşamak ve kötülüklerden uzak durmak gibi) lakayt kalmanın da fazla bir önem ve anlamı kalmıyordu.

İnsanlara tazim, onları ululamak, karşılarında kullar gibi secde etmek, dünyevi ve uhrevi kurtuluşu ölü ya da diri kimi şahıslardan beklemek, neredeyse İslamın gereği davranışlar haline geliyordu. Tekebbür ve istikbar Allah’ın reddettiği, resulün şiddetle kaçındırdığı, hatta bu husustaki hassasiyet nedeniyle Allah Teâla’nın Resulü’nü dahi uyardığı davranışlar değil de neredeyse İslami davranışlar olup çıkmıştı.

Doğruları ifade etmek, ayet ve hadisleri gündeme getirmek, yine İslam adına hareket eden, Müslüman olduklarını söyleyen insanlarca sapıklık, ataların dinine karşı çıkmak olarak görüldü. Bu hakikat erleri toplum dışı bırakıldılar, işkence ve baskılara maruz kaldılar, kadı ya da ulemadan alınan fetvalarla ölüme gönderildiler.

Allah için mücadele edenler yine onun adına öldürüldüler. Allah’ın dinine karşı ataların, halkın dini yeniden hâkim oldu topluma. Mustazaflar yine mustazaf, müstekbirler yine müstekbir olarak aldılar toplumdaki yerlerini. Cahiliye ve şirk tüm kurum ve sistemiyle, alışkanlık ve töreleriyle, fikir ve inançlarıyla, yüzüne İslamın maskesini de takarak yeniden kitlelerin omuzlarında çöreklendi. İslam, bir hak ve batıl mücadelesi değilmiş gibi, tarihin dengesi kendisini Müslüman olarak görenler tarafından bir kere daha batıldan yana bozuldu. Beşeri tarihlerin İslamın en şaşaalı ve görkemli dönemleri (İslam medeniyeti gibi) olarak adlandırdıkları o günlerin yüzündeki renkleri biraz kazımak, Cahiliyenin o iğrenç oluşumunun gözler önüne serilmesine yeterdi bile.

Sapma ve yozlaşma bu seviyeye varınca özü boşalan bir biçim üzerinde sonu gelmeyecek tartışmalar açıldı. Âlimler artık peygamberlerin varisleri değil, kelami ve fıkhi bilginin tüccarları, toplumsal statükoda ve saray çevresinde yer kapma mücadelesi veren soyut bir bilgi yığınının detaylandırıcılarıydılar. Ruhbanlık ve din adamlığı yasaklanmış olmasına ve her mümin doğrudan Allah’a karşı sorumlu olmasına karşın, özellikle despotik yönetimlerin desteklediği bir din adamları sınıfı, bir yönden özgür içtihat anlayışını yasaklarken, diğer yönden kendi geliştirdikleri ve İslamın fıtri sadeliğine aykırı olan fıkhi külliyatlarla, dini hayatın en sıradan detaylarına dek müdahale ederek ve halkın zihnini ayrıntılara boğarak, süregiden zulüm ve sömürüden dikkatleri uzaklaştıran, istikbara özgü bir dinsel ideoloji anlayışını sistemleştirdiler. Bilgisizliğin ve eylemsizliğin donuklaştırdığı bir toplum, hareket yöntemini ve inisiyatifini yitirmiş bir din, artık çevresindeki değişmekte ve gelişmekte olan toplumsal hareketlerin pazarı ve oyuncağı olmaya da hazırdı. Çöküşün nedenleri belki bu sömürgeci dış güçlerin yükselişi, fırsatçılık ve acımasızlığına verilse bile asıl neden içteki gerileme ve sömürüye uygun hale gelişte aranmalıydı. Bilgi kaynakları kurumuş bir toplum bu sorunun nedenlerini teşhis edebilecek güç ve duyarlılıkta da değildi elbet.”[1]

İlk halifeler tüm siyasal, bilimsel, dinsel ve toplumsal hayatın yorumsanmasının yetkesinin kendilerine ait olduğunu da iddia etmemişlerdir. Dinin devlete bağımlanması kadar, yine dini anlayışın kristalize edildiği tekbiçimli yaşama biçimlerinin sistemleştirildiği mezheplerin oluşumları da Emevi-Abbasi iktidarları süresince gerçekleştirilmiştir. Mutezili akılcılığın totaliterliğinin karşıtı olarak geliştirilen Sünni doktrinlerin düşünme eylemine dek sirayet eden hayatın ve toplumun bütünüyle dizayn edildiği (fıkhedildiği) birlikçi ve öngörülü bir dinsel doktrinin özgürlüksüzleştirdiği determinizmleri de bir tür kadercilikle nihayetlenecektir. Böylece hayat, gelecek üzerindeki tüm inisiyatif gücünü ve ufkunu yitirerek “yitik cennet”e ve “mutluluk asrı”na bir öykünmeye dönüşmüş, tüm dirimsel gücü bu kutsal nostaljik sunak önünde kurban edilmiştir. Geleceğe ilişkin tüm arzu ve ideallerini yitirdikçe taklit ve geçmişin yüceltilmesi retoriği giderek dinsel bir doğmaya dönüşecektir.[2]

Böylece temelde insanları özgürleştirmeyi ve özgürlüklerini baskı altına alan sistemleri tasfiye etmeyi, bu sistemlerle ve genel olarak mütekebbirlerle mücahedeyi esas alan İslam da, giderek bir yönetimsel sisteme, geleneksel bir otoriter sisteme dönüştürülmüştür. Oysa din (İslam), esas olarak fıtri bir hakikattir ve bu hakikatle Allah arasına hiçbir otorite giremez. Elbette kendiliğinden gelişen toplumsallaşmalar içerisinde, din de kendine özgü bir hayat biçimi ortaya çıkarabilir. Ama bu da temelde marufa (iyi olan) uygunluk ve münkerden (kötü olan) kaçınmadır. Dolayısıyla bunların gerçekleştirilmesi için özel kurumsal yapılara bir ihtiyaç bulunmamaktadır. Arzulanan bunların toplumsallığın ve toplumsal hayatın kendi doğallığı içerisinde gerçekleştirilmesi ve baskıcı egemenlikler halinde ortaya çıkmamasıdır. Çünkü egemenlik temelde Allah’a aittir. Allah ise insanların mabudu olduğu kadar velisi yani dostudur.

Tüm bu gelişmelerin akabinde, hilafet başlığı altında sistemleştirilen siyaset felsefesi, neredeyse dinsel bir akide haline getirilerek fıkıh külliyatlarındaki yerini alacaktır. Ne ki bu külliyatları hazırlayanlar da çoğu saray fakihi olan “din adamları”dır(!)  Bu anlayışın sonucu olarak da halifeler otoriter, buyrukçu, kendisini yeryüzünde Allah’ın gölgesi, halifesi ya da yeryüzünün efendisi (egemeni) olarak ilan edip, diğer insanları da bu egemenliğin altına sığınmaya çağıran ve bunun dışında durmak isteyenlere hayat hakkı tanımayan meliklere (sultanlara/krallara) dönüşeceklerdir. Bu zihniyetler, siyasal ve dinsel seçkinlerin yüceltilmesine mebni olan hümanisttik bir insanın yüceltilme savı ve söylemiyle aslında kendi siyasal veya dinsel iktidarlarına (ki çoğu kez her ikisi, hatta buna bir de iktisadi iktidarı eklersek, üç iktidar biçiminin birleşik ve işbirliği içerisinde olduğunu da unutmamalıyız) operasyonel ve otoriter bir destek sağlayacaktır.

Başlangıçta siyasal otorite fikrine karşı koyan Harici anarşizmi, Emevilerin uyguladığı devlet terörüyle, sonu gelmez ayaklanmaların kanlı tarihinden başka arkalarında önemli bir siyasi teori bırakmaksızın, ılımlı “ibadi” topluluklar dışında yok olmuştur. Şüphesiz, Emevi ve Abbasi istibdadına karşı yönelmiş Şii, Mutezili ve Harici siyasetleri arasında çok önemli siyasi farklılıklar bulunmaktadır. Zalim yönetimler karşısında sonuna değin direniş ve uzlaşmazlığı seçen Harici ve Mutezili eğilimlerinin yok oluşu, İslam dünyası açısından çok önemli kayıplara neden olmuş ve İslam dünyasında artık daha çok merkeziyetçi görüşler hâkim olmuştur.

Hariciliğin, “Hüküm ancak Allah’ındır” sloganı, bir açıdan siyasi bir fırsatçılık olarak değerlendirilebilse bile özgür bir siyasi atmosferde bu eğilimin, bireysel veya toplumsal özgürlüğü ve hiçbir aracı otoriteye boyun eğmeyi mubah görmeyen anarşist tavrı güçlendireceğini söylemek çok da abartılı bir tespit olmayacaktır. Çünkü gerçek İlahi hâkimiyet, bütünüyle bilinçli, fıtratları bozulmamış ya da aydınlanmış, Allah’a karşı mesuliyetlerini müdrik, özgür bireysel mücahedelerin üzerinde kurulacaktır. Bu şartlarda insanlar doğrudan Allah’a karşı sorumlu olacaklar ve ancak onun önünde eğileceklerdir. Bu ise insan onurunu ve şahsiyetini alçaltmayacak, tam aksine yükseltecektir. Bu anlamda bilinç kazanmış fertlerin üzerinde kurulacak her otorite, ister istemez olumsuz bir anlamı da çağrıştırabilecektir. (Kuşkusuz her tür başsızlık anarşik bir anlama gelmez. Anarşizm, otoritenin bilinçli bir reddini, özgürlüğün de bilinçli bir kabulünü gerektirmektedir. Beri yandan her tür otorite de özgürlük ve fıtratların baskı altına alınması anlamına gelmeyecektir. Hatta insan fıtratını özgürleştirecek ve özgürlükleri olumlu bir yönde destekleyecek otoritelerin gerçekleştirilmesi de en azından anarşizmin yönetimsizlik düşü kadar düşsel olsa bile imkânsız değildir.)

Anarşizm, bir anlamda ideal bir toplumsal tasarım, bir ütopyadır. Geçmişin idealleştirilmesinden ziyade insani bir gelecek tahayyülüdür. Bir sistem öngörüsü yapmak yerine, insanların sistemlerin madunu oldukları bir küçültülmenin reddidir. Bu aynı zamanda Allah ile insan arasındaki baskılayıcı kurum ve otoritelerin de tasfiyesinin amaçlanmasıdır. Elbet burada Allah’ın da baskıcı bir efendi veya Tanrı olarak insanı hiçleştirmesi gibi bir soru veya endişe akla gelebilecektir. Oysa Allah bizim sahici özgürlüklerimizi sınırlamaz. O, bir mabut olduğu kadar bir dosttur (veli)da. İslamın nihai amacı, insanları baskılayıcı yersel otoritelerin tasfiyesidir. Dolayısıyla da, herkesin bilinçli olduğu, yani mümin olduğu bir toplumda, İslami ilkelerin uygulamasını düzenleyecek bir imama da harici siyasi teori açısından gerek kalmayacaktır. “İslamda Adalet Kavramı” adlı kitabında Macid Hadduri, Necdatileri “İslamın Felsefi Anarşistleri” olarak nitelerken, şöyle demektedir: “Onlara göre toplum hayatı otoriteye gerek göstermez, halis iman fesadı önleyecek ve insanların uyumlu davranmalarını sağlayacaktır.” Ancak hakiki iman tesis oluncaya kadar görev yapacak geçici bir imamı, adil ve muttaki olması şartıyla kabul eden Hariciler, bu aşamadan sonra imametin “mantıken ve doktriner anlamda” gereksizleşeceğini, devletin ortadan kalkarak şeriatın baki ve geçerli olacağını söylerler.[3]

Mutezileye göre imamet aklen ve mantıken zaruridir. İmam seçimle işbaşına gelir ve adil olmalıdır. Bazı mutezililere göre ise imamet şerî değil toplumsal bir maslahattır. Bazılarına göre ise imamet her zaman gerekli değildir.[4]

İmamı Azam’a göre de imamet gereklidir ve imam adil olmalıdır.[5]

Elmalı Hamdi Yazır da “Hak Dini Kur’an Dili” adlı tefsirinde, Cuma suresindeki ilgili ayetlere ilişkin olarak, cuma namazının edasının şartlarından birisinin de “veliyülemr”in varlığı (adil veya cair bir imamın gerekliliği) olduğunu vurgular. Ona göre dört şey bu yöneticiye aittir: Zekâtın toplanması ve dağıtılması, “beyt-ül mal”ın yani maddi varlığın bölüşümü ya da uygun yerlerde harcanmasının sağlanması, hadlerin uygulanması yani suçluların cezalandırılması ve cumanın kıldırılması yani ibadet hürriyetinin sağlanması.[6]

Özellikle yöneticiye ait zikredilen şu dört temel görev de göstermektedir ki gerçekte İslamın yöneticiye yüklediği yetkiler oldukça sınırlıdır. Hatta zekât çoğu kez mahallinde sarf edilmiş ve toplanan zekâtların mahalli ihtiyaçları gidermesi akabinde kalan kısmın “beyt-ül mal”a, yani devlet hazinesine aktarılması uygun görülmüştür. Yine ganimet taksimi de savaş şartlarına ait arızi bir görevdir. Bazı fıkıhçılar, yetimlerin evlendirilmesi gibi mazlumların korunması ve veliliğinin de yönetimin görevleri arasında bulunduğunu zikrederler. Oysa bunlar da temelde Müslüman toplumun görevidir ve onlar adına yöneticiye tevdi edilmektedir. Yine iyiliğin yaygınlaştırılması ve kötülüğün engellenmesi de bu kabil, topluma, dahası Müslüman fertlere ait görevler arasında sayılabilir.

Dolayısıyla bu tip görevler, temel anlamda Müslüman halk tarafından gerçekleştirilmesi gereken yükümlülüklerdir. Devletin yapacağı bunları teşvik etmek ve yönlendirmektir. İslam, temel anlamda insanların ve toplumun kendi üzerine düşen mesuliyetleri, hiçbir yönetimsel icbara gerek duyulmaksızın gerçekleştirilmesini ister. Ferdi hürriyetler çok önemlidir. Nitekim gerek Ömer gerekse Ali, kendilerine yapılacak suikastlara dair ihbar aldıkları halde, kasıt sahiplerini ortada henüz fiili bir cürüm olmadığı için tutuklamamışlardır.

İslam, temel İslami (insani) hedefleri ihlal etmediği sürece kavmi ve dini azınlıkların özerkliklerinin korunmasına ve dini ibadetlerini gerçekleştirmelerine müdahale etmeyi doğru bulmaz. Nitekim batılı anlayışlara uygun bir mantıkla kurulan modern devletler döneminde, Müslüman ülkelerde bu tür azınlıklar neredeyse yok olmuş, Müslümanlar dahi bu ülkelerde din, dil ve kültürel açıdan laik egemenliklerin baskısı altında tutulmuşlardır. Kıyafet özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, yayın ve ibadet özgürlüğü gibi birçok temel özgürlükler, bu ülkelerde sistemli bir şekilde yok edilmiştir.

Öte yandan, sahih anlamda İslami yönetimin uygulandığı Reşit Halifeler döneminde, halkın yönetimi doğrudan kontrol ve müdahalesi mümkündü. Halifelerin ne korumaları ne de halka karşı kapatılmış kapıları vardı. Eleştirme ve fikrini açıklama özgürlüğüne hiçbir engelleyici tavır yoktu. Öyle ki bir açıdan da bu yüzden Ömer, Osman ve Ali suikastlar sonucu öldürülmüşlerdir. Bu dönemde cezaevleri gibi insan özgürlük ve onuruna son derece aykırı cezalandırma kurum ve yöntemleri de mevcut değildi veya oldukça geçici uygulamalardı. Ayrıca insanların dini ve örfi inanışlarına, bu inanışlar cahili ve insanlık dışı öğeler taşımadığı sürece, herhangi bir baskı da söz konusu değildi.

İnsanı ve toplumsallığı üretimsel veya tüketimsel esaslara dayalı olarak tanımlamayan ve tanzim etmeyen İslam, böylece ırksal uyruklaştırmalar kadar, üretimsel-tüketimsel dizgeler tarafından şeyleştirilen (çifçi, işçi) ve disipline edilen insan hayatı ve emeği üzerinde tasarruf edici ve özgürlükleri kısıtlayan bir toplumsallık inşası savından yola çıkmaz. İnsanlar özgürlük ve anlam arayışı açısından değerlendirilir ve bireysel kimlikleri baskı altına alınamaz. Mesela en önemli ve somut toplumsal kurum olan ailenin tarımsal sistemde toprağa ve erkeğe bağımlılığıyla burjuva ailesinin mülkiyet ve çocukların üretimsel sisteme hazırlanmasına matuf disiplinine karşı İslam, aile bağlarının tarafları sıkboğaz eden disiplini ve zorlayıcılığı kadar, aileyi imkânsızlaştıran bir toplumsal dağılmanın da ortasında bir yol önermektedir. Evlenme ve boşanmanın kolaylaştırıldığı ve mülkiyetin kişisel bir hak olarak korunduğu bu yol, cinsel paylaşımın anlamını, özgürlüklerin kısıtlandığı ve tarafların biri ya da yönetimsel dizgeler tarafından temellük edildiği bir raddeye kadar genişletmez. Çünkü aslolan kişisel özgürlüklerin korunmasıdır. Bu durumda çocukların yetiştirilmesi ve gözetilmesi dahi kişisel özgürlükleri baskılayıcı bir gerekçe olamaz. Çünkü başlangıç dönemlerinde oldukça gevşek yapılı ve kişisel özgürlükleri bastırmayan evlilik bağları, giderek çekirdek aile modeline ve bu modelin sürekliliğine evrilmiştir. Oysa temel olan kişisel özgürlükler ve tarafların birlikte yaşamayı özgürce tercihleridir. Kuşkusuz ki birbirine sabır ve tahammül de güzel ve ödüllendirici erdemlerdir. Ama evlilik bir mahkûmiyet değildir ve aile, geçişsel kolaylıklarıyla kişiler değişse de varlığını koruyan bir model olarak da sürdürülebilir ve sürdürülmelidir. Bu, hem kişisel özgürlükleri koruyacağı gibi hem de farklılaşan ilişkilere açıklığıyla tarafları besleyici ve toplumsal ilişkilerin akışkanlığını sağlayarak, toplumu da özgürleştirecek ve dinamikleştirecektir.

Ümit Aktaş


[1]     Aktaş, Ümit. İslamî Hareket ve Yöntem. Çıra Yayınları, s. 115-123.

[2]     Aktaş, Ümit.  Aklın Hakikati Aşkın Şiiri. Okur Kitaplığı, s. 42-43.

[3]     Macit Hadduri. İslamda Adalet Kavramı, Yöneliş Yayınları, s. 40-41.

[4]     a.g.e., s. 304.

[5]     A.g.e., s. 355.

[6]     Elmalılı, Hamdi Yazır. Hak Dini Kur’an Dili, cilt 7; s. 4984.

Visits: 143

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz