Site icon İtaatsiz

Modern Toplumların Doğayı Algılamaları ve Doğaya Bakışları Hakkında 1 – Jacques Élisée Reclus

“Eskiden insanlar dağlara tapıyorlardı ya da en azından orayı, yüce tanrılarının kaldıkları, yaşadıkları bir yer olarak hayal ediyorlardı. Merou dağının kuzeyinde ve batısında, Hindistan’ın tanrılarının anlı şanlı bu muhteşem tahtı, medeniyetin, her dönemi göğün efendilerinin bir araya gelip toplandığı, ulusların yaşamı ile ilgili olağanüstü mitolojik olayların cereyan ettiği diğer kutsal tepelere göre değerlendirilip ölçülebilir.”

Yakın zamanlarda tabiattaki sanat ve bilim adamlarını yeniden bir araya getirip bağlayan aşka özgü duygular içinde hakikaten ateşli bir coşku kendini göstermektedir. Gezginler (turistler), şehirlerinin güzelliği ya da iklimlerinin büyüleyici hoşluğuyla çekici ve fark edilir olan, ulaşılması kolay bütün bölgelere topluluklar halinde yayılıyorlar. Bir sürü ressam, desinatör, fotoğrafçı, Yangzi Jiang kıyılarından[1]Amazon nehrinin kıyılarına kadar dünyayı baştanbaşa kat ediyorlar; en ilginç ve çeşitli görünümleriyle ormanları, denizi, toprağı inceliyorlar; üzerinde bulunduğumuz gezegenin bütün göz kamaştırıcı ihtişamını, güzelliklerini bize gösteriyorlar ve onların tabiatla giderek sımsıkı, içtenlikli hale gelen bağları ve ilişkileri sayesinde, sayılamayacak kadar fazla sayıdaki seyahatlerinin ve bir kaynak halinde olan sanat eserlerinin sayesinde şimdi bütün kültürlü insanlar, yeryüzünün farklı bölgelerinin fizyonomisinin, görünümünün ve özelliklerinin farkına varıyorlar. Sanatçılardan daha az sayıda olan ama arayıp bulup ortaya çıkarma konusunda ve keşfetme becerilerinde daha yararlı ve becerikli olan bilginler bu yüzden göçebe bile oldular ve tüm dünya onların çalışma ve inceleme odası olarak kullanılır hale geldi: Altay’da And’ları gezip dolaşırken Humbold, kendisinin demiş olduğu gibi “bunlar ki özgürlük aşkıyla yaşamın fırtınalı dalgalarından kendilerini çekip çıkardılar” diye kaleme aldığı kendisine ait olan tabiatın hayranlık uyandırıcı Tablolarını meydana getirdi.

Bir sürü sanatçı, bilgin ve ne sanatta ne de bilimde gözü olmayan, özgür tabiatın içinde yalın olarak ve sadece yeniden güç ve kuvvet kazanmayı isteyenler, mevsim, seyahatlere, yüksek vadileri ziyaret etmelerine ve tepelerin dorukları üzerinde kendilerini tehlikeye, maceraya atmalarına fırsat verir vermez, özellikle dağların bulunduğu bölgelere yönelirler; ovaların binlerce sakini, binlerce insan, güzellikleriyle oldukça fazlasıyla ün salmış olan Alplerin ve Pirenelerin bulunduğu kısımlara doğru koştururlar. Çoğu gerçekten de modaya uymak, itaat etmiş olmak için, laf olsun diye, işsizlikten güçsüzlükten, aylaklık olsun diye ya da hiçi hiçine, övüneyim diye gelirler, ama hareketin, devinimin yol göstericileri, öncüleri, dağların çekiciliğine kapılmış olanlardır ve onun için kayalara tırmanmak hakiki bir keyif, gerçek bir zevktir. Yüksek doruklardaki manzara, birçok insanın üzerinde büyü etkisi yapıyor ve kendine çekiyor; bu durumda işin içine düşünme olayı girmez, yani çoğunlukla düşünerek hareket etmezler, fiziki bir içgüdüyle gerçekleşir olay; bu tepelere doğru uzanan dik bayırları tırmanmak için dağlara doğru sürüklendiklerini hissederler.

Dağ kolları üzerinde ve akarsu yarıkları içinde meydana gelen ışığın ve gölgenin sürekli oluşum halinde çeşitlilik arz eden değişimleriyle, yamaçlarında dolanıp duran bulutlardan oluşmuş kuşakla çevrelenmiş, gökyüzüyle koyun koyuna, özgürlük ve cesaret telkin eden hali ve görünümünün ihtişam ve görkemiyle dağlar, böylece yaşama hayat ve anlam katan niteliğe sahip varlıklardan olurlar, ayrıca insanlar, varlıklarının gizemiyle yakalanıp şaşırdıkları için, onları fethedip ele geçirme arzusuyla hareket ederler. Bunun dışında insanların üzerinde çalışması nedeniyle, ekilip biçilmiş,  sıklıkla bozulup çirkinleşmiş ovaların tekdüzeliği ile el değmemiş bayır ve yamaçlarının bakir güzelliğinin sunduğu kontrastla, zıtlıkla dağların insanı kendine doğru çektiği hissedilir. Ve sonra tepeler küçücük bir alan içinde kendilerinin, dünyanın göz kamaştırıcı bütün güzelliklerinin bir özeti olduklarını bilmiyorlar mı? Bitki örtüsüyle kaplı bölgeler ve onların bulunduğu yerdeki iklimler, çevrelerinde, etraflarında, sıra sıra bölümlenirler: Tek bir bakışla karları, buzları, kayaları, çayırları, ormanları, ekin tarlalarını, bu tepelerden kucaklayıp içinize hapsedebilirsiniz ve her akşam güneşin batarken oluşturduğu ışık, sanki bu büyük kütle sadece göklerde dalga dalga kımıldanıp gezinen ince, pembe kıvrımlı, hafif, ince bir kumaşmış gibi dupduru, saydamsı, harikulade bir görünümü zirvelere bırakır.

Eskiden insanlar dağlara tapıyorlardı ya da en azından orayı, yüce tanrılarının kaldıkları, yaşadıkları bir yer olarak hayal ediyorlardı. Merou dağının kuzeyinde ve batısında, Hindistan’ın tanrılarının anlı şanlı bu muhteşem tahtı, medeniyetin, her dönemi göğün efendilerinin bir araya gelip toplandığı, ulusların yaşamı ile ilgili olağanüstü mitolojik olayların cereyan ettiği diğer kutsal tepelere göre değerlendirilip ölçülebilir. Elli dağdan fazlası, Ararat’tan Athes dağına kadar, dünya üzerinde yaşayanların kaynağı, tohumları ve dünyaya gelen insanlığı göğün göğsünde tutan, içinde taşıyan bir geminin üzerine indiği tepeler gibi gösterildiler. Sami ülkelerinde, bütün dağların zirveleri, dorukları, ya Yehova’ya, ya Molokh‘a[2] ya da diğer tanrılara olsun kutsal sunaklar olmuşlardır: Bu Sina Yarımadası’ydı.[3] Orada Yahudi Kralı’nın On Emri ışıklar içinde dünyaya inmişti; gizemli, mistik bir elin Hz. Musa’yı saklayıp gizlediği Nebo[4]dağıydı;  İsrail’in tapınağını taşıyan Morija (Moriah, Moriyyah, Yahudiye) idi, Yüce Rahip (Hz. Musa’nın kardeşi Hz. Harun)’in halkına dua edip onları kutsadığı Garizim (Gerizim, gizemli dağ) Kudüs yönünde Nablus’a giderken, “Kutsal Gerizim Dağı”,  gizemli halkıSamiriler, Filistin Yahudileri, Carmel dağı(İsrail’de bir dağ), Thabor[5]  ve sedir ağaçları ile taçlanıp süslenmiş Lübnan dağıydı. Yahudilerin ya da Canaan ( Kenan, Filistin)ların yaralılarını boğazlayıp öldürmek ve kurbanlarını yakmaya gitmek için kalabalıkların sürüler halinde gittikleri “Yüce Yerler”dir bu dağlar. Üstelik Grekler (Yunanlılar) için her dağ devlere ait bir kale ya da bir tanrının divanı, sarayıydı: Kafkasların sivri bir tepesi, insanlığın ülkütü ve babası Promete’yi bağlamış oldukları bir direk gibi kullanılmıştı; Olimpos’un üç katlı kubbesi Jupiter’in[6] kalmış olduğu muhteşem bir yerdi, ayrıca bir şairin Apollon’a[7] başvurup ona yakarıp yardım istendiğinde gözler Parnas’ın[8] zirvesine doğru döner.

Bazı benzer sebeplerin gücü ve etkisiyle köylerinden sürülmüş insanların çoğu gün geçtikçe artıyor.Bu nedenle tabiatın duygusal temayülünün gelişip daha iyi yönde düzelip iyileşmesi çok önemlidir. Oldukça uzun zamandan beri karamsar insanlar, büyük şehirlerin ardı arkası kesilmeyen artışından korkarlar, bununla birlikte artık nüfusun ayrıcalıklı şehir merkezlerine doğru yer değiştirmesinin hızlı ve çabuk gelişme nedeniyle gerçekleşebileceğinin hiç farakında değiller.

Gerçek şu ki eskinin ürküntü verici akıl almaz Babillileri de, yüz binlerce insanı ya da hatta milyonlarca nüfusu içinde barındırdılar, taşıdılar: Doğal ticari çıkarları, her türlü gücün despotik, zorba merkezileşmesini, lütufların, sevgilerin büyük rahibi, zevklerin, arzuların aşkı, bu güçlü, otoriter şehirlere bütün bölgelerin nüfusunu kazandırdı. Ama iletişimsel bağlantılar o zaman bugünkünden çok daha yavaştı ve yetersizdi. Bazen bir sel felaketi, kötü hava koşulları, soğuk, bir karavanın gecikmesi, bir düşman ordusunun saldırısı, bir kabilenin isyanı, yiyeceklerin, araç ve gereçlerin sağlanmasının gecikmesine ve durmasına neden oluyordu,  koca şehir bütün bu görkeminin içinde hep açlıktan ölme noktasında kalıyordu. Ayrıca bu merhamet bilmez, acımasız savaş yılları boyunca, bu uçsuz bucaksız kentler, başkentler hep sonunda birkaç büyük ölümü sahneleyerek sona eriyordu ve bazen de yıkım o kadar şiddetli oluyordu ki bir şehrin yıkımı aynı zamanda bir halkın sonu oluyordu. Hatta bu son zamanlarda da görülebilmekte; Çin’in şehirlerinde birkaç tanesini örnek olarak verebiliriz, eski medeniyetlerin hükmü ve imparatorluğu altındaki büyük insan yığınlarının, yerleşim yerlerinin başına gelen yazgıda da gördüğümüz gibi. Büyük güçlü Nanking şehri,[9] bir harabe, bir yıkıntı haline geldi. Yaklaşık on beş sene önce bütün dünyanın en kalabalık şehri olduğu görülen Ouchang şehri böyle iken sakinlerinin dörtte üçünden fazlasını kaybetti.

Eskiden nüfusun büyük şehirlere doğru akın akın hücum etmelerine neden olan sebepler ve daha da az güçlü olmayan modern ilerleme ve gelişmelerin de aralarında bulunduğu başka sebepleri de eklemek gerekirse hız kesmeden devam etti. İletişim yolları, kanalları, sıradan yollar ve demir yolu gittikçe daha fark edilebilir miktarda önemli merkezlere doğru yayılıyorlar ve onları durmadan, ara vermeksizin birbirine yakın bir zincir şebekesi, bir kafes ağı gibi çevreleyip kuşatıyorlar. Günümüzde, bir yerden bir yere yapılan yolculuklar, yer değiştirmeler o kadar çok kolaylıkla yapılıp gerçekleşiyor ki sabahtan akşama kadar demiryolları Londra’nın ya da Paris’in yollarına, kaldırımlarına 500.000 kişiyi bırakabilir durumda, ayrıca basit bir bayram, bir evlilik, bir cenaze olayı, herhangi bir kişinin ziyareti olasılığına karşı milyonlarca insan bazen önemli bir kenti, bir anı bir anına uymayan, dalgalı, kararsız, sürekli yer değiştiren bir nüfusla şişirdiği olur. Azık ve gereçlerin taşınma ve nakli de seyyahların, turistlerin, yolcuların ulaşımıyla aynı kolaylıkla gerçekleştirilebilir. Etraftaki, çevredeki bütün kır ve köyler, ülkenin bütün aşırılıkları, güçlükleri, dünyanın bütün sorunları, mücadeleleri, yiyecek ve besin maddeleri, suyla, toprakla, yemeyi içmeyi bırakmayıp devam eden ve daha da fazla silip süpüren bu akıl almaz büyüklükteki midelere doğru akın edip, üşüşüp hücum ederler. Gerektiğinde, eğer Londra’nın iştah ve hevesleri gerektirir de canı isterse, kent, toprağın ürünlerinin yarısından fazlasını bir yıldan daha az bir zamanda taşıyıp kaldırabilecektir.

Gerçekte orası, Antikite’nin büyük şehirlerinin sahip olmadığı bir avantaja, elverişliliğe sahiptir ve bununla birlikte, demir yolları ve diğer iletişim araçlarının, geleneklerin ve yaşam biçimlerinin içine işlemiş olduğu, yaşamın içine girdiği devrim henüz daha yeni başlamıştır. Hakikaten bu nedir; Fransa’nın sakinlerinin, orada oturanların her biri için yılda iki ya da üç yolculuk için bir araç olduğu, özellikle o zaman, Paris’in ya da diğer bu büyüklükte büyük şehir banliyösünde gerçekleşmiş olan bir çeyrek saatlik yolculuk, istatistiklerde bir yolculukmuş gibi değerlendiriliyor mu gerçekten? Doğrusu kesin olan şu ki her yıl bir yerden bir yere yolculuk yapan, yer değiştiren kalabalık halk yığınları büyük oranlarda artış gösterecek ve büyük olasılıkla bütün öngörülen tahminler bir bakıma sınırları aşıp daha öteye geçecek, çünkü zaten bu öngörüler yüzyılın başından beri böyleydi. Böylece sadece Londra şehri için, seyahat edenlerin hareketi, devinimi, günümüzde, tek bir hafta içinde, 1830’lu yıllarda tüm Britanya açısından her sene olduğu gibi aynı eşit şekilde hızlı ve güçlüdür. Demiryolları sayesinde ülkenin çevresi durmadan daha da küçülür ve hatta orada hangi oran ve ilişki içinde bölgenin bu küçülmesinin gerçekleştiği kesin bir hesapla kaçınılmaz olarak ortaya konup gösterilebilir,  çünkü bunun için lokomotiflerin hızını, yerini aldıkları yolcu arabalarının ve yaysız büyük yolcu arabalarının hızıyla karşılaştırmak yeterli olur. İnsanoğlu kendisine sıra gelince, kendi açısından gittikçe daha büyük bir kolaylık ve rahatlıkla doğduğu yerden ayrılıp uzaklaşıyor, göçebe oluyor, göçebe bir yaşamın içinde kendini buluyor; her zaman alışagelmiş yollardan giden ve bir daha neredeyse asla geri dönmeyen eski önderler ve yol göstericilerin yaptığı gibi değil, hep aynı süre zarfında, topluluklarıyla, sürüleriyle aynı otlaklara geri dönmeyen eski çobanlar, yol göstericilerin yaptığı gibi değil, ama çok daha eşsiz bir bütünlükle; çünkü ufkun bir ucundan diğerine doğru belli belirsiz bir şekilde ilgisinin onu ittiği, ona zevk verdiği, mutlu ettiği her yere doğru yönelir, hareket eder: Bu yurtlarından kendi iradeleriyle sürgün olmuş, yurtlarından uzaklaşmış olanların aşağı yukarı küçük bir kısmı doğdukları vatanlarına ölmek için geri dönerler. Habire, ara vermeksizin gittikçe artan bu insan göçü şimdi milyonlar tarafından yapılıp ve milyonlar tarafından gerçekleştiriliyor. Açık ve kesin olarak daha kalabalık nüfuslu karınca gibi kaynayan insanlardan meydana gelen kalabalıklar oluşturur. Onlarçok kalabalık haldeki göçebe yığınlarının hareket ve ilerlemelerinden daha fazla kalabalıklardır. Roma Galya’sındaki Frenk savaşlarının korkunç istilaları, belki etnolojik açıdan, Lüksemburg’un, Palatinat’ın[10] her yıl Paris’in nüfusunu şişirip artırmaya gelen bu süpürücülerin, çöpçülerin bu sessizlik içindeki göçleriyle aynı derecede öneme sahip değildi belki de.

Bir fikir vermesi bakımından, bir gün dünyanın büyük ticaret merkezleri, şehirleri çok başka sebeplerden dolayı çok daha farklı hareket etmek zorunda kalacaklar. Bununla birlikte er ya da geç büyümeye neden olan sebepleri dengelemeleri gerekecek; bunun için çağdaş, ilerlemiş olan modern koloniler içindeki şehirlerin ıssız şehirden uzak evlere ve köylere ne derece büyük bir ö[1]nem verdiğini görmek yeterlidir. Bu çevrelerde gelenek, görenek, töre bağlarından kurtulmuş ve keyiflerine göre toplanıp bir araya gelmekte özgür olan insan toplulukları şehirler içinde hemen hemen tamamen balık istifi gibi sıkışırlar. Hatta özellikle tarım kolonileri içinde Far-West (Vahşi Batı)’nın genç Amerika Devletleri, La Plata’nın[11] bölgeleri, Avustralya’nın Queensland’ı,[12] Yeni Zelanda(Başkent Wellington)’nın kuzey adası gibi kentlilerin sayısı, köylü ve taşralıların sayısına daha çok üstün gelir, onların sayısını geçer: Ortalama olarak, en azından üç kat daha üstündür, ticaret ve endüstri ilerlediği ölçüde, geliştiği müddetçe büyümesini durdurmaz, büyümeye ve artmaya devam eder. Büyük ticari avantajlar ve altın madenleri gibi özel madenlerin birçok spekülatörün cezbedip kendine çektiği Viktorya ve Kaliforniya gibi kolonilerde, şehirlerde ikamet eden insan nüfusunun yığılması halen çok daha dikkate şayandır. Eğer Paris bir dereceye kadar, San Fransisko’nun Kaliforniya’da olduğu, Melbourne’nun Mutlu-Avustralya’da olduğu şey olsaydı, o zaman gerçekten adına yaraşır olan  “büyük şehir”  9 milyondan 10 milyona kadar olan kişi nüfusundan daha az olmazdı. Hiç kuşkusuz 19. yüzyıl toplumunun dış idealinin olduğu bütün bu yeni ülkelerde böyleydi, çünkü hiçbir engel bölgenin tüm alanı üzerinde küçük gruplar halinde etrafa yayılma açısından yeni gelişleri engellemedi ve onlar büyük şehirlerde toplanıp bir araya gelmeyi yeğlediler.

Çeviren: Buket Şahin

Dipnotlar:

[1]Asya’nın en uzun, dünyanın Nil ve Amazon’dan sonra üçüncü en uzun nehridir. Uzunluğu 6.370 km olup Çin’in batısından Doğu Çin Denizi’ne akar. Çincede anlamı “uzun nehir”dir. Dünyada sadece bir ülkeyi sulayan en büyük nehirdir: ‘Vikipedi’

[2]Moloch, Fenikelilerin çocuklarını kurban ettikleri güneş tanrı, bir zamanlar İsrail oğulları bu cehennem tanrısına tapmışlar.

[3] Sina yarımadası, kuzeyde Akdeniz, batıda Süveyş Kanalı ve körfezi, doğuda İsrailMısır sınırı ve Akabe Körfezi ile çevrilidir. Sina yarımadası, Afrika kıtası ile Arap Yarımadası arasında bir platodur. Coğrafi olarak Asya kıtasındadır.

[4]Nibu, cennet anlamında, Ürdün’ün Medeba ilinde yer alan dağ, Tanah’ta vaat edilmiş topraklarların Hz. Musa’ya gösterildiği yer.

[5]Tabor, Hz. İsa’nın üç havarisi ile Hz. Musa ve Hz. İlyas peygamberle görüştüğü dağ.

[6]Tanrıların en güçlüsü Zeus ile denk, Satürn ile Ops’un en genç çocuğu, Atlas’a evreni taşıma görevini vermiştir, Romalılar büyük bir sevgiyle ona tapmışlardır.

[7]Apollo, müziğin, sanatların, güneşin, ateşin ve şiirin tanrısı, bilici tanrı.

[8]Yunanistan’ın merkezinde bir dağ.

[9]1 Aralık 1937’de Japonya’nın Çin’in o zamanki başkenti Nanking’de teslim olmalarına rağmen yaptıkları katliam

[10]Almanya’nın batısında Fransa’ya komşu bir eyalet.

[11]Arjantin’in başkenti Buenos Aires’in merkezi şehri.

[12]Başkenti Brisbane, ada devleti, komşusu yok.

Visits: 46

Exit mobile version