Artık günlük politikanın içinde biraz yol almanın gereği hasıl olmadı mı? Uzun bir zamandır ülke insanının ekonomik yetersizlikle malul olduğu bir dönemden geçiyoruz. Elbette işçisi, köylüsü, esnafı ve her çeşitten yoksul ve az gelirlisinin sorunları kadim sorunlar olarak varlığını bugüne kadar sürdürdü ve sürdürmeye devam ediyor.
Bunun yanında çeşitli kesimler arasındaki gelir farklılıklarının kanıksanmış olmasını bir problem olarak görmek ve üstüne konuşmak artık vaka-i adiyeden. Ama durumu tekrar ve tekrar konuşmak zorunluluğu içindeyiz. Bugün gelir farklılıklarına bakıldığında en alttaki kesimin işsizler, emekliler ve yaşlılar olduğunu görebiliriz. Bunun üstüne çalışan nüfusun hemen hemen yarısından fazlasının asgari ücret gibi bir maaşla yaşamasını koymak mümkün. Orta sınıf olarak adlandırılan kesimin dahi yoksullaşmaya başladığı ve ondan kopan çok az bir kesimin varlıklılar sınıfına dahil olduğunu ve ülkede bulunan gelirin büyük bir kısmının nüfusun çok az kısmına gittiğini görmek ve buna işaret etmek bilinmeyen bir şeyi ifade etmek de değil.
Ülkede yaşayan insanların yüzyıllardır hemen hemen benzer şartlarda yaşadığını zaten biliyoruz. Fakat tüketim kültürünün oldukça yaygın bir hal aldığı, nüfusun her kesimine tüketmenin her biçiminin sirayet ettiği bu zamanda bir dönemler ihtiyaç olmayan şeylerin artık “zorunlu ihtiyaç” haline geldiğini söylemek de mümkündür.
Yoksul kesimlerin bu tarz “zorunlu” ihtiyaçlardan çoktan vaz geçtiği aç ve açıkta kalmamak için varıyla yoğuyla hayata yaslanmaya ve bir o kadar da bozulmaya uğradığını akılda tutmak gerek.
Tüm bu hallerin son on yıl içinde çok daha feci bir hal aldığını söylemeden de edemeyeceğim.
Buradan kullandığım cümlelerin aktif öznesi ve müsebbibi mevcut iktidar ve devlet mekanizmasıdır.
Siyaset, iktidar ve yoksullaşma: Talan düzeni
Devlet daima gücü elinde toplamak ister, varlığı onu bunu yapmaya iter. Ama klasik liberal devlet-toplum teorisinde bu durumu dengeleyen sivil toplum adında “kurumlar” ve bireyler alanı var. İşte bu alan devlet tarafından ele geçirildiğinde büyük problem yani insanlığın büyük problemi ortaya çıkar. Devletin denetlenemez olması bu alanı işgal etmesine en önemli nedendir. Dolayısıyla devlet kurumları yasalarla sınırlandırılmaya, denetlenebilirlik ve hesap verilebilirlik şartlarında bulunmalarına ve uygulamalarına tabi kılınmıştır. Bunlar için de çeşitli kurumları vardır.
K. Popper’ın İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’da Naziler, İtalya’da Faşistler ve dünyanın çeşitli yerlerinde ortaya çıkan otoriter ve faşist hükümetlerin ortaya çıkışından ders alınması gerektiğine dair işaret ettiği yer bu denetleme ve mekanizmaları vs. idi. Elbette bunun sınırları özgürlükleri törpülemeden nereye kadar olmalıdır sorusu her zaman tartışma konusu olmak zorunda olmuştur.
Bugün Türkiye’de mutlak iktidar olma ve her şeyi kendi tekelinde bulundurma, denetleme ve hesap vermeden kaçınarak mevcut kurumları yok etme çabasında olan ve gücün, mutlak gücün bozduğu bir klikler ittifakı zaten çok da matah olmayan bu yapıyı bozdu ve artık onu engelleyecek çok fazla bir şey yok. Bugünkü iktidar, devlet kurumlarının her birini tek bir üst kuruma bağlayan, modern devlet teorisinin temelini oluşturan yasama, