Fususu’l Hikem’de geçen “suretteki benzerlik, ilişkinin en büyüğü, en yücesi ve en yetkinidir; çünkü suret çifttir (iki olmanın nedenidir) başka bir ifadeyle suret, Hakkın varlığını çift yapmıştır. Nitekim kadında varlığıyla erkeği iki yapmış ve onu çifte dönüştürmüştür. Böylece üç ( şey ) ortaya çıkmıştır: Hak, erkek ve kadın.” Bu paragraf üstünden Lacan’ın ayna evresi, imgesel düzlem ve İbn Arabi’de ayna metaforu üzerine bir deneme yazısı.
Lacan’ın sanırım Freud’un klasik ve de yapısal psikanalizine getirdiği en büyük yenilik onu post-yapısal bir kurguda yeniden üretmiş olmasıdır. Libidonun yerine arzuyu, bilinçaltının yerine de bilinçdışını koymuş olması en temelinde freudyen psikanalizin en temel iki ayağını ters yüz ederek okumaya yönelik bir girişimdi. Lacan’ın insanın psikanalitik süreçlerine yönelik en temel iki yorumu (ayna evren metaforu ve dil) üstüne getirdiği yeni bakış açılarıdır. Lacan’a göre insan bebeklik evresinde kendisini ancak bir öteki imge üstünden bilebilirdi. Bu öteki imge bazen bir ayna bazende bir anne figürüydü. Çünkü Lacan’a göre insan tüm yaşamı boyunca kendisini ve kendisi dışındaki tüm her şeyi bu ayna evren süresince yaşadığını sandığı “bütünlük illuzyonu” üstünden tanımlayacaktı. Hatta bu konuda şempanzeler üstünde yapılmış bir deneyi de anlatmaktadır. Altı aylık şempanzelere kendilerini bir aynada gördükleri zaman bir boşluğa bakıyormuş hissine kapılıp dikkatlerini aynada toplayamazlarken, insan yavruları aynada kendilerini fark ettiklerinde bir “işte bu” deneyimi yaşıyor ve şaşkınlık içinde kendilerini seyre dalıyorlar.
“Bütün hayvanlar kendi türlerinin imgesine duyarlıdır. Bu mutlak olarak esaslı bir husustur. Ve yaşayan yaratıkların bütününün sınırsız bir sefahat âlemi olmaması bunun sayesindedir. Fakat insan varlığı kendi imgesiyle özel bir ilişki içindedir – bir eksiklik/yarık ilişkisi, yabancılaştırıcı bir gerilim ilişkisi. Burası, varlık ve yokluk düzeni olanağının, sembolik düzenin ortaya çıktığı yerdir” (The Seminar of Jacques Lacan, Book II)
Lacan’a göre tamda burada insan artık kendisi olmanın dışındaki bir alana düşmüştür yani imgeler dünyasına. Aynada kendini fark etmiş olması bebekte ilk anda bütünlük hissi yaratırken, bundan sonra hayat ve kendinlik arasında yaşayacağı yarılmanın da başlangıcı olacaktır. Çünkü kendisini ancak ötekinde bilebilmesi için görüntü yeterli değildir tüm bu görüntülerin bir anlamı olmalı, işte bu boşluğu da kültürel kodlar ve içine doğduğu ailenin konuştuğu “dil” belirleyecektir. Lacan’a göre insan kendi gerçekliğini giderek üst üste yığılan metaforlarla düşünür, böylelikle kendi gerçekliğiyle düşüncesi arasında bir uçurum meydana gelir. Üst üste yığılan metaforlar ardında bilinçdışı simgeler kalmıştır. İnsan kendi gerçekliğini giderek daha toplumsallaşmış simgelerle düşünür ve dile getirirken esas çıplak gerçekliğini dile getiren simgeleri geride, bilinçdışında bırakmış olur.
Yani Lacan’a göre bu simgesel düzlem ve imgeler alemi bireyin kendisi sandığı benliği inşa eden süreçlerdir. Kişi kültürel kodlar, ailesinin konuştuğu dil ve o dile yüklenmiş imgesel anlamlar ile hem kendini hem de yaşadığı dünyayı tanımlar. Bu haliyle insan bilinçaltından ziyade bilinçdışıyla beslenmektedir. Zaten bu noktada alışılagelmiş Freud psikanalizinin dışına çıkmakla kalmamış onu yeniden postyapısalcı bir müdahale ile dönüştürmüştür. Uzunca bir süre bu fikirlerinden ötürü bilimsel çevrelerden dışlandığı da ayrı bir anekdot olabilir.
İbn Arabi (1165-1240) muhtemeldir ki İslam coğrafyasının gördüğü en ilginç alimlerden birisidir. Bu anlamda kendisinin de dahil olduğu bir Endülüs ekolünden söz etmek mümkündür. Ortodoksi İslam anlayışına yönelik eleştirileri ve post-yapısalcı müdahaleleri kendisine hayranlık duyan bir kitle yarattığı gibi şiddetli eleştirileri de üstüne çekmiştir.
İbn Arabi hakkında uzunca analizler yapılabilinir ama nihayetinde bakış açısındaki derinlik ve algısı onun büyük bir değer olduğunu tüm bu geçen süre içinde ziyadesiyle ortaya koymuştur. Arabi dönemi tasavvuf ilmini öncesi ve sonrası diye ikiye ayıracak kadar derin izler bırakmıştır. Bu yazının amacı ise İbn Arabi’nin tüm fikirlerini üstüne inşa ettiği ayna metaforu ve modernist dönemlerdeki psikanalitik yaklaşımları kıyaslamaya yöneliktir.
İbn Arabi’nin neredeyse tüm fikirlerini üstüne inşa ettiği zemin kısaca ayna metaforudur. Arabi’ye göre özünde varlık alemi sandığımız gibi çoklu eşyalardan oluşmuyordu. Ortada sadece tek ve bir olan Allah vardı. Geriye kalan tüm bu mümkünler ve eşya âlemi onun suretinin varlık aynasına yansımasından başka bir şey değildi. Tüm bu suretler âlemi onun yani mutlak varlığın hologramik bir izdüşümüydü ve insan da bu haliyle onun suretlerini deneyimleyen, yine “ondan olan ama o olmayan” bir tecrübe sahasıydı. Tıpkı Lacan’daki ayna ve anne imgesi gibi Arabi metafiziğinde de âlem imgesi insanın kendini kendisiyle bildiği ama bunun için eşyadan faydalandığı bir tecrübe sahasıydı.
Lacan psikanalizinde insan bilinçaltıyla değil bilinçdışıyla kendini bilir ve içine doğduğu kültürel kodlar ve imgeler ile kendisini üretirdi. Bu Arabi’de daha geniş bir tabirle karşılık bulur. Arabi’ye göre insan bu çoklu yanılsamada kendini kendisi ve doğa aracılığıyla bilirdi… Arabi, Lacan’daki anne metaforunun yerine dünyayı ve deneyimlenen âlemi koyarak şöyle demişti “dünya insana hamiledir”. Çünkü dünya yaratılışı gereği dişil ve doğurgan bir varlıktır ve tüm suretlerin annesidir… İnsan da bu hologramik rüyanın içine düşmüş bir rüya tabircisidir (bu konuya modernist fiziğin geldiği hologram evren teorisi ve kuantum mekaniği ekstra katkı sağlayabilir). İnsan bu âlem aynasında kendisi eşya ile seyreder ve bu alem aynasından algılayabildiği kadarıyla kendisini yine kendisinden bilirdi.
Arabi metafiziğinde evren çoklu değil aksine tek bir surettir. Bu fikir temelde Lao Tzo’un TAO felsefesiyle neredeyse bire bir örtüşür… Âlemi çoklu sanmak bir illüzyondur. Özünden var olan tek şey “mutlak varlıktır”. Mutlak varlığın ne olduğunu insan hiçbir zaman algılayamayacaktır çünkü insan her daim bir berzahtadır yani suretler ve imgeler âleminde… Tıpkı Lacan psikanalizinde olduğu gibi insan bu alem aynasında kendisini kendi idrakince anlayabildiği kadarıyla üretmektedir ama gerçekte insanın bu aynada akseden görüntüyü tam olarak deşifre ettiği de söylenemez. Çünkü Arabi’ye göre insan bu mümkünler âleminde aynadan gelen görüntüyü de kendi idrakince daraltıp ufaltacağı için, aslında hakikat ayna ile onu deneyimleyen insan arasındaki o ara “boşlukta” asılı durmaktadır. Hiçlik alanı da diyebiliriz buraya. Bu nokta fazlasıyla önemlidir Arabi metafiziginde… Yani hakikatin boşlukta asılı durması… İnsan bu noktadan itibaren evreni, tanrıyı, hakikati kendince yorumlamakla mesuldür çünkü gerçekte ne kendisi ne dünya ne de âlem dediği hiçbir mümkün, varlık yüzü görmemiştir
Yeniden Fisüs-ul Hikem’deki paragrafa dönersek; bu paragrafta Arabi “varlığın” özünde bölünemez tek ve bir olduğunu ama ayanı sabitelerinin vücud bulmasıyla şu an gördüğümüz imkanlar aynasında çoklu fenomenlere bölündüğünü, daha doğrusu insan idrakinin bir yanılsaması olarak bize bu şekilde yansıdığını söyler. Böylece mutlak varlık bu aynada dişil erkek, artı-eksi, iyi-kötü ve benzeri düalistik bir imgeler hologramına dönüşür. Oysaki varlık özünde hiçbir şekilde bölünemez, kıyaslanamaz, ölçülemezdir.
Bu konuyu daha ziyade Arabi metafiziğinin vücud kavramıyla incelemek daha makul bir kapı aralar. Malum Aristo fiziği sonrası yaygınlaşan bir felsefi düzleme göre nesnel varlıklar kendileri olmak bakımından bir özne idiler. Mesela masa, dağ, çiçek, insan, eşya vs. vs. ama Arabi tıpkı Tao’da olduğu gibi tüm bu çoklu fenomen algısını alaşağı ederek bunların vücudun çoklu yansımaları olduğunu söyler. Özünde tüm bu varlık deryasının tek ve bir olan varlık gölgesinin aynada kırılması gibi bir illüzyon olduğunu, özünde tüm mevcudatın bir vücud olduğunu söyler. Örneğin varlık olarak masa, varlık olarak çiçek, varlık olarak insan vs. vs. tamamı tek ve birdir ve aynı ışığın prizmada kırılmış, çokluk olarak yansımış parçacıkları gibidir. Arabi’nin de dediği gibi ” eşya olmak bakımından hakka muhtaçtır ama o olmak bakımından hiçbir şeye muhtaç değildir.” Tüm sebeplerin ilk ve nihai aşaması “O” dur. Onda sebep ve sonuçlar yoktur. Mutlak, ahir, evvelî, ezelî ve ebedî oluşlar vardır. Çünkü “O her an yeni bir yaratımdadır” (Rahman 29).
Hakkın mümkünler aynasına akseden gölge sureti de, mümkünler aynası da, gözleyen ve gözlenen de tümüyle tek ve bir olana dâhildir. Ondan öte başka bir “var “olmak bakımından var değildir.
Arabi bu haliyle modernist Freudyen kuramın mihenk taşı bilinçaltını olduğu gibi postyapısalcı Lacan’ın bilinçdışını aynı potada eritir. İnsan kendisi de bir suret olması bakımından hem yaratılış aşamasında mizacında etkin kılınan bir ismi deneyimlerken hem de dışındaki dünyadan beslenir. Karşılıklı bir ilişki biçimi içinde hem aşkınlığın bilgisini hem de içkinliğin bilgisini kendi kendisinin mikro âleminde tecrübe ederek bir kendilik kurgular. Burada imgesel düzlem daha makro bir değere çekilir. Nesnel aynanın yerini mümkünler aynası alırken, anne metaforunun yerini de dünya alır. Arabi’de insan, modernist psikanalist yaklaşımlardaki gibi ayrık bir yabancı değil aksine tüm sürecin bir şahidi olarak mevcut ve tüm âlemin bütünsel bir formuydu. Geleneksel sufi bakış açısında da insan, tüm âlemin mikro bir formuydu. Fiziken doğayı, ruhen de ilahi olanı temsil ediyordu. Bünyesinde evrende bulunan dört ana elementi hem fiziksel hem de metaforik olarak taşıyordu. Bunlar toprak, hava, su ve ateşti. Bu haliyle insan yaratıcının ötesinde veya berisinde olmadığı gibi aşağısında veya yukarısında da değildi. Çünkü “o insana şah damarından da yakın”dı. Modern psikanalizin en temel önermesi insanı mevcutlar ve mümkünler dünyasından ayrışık bir canlı gibi kodlamış olmasıydı. Bu ayrışıklıktan kaynaklanan yabancılaşmayı ise modern tıp ruh hastalıkları kapsamında değerlendirirken, tasavvuf ise insanın tüm bu bütüne, idrakinin bir yanılsaması olarak yabancılaştığını önermiştir ve tabi ruhun ancak bütünle ilişkiye girmeyi başardığı sürece huzur bulacağını. Tasavvufta insan “yeryüzüne fırlatılmış bir canlı” değildir. Daha ziyade içinde tüm makro âlemin niteliklerini barındıran bir mikro âlem olarak bilinci nedeniyle alemin gözüdür.
Modernist külliyatta bizde olduğu anlamıyla “kalp”in bir karşılığı yoktur. Kalp salt bir organ iken ruh dediğimiz şey ise bilinçaltına bastırılmış, terbiye edilmesi veya uzlaşılması gereken habis hallerdir. Bu genel kabule en farklı müdahale Lacan’dan gelmiştir ve Lacan insanın biliçaltından değil, bilinçdışından şekillendiğini önererek insanı hem iç hem de dış diye ikiye ayırıp modernist algıya postmodern bir darbe indirmiştir ama yukarıda da izah etmeye çalıştığım gibi ne Arabi metafiziği ne de geleneksel sufist yaklaşım insanı parçalara bölmez. Hakikatte ruhun derdi bütüncül olan tüm bu âlem illüzyonu ve yaratıcısıyla ilişki kurma arzusudur. O sebeple insanın ayrıştırılmaya değil bütüncülleşmeye ihtiyacı vardır ancak bu şekilde dünyadaki gariplik halinden arınabilecektir.
Elbette ne Arabi metafiziği ne de Lacan psikanalizi bir makalede eritilecek ve özümsenecek konular değiller ama umarım bu tip girişimler zamanla modernist bir tahakküm biçimine dönüşmüş batı rasyonalitesinde zamanla bir gedik açmayı başarmamıza yardımcı olacak ve bir gün bu tarihin sayfalarında unutulmaya yüz tutmuş doğunun ruhu ile batının da tanışmasına zemin hazırlayacak yolu farketmemize sebep olacaktır. Modernist tahakküm biçimine dönüşmüş pragmatik batının ve doğunun mistikleri bir gün insan hakikatine ortak bir bakış geliştirdiklerinde bunu postkolonyalist yeni bir dilde inşa etmeyi başaracağız.
Umut Saygı
Views: 2064
Yazıda değindiğiniz gibi böyle makalelerin çoğalması ve bizi aydınlatması dileğiyle, emeğinize sağlık, teşekkürler