“Kentlinin çizgileri, nükteleri incelmiş ve gelişmiştir, ama vücudu zayıftır, yaşamın kaynakları bitip tükenip suyunu çekmiş, kurumuştur. Aynı şekilde entelektüel açıdan toplumsal hayatın geliştirdiği bütün parlak yetenekler, öncelikle aşırı şekilde coşkun ve kışkırtılmıştır, ama düşünce, aşamalı olarak kademe kademe gücünden kaybeder.”
Bu durum Kaliforniya ya da böyle başka bir modern kolonininkine karşı muhalif olan Rusya ya da Macaristan örneği gibi nüfuslarının Orta Çağ’da olduğu gibi dağılıp yayıldığı ülkeleri, hangi yüzyıllarla ilgili zaman zarfının ayırdığını göstermeye yarayabilir. Rusya’nın ovalarında, Macaristan Puszta’sında (çayır ve ovalarla çevrili stepler), tam anlamıyla pek şehir yok. Sadece az ya da çok geniş köyler var. Başkentler idari merkezlerdir. Sakinlerinin gelip de çabuk gittiği, gelip geçtiği ve eğer hükümet bununla birlikte orada ulusun bir kısmının hesabına milletin sırtından sahte, yapmacık bir hayat sürdürürse hemen önem ve nüfuzlarının önemli, hatırı sayılır bir parçasını kaybedecek olan yapmacık dünyalardır bu şehirler. Bu ülkelerde çalışan nüfus çiftçilerden oluşur, ayrıca şehirler yalnızca memurlar ve işi gücü olmayan boş gezen insanlar için vardır. Avustralya’da, Kaliforniya’da tam tersine köy yaşamı asla sadece bir banliyö(yöre kent) değildir ve köylülerin kendileri, çobanlar, çiftçiler, tarımcılar ruhlarını şehre doğru yönlendirmişler, kafalarını şehre çevirmişlerdir: Bunlar mesleklerinin çıkarı dâhilinde, geçici bir süre için büyük ticari merkezden uzaklaşan ama tekrar oraya gelmekten geri durmayan spekülatörlerdir. Er ya da geç, şüphe ve tereddütte kalınmayacaktır ki, bugün doğdukları toprakta sıkı bir şekilde kök salıp yerleşmiş olan Rus köylüler dün henüz köle oldukları topraklardan, köy yaşamından bağlarını koparıp ayrılmayı öğrenecekler; İngilizler gibi, Avustralyalılar gibi göçebe olacaklar, ticaretin ve endüstrinin onları çağırdığı, kendilerinde doğal olarak var olan, görmek, tanımak, bilmek ya da şartlarını iyileştirmek tutkularının onları ittiği büyük şehirlere doğru yol alıp gidecekler, oralara taşınacaklardır.
Köylerde oturanların azalıp bu yerlerin ıssızlaşmasından yakınıp sızlananların şikayet ve yakınmaları yine de bu hareketliliği durdurmaz. Bu hiçbir şey işe yaramaz, bütün bağırıp çağırmalar faydasızdır. Olan olmuş, daha büyük bir geçim kolaylığı sayesinde, seyahatlerin göreli ucuzluğu sayesinde “gitmek ve gelmek” ile alakalı olarak bu en önemli, temel özgürlüğü elinde bulunduran, buradan hareketle, zamanla gittikçe bütün diğerleri de bu özgürlük düşüncesiyle yola çıkıp oralardan alıp başını gitmiştir, mal sahibi olmayan mülkiyetsiz çiftçi kendisine bu yerler hakkında birçok harika, şaşılacak şeylerden sayılıp döküldüğü kalabalık şehre doğru yol aldığı zaman çok doğal ve tabii bir içgüdüye, eğilime itaat eder. Üzgün ve bununla birlikte aynı zamanda neşeli, mimarinin ve endüstrinin mucizelerini seyretmeye gitmek için doğduğu viraneye elveda der; kollarının gücüne, çalışmasına güvenip, bel bağladığı düzenli ücretinden vazgeçer, ama belki de köyün diğer çocukları gibi o da zenginliğe ve refaha ulaşmayı başaracaktır ve eğer bir gün ülkesine geri dönerse bu doğduğu, pis, iğrenç barınağın yerine kendisi için bir şato dikmek için olacaktır. Servet edinme ve zengin olma hayallerini gerçekleştirebilenler bu göçmenlerin çok az bir kısmıdır, onlardan çoğu zenginlik peşinden koşarken fakirliği, hastalığı, büyük şehirlerde vakitsiz ölümü buldular; ama en azından yaşayanlar fikirlerinin çemberini genişletmeyi başardılar, birbirinden farklı çevreler, değişik yerler gördüler, başka insanlarla iletişime geçerek şekillendiler, daha zeki, daha bilgi sahibi oldular, yetiştiler. Bunun yanında tüm bu bireysel gelişmeler toplum için tamamen paha biçilmez, değerli bir avantaj oluşturmuştur.
Köylülerin Paris’e, Lyon’a, Toulouse’a, büyük deniz limanlarına doğru gerçekleşen göç olayının nasıl, hangi bir hız ve süratle olup bittiğini biliyoruz. Nüfusun her artışı, çoğalması, çekim merkezlerinin lehine, yararına olmuştur ve köylerin, küçük şehirlerin çoğunluğu belirli bir gelişme göstermez halde durağan kaldılar ya da aynı şekilde nüfus sayıları bakımından daha da kötüleştiler, taşranın yarıdan fazlası giderek daha da az bir nüfusa sahip hale geldi ve Orta Çağ’dan bu yana nüfusunun, sakinlerinin gerçekte üçte birlik bir kısmını kaybeden Bas-Alpes’i[1] burada örnek olarak gösterebiliriz. Büyük şehirlerin dalgalı, kararsız nüfusunun ister istemez artmasına sebep olan seyahatleri ve geçici göçleri hesaba katıp dikkate alacak olursak sonuçlar çok daha fazla çarpıcı olacaktır. Ariege (Ariege nehrinden adını alır) ilinde Pyrénées (Pirene dağları nedeniyle )’de bazı köyler vardır ki bütün sakinleri, erkekler ve kadınlar kış boyunca, ovadan şehirlere inmek için tamamen buraları terk ederler. Nihayetinde, birçok işçiyi ve köylüyü hesaba katmadan gelirleriyle yaşamlarını sürdüren ya da ticari faaliyetlerle uğraşan Fransızların birçoğu Paris gibi Fransa’nın belli başlı önemli şehirlerini ziyaret etmekten geri kalmazlar. Uzak, ücra taşra şehirlerinde, ikamet etmiş olduğu büyük şehrin ismiyle bir iş emekçisi yolcunun adlandırılıp gösterilmiş olduğu zaman çok uzakta şimdi. İngiltere’de ve Almanya’da aynı toplumsal olgu ve olaylar gerçekleşmektedir. Bu iki bölge içinde doğumların ölümlerden daha fazla olması Fransa’dan çok daha fazla dikkate şayan olmasına rağmen, bununla birlikte tarım ülkelerinin olduğu yerlerde de Hesse-Cassel dükalığı[2] ve Cambridge kontluğu gibi büyük şehirlerin çıkarına, sakinlerinden yoksun olarak ıssızlaşıp bomboş kalmaktadır. Hatta Kuzey Amerika’da, nüfus çok şaşırtıcı bir hızla artıp çoğalmaktadır. Yeni İngiltere’nin tarım alanlarının olduğu yerlerden büyük bir kısmı, iki yönlü bir göçle bir yandan Far-West bölgelerine doğru, bir yandan Portland, Boston, New York gibi saygın ticari şehirlere doğru sakinlerinin çok büyük bir kısmını kaybettiler.
Ayrıca bunun yanında şehirlerin havasının tabiatın ölüm ilke ve yasalarıyla dolu ve bundan sorumlu olduğu oldukça tanıdık ve bildik bir olgudur. Resmi istatistikler bu bakımdan arzu edilen gerçekliği ve doğruluğu her zaman sunmamalarına karşın yine de bütün Amerika ve Avrupa ülkelerinde, kırda, taşrada yaşayan köylülerin ortalama ömrü kentli insanların ömründen çok daha fazladır. Onların ömrünü yıl olarak fazlasıyla geçer ve büyük şehrin iç bulandırıcı ve dar sokağı için ana yurdunun geniş tarlasını terk eden göçmenler öncesinden yaklaşık olarak ömürlerini, olasılık ve ihtimal kurallarını izleyerek zaman olarak ne kadar kısalttıklarını hesaplayabilirler sanırım. Yeni gelen kendi öz varlığında sadece acı çekmez, ayrıca peşin bir ölümle karşı karşıyadır. Ama aynı şekilde soyunu, sopunu, çoluk çocuğunu da mahkûm eder, buna zorunlu bırakır. Bilincinde olunmadığı söylenemez ve bilinmez değildir; Londra ya da Paris gibi büyük şehirlerde yaşamak için önemli olan esas güç, kuvvet çok çabuk bitip tükenir. Bunun yanında hiçbir burjuva, kentli aile üçüncü ya da tam olarak olsa olsa en fazla dördüncü nesilden öteye orada kalmaya devam etmez. Eğer birey onu çevreleyen ortamın ölümcül etkisine direnç gösterip dayanabildiği takdirde, en azından aile yenik düşüp sonunda başarısızlığa uğrar ve ölüme sevinçle, güle oynaya yürüyen, sürekli ardı arkası kesilmeyen yabancı yerlerden ve taşralardan kaynaklı göçler olmaksızın büyük şehirler, kentler o büyük, olağanüstü nüfuslarını toplayıp bir araya getiremezler. Kentlinin çizgileri, nükteleri incelmiş ve gelişmiştir, ama vücudu zayıftır, yaşamın kaynakları bitip tükenip suyunu çekmiş, kurumuştur. Aynı şekilde entelektüel açıdan toplumsal hayatın geliştirdiği bütün parlak yetenekler, öncelikle aşırı şekilde coşkun ve kışkırtılmıştır, ama düşünce, aşamalı olarak kademe kademe gücünden kaybeder; bıkıp usanır, sonunda zamanla zayıf düşüp çöker. Gerçekten, Paris’in haylaz çocuğu, köylerin, taşranın kaba genciyle karşılaştırılınca canlılık, öfke, neşe ve coşku dolu bir varlıktır; ama koyu karanlık cehalet ortamındaki çukurlarda bir bitki gibi anlamsız, sanki cılız bitkiler gibi tatsız bir yaşam süren bu sıska, marazi insanlar, fizik ve ahlak açısından karşılaştırdığımız bu solgun, serseri haytanın sonuçta erkek kardeşi değil midir? Nihayetinde bu şehirlerin içinde, medeniyetleri ve büyük zenginlikleriyle en ünlü, en anlı şanlı olan şehirlerin içinde, kirliliğin, bayağılığın, açlığın, kaba cehaletin, herkesin hor görüsünün, aşağılayıcı söz, davranış ve aldırmazlığının, ormanları ve dağları baştanbaşa arşınlayıp kat eden vahşi mutluluğunun gölgesi altında, özgürlüğe kavuşturduğu umutsuz zavallı varlıklar, gerçekten bütün insanların en aşağılığı, rütbesizleri bulunur. En büyük, göz kamaştırıcı ihtişamın yanında en küçük, en aşağı alçaklığı, iğrençliği aramak gerekli; bütün görkem ve ihtişamı içinde insan vücudunun güzelliğinin kendini gösterdiği bu müzelerden uzakta değil, raşitik, zayıf, gelişmemiş çocuklar, kanalizasyonların, iğrenç yerlerin ağzından çıkmış, pis, iğrenç atmosferde canlanıp yeniden dirilirler.
Eğer vapur durmadan büyüyen kalabalıkları şehirlere taşırsa, bir diğer taraftan, bir zaman için özgür atmosferi solumaya ve yeşilin, çiçeklerin manzarasında, düşüncesini tazeleyip canlandırmaya gelen, giderek kalabalıklaşan sayıda şehirliyi köylere getirir. Keyif ve arzularına göre boş vakit yaratmada usta olan zenginler, tüm aylar boyunca şehrin yorucu zevklerinden ya da meşguliyetlerinden kaçıp kurtulabilirler. Kırda ikamet eden, büyük şehirlerdeki evlerinde kısa sürede şöyle bir görünüp, geçip gidiveren içinde durum aynıdır. Gündelik hayatın gereksinimleri nedeniyle uzun süre uzaklara gidemeyen her türden çalışana gelince, aralarından çoğu kırları ziyarete gitmek için ihtiyaç duydukları soluklanmaya, dinlenip rahatlamaya, meşguliyetleri arasından az da olsa fırsat bulamazlar. En avantajlı, en şanslı olanları kendilerine haftalarca izin verirler ve izinlerini şehirden uzakta, dağlarda ya da denizin kıyısında geçirirler. İşleri nedeniyle daha köleleşmiş, işinin tutsağı olmuş olanlar zaman zaman birkaç saatliğine alıştıkları sokakların dar ufkuna sığınıp kaçarak kendilerini sınırlarlar. Hava sıcak ve tatlı, gökyüzü aydınlık ve parlak olduğunda bunun onlara bayram günlerinin mutluluğunu verdiğini, bundan faydalandıklarını biliyoruz: Büyük şehirlerin birbirine komşu ormanlarındaki her ağaç mutlu, neşeli bir aileyi barındırır. Tüccarların ve çalışanların gözle görülür önemli bir kısmı, özellikle İngiltere ve Amerika’da, cesur bir şekilde, cesaretle kırsak kesimdeki kadın ve çocukları yerleştirir ve onları günde iki kez aile ocağından, yuvalarından mağazayı, tezgâhı ayıran yolu kat etmeye mahkûm ederler. Ulaşım ve irtibatlarının çabukluğu sayesinde, milyonlarca insan böylece köy ve kent niteliklerinin her ikisini de bir arada üzerlerinde bulundurabilirler ve her yıl böylece hayatlarını yarı yarıya bu şekilde bölüştüren birçok sayıda insan durmadan çoğalmaya devam ederler. Londra’nın etrafında yüz binlerce sayıda olan, bu, her sabah büyük şehrin iş girdabına dalıp her akşam yeşil banliyödeki huzur dolu evlerine geri dönenleri hesaba katmalıyız. Büyük şehir, kent yaşamı, dünyanın gerçek ticari merkezi, kendini sakinleriyle, mukimlerle dolduruyor; her gün en aktif insan kovanıdır bu; her gece ise tıpkı bir çöldür.
Ne yazık ki, şehirlerden dışarıya doğru gerçekleşen bu geri çekilme, bu cezir, sadece köyleri çirkinleştirmekle kalmaz: Sadece her türden çer çöp, döküntü, tarlaları ve şehirleri birbirine bağlayan sahalar dahil her yeri doldurup boş yer bırakmayacak şekilde kaplamamıştır, ayrıca çok daha ciddi bir şekilde, spekülasyon, çöküntü ve vurgunculuk, yörenin, komşuluğun sıcak, gönül çekici, hoş tüm kır görünümlerini, manzarayı yakalayıp ele geçirip egemenliğine almıştır; onları dikdörtgen şeklinde hisselere, parçalara böler, onları birbirinin aynı, tekdüze büyük duvarlar, surlarla çevirir, kuşatır, sonrada orada yüzlerce, binlerce kendini beğenmiş, kasıntılı küçük küçük evler, evcikler inşa eder. Bu sözüm ona köylerdeki bu çamurlu yollardan geçen göçebe gezginlere göre, tabiat sadece parmaklıklar, demir kafesler arasında şöyle böyle sezinler gibi hayal meyal gördükleri büyük çiçek yığınları ve kesilip budanmış çalılarla gösterilir, tasvir edilir. Denizin kıyısında, çok dikkat çekici, çok güzel görünümlü yalıyarlarda, oldukça fazlasıyla çekici plajlar, kıskanç çekemeyen mal sahipleriyle olsun, bir altın külçesine değer biçen, hesaplayan sarrafların yaklaşımı ve tavrıyla tabiatın güzelliklerini değerlendiren spekülatörlerle olsun, istif edilip tekele alınmış birçok yerler halindedir. Sıklıkla ziyaret edilen dağların bulunduğu bölgelerde, aşırı şekildeki ele geçirme isteği, doymazlık orda oturan nüfusu sakinlerini zapt edip etkisi altına alır: Kırlar, köy manzaraları kareler halinde parçalara bölünmüş ve çok hızlı bir şekilde açık artırmada satılmıştır; her olağan doğa merakının, kayalık, mağara, çağlayan, buzul çatlağı, yarığı, yansıyan, karşılık veren yankının gürültüsüne kadar hepsinin kendine özgü, özel bir niteliği vardır. Müteşebbisler büyük çağlayanları kiraya verirler, suların gürültüsünü seyretmeye niyetli para ödemeyen, parasız turistleri, gezginleri, yolcuları engellemek için tahta ve levhadan bariyerlerle onların etrafını çevreler, kuşatırlar. Sonra reklamlar sayesinde, su buharları halinde örtülerden oluşan, alanda yayılan, alanı kaplayan rüzgârın esintisi ve kıvrılıp, dökülüp parçalara ayrılan damlacıklar içinde oynayıp dans eden ışığı, ses verip çınlayan güzel kalkanlara dönüştürür.
Tabiat, güzelliği sebebiyle kesinlikle birçok spekülatör tarafından kötü kullanılıp değersizleştirildiği için, kıymetini bilmemeleri şaşırtıcı değildir. İşletip çalıştırma, iş ve uğraşılarında çiftçiler, tarımcılar ve sanayiciler toprağın, dünyanın çirkinleşmesinde parmaklarının olup olmadığını, bu çirkinleştirmede katkılarının olup olmadığını kendi kendilerine sormak zorundadırlar. Geçek şu ki “çift süren, sert, kaba çiftçi, köyün, kırların büyüsünü ve çekiciliğini, manzaraların armonisini, uyumunu, ahengini kendine tasa etmez, buna aldırmaz, yeter ki toprak çok verimli olsun, bol ürün versin, verim sağlasın. Ağaç koruluklarında rastgele baltasını gezdirip dolaştırırken onu rahatsız edip işini güçleştiren ağaçları kesip devirir, diğerlerini yakışıksız bir şekilde kırıp yaralar ve onları süpürgelere ya da ağaç kazıklarına benzer bir hale getirir. Eskiden görülecek güzellikte olan, baştan sona gezip görüp dolaşmaktan zevk alındığı büyük geniş bölgeler, yöreler, tamamıyla şerefi lekelenmiş, kirlenip bozulmuş haldedir. Onlara bakıp seyredince gerçekten içten içe bir isteksizlik, bir tiksinti duygusu hissedilir. Ayrıca bundan başka, sıklıkla tabiata olan sevgisinde olduğu gibi bilim alanına da uzak, bu konuda fakir, geri kalmış olan çiftçi hesaplarında yanılgıya düşer. Bilmeden ve anlamadan iklim ve hava koşullarına benimsetmeye çalıştığı, getirdiği değişim ve değişikliklerle kendi yıkımına sebep olduğu olur. Aynı şekilde, köyün, kırın ortasında imalathanesini, madenini işleten sanayici için maden kömürünün dumanlarının, atmosferi karartıp kirletmesi ve iç bulandırıcı, pis kokulu buharlarla atmosferi kirletmek önemsizdir. Bunun onun için pek bir önemi yoktur. İngiltere bir yana, ondan başka, batı Avrupa’da yoğun kıvamda havasının hemen hemen yabancılar için solunamaz olduğu çok büyük sayıda imalathane, sanayi vadileri vardır. Evler orada dumana bulanmış, dumandan tütsülenmiş gibidir, hatta aynı şekilde oralarda ağaçların yaprakları is ve kuruma bulanmış, is, kurum giyinmiş gibidir, ayrıca güneşe bakınca hemen hemen her zaman için sarı yüzünü, yoğun kalın kıvamda olan sisin arasında kendisini gösterir. Mühendise gelince, onun için de dümdüz, en monoton olan ovada ya da en dik en sarp dağların boğazları, köprüleri ve viyadükleri, köprü yolları her zaman onun için aynı şeylerdir; çok meşguldür, aklı fikri hep yapılarını, binalarını manzarayla uyum içinde yapmak değildir, ama kafasını taktığı şey sadece ve sadece araç, gereç ve malzemelerin direncini, dayanıklılığını, itiş ve tepi gücünü dengelemektir.
Çeviren: Buket Şahin
[1]1790’de Basses-Alpes adını almıştı. Şimdiki adı Alpes-de- Haute-Province, Fransa’nın güney bölgesi 1970’e kadar BassesAlpes’di.
[2]Alman Roma imparatorluğu döneminde bir devletti.
Views: 57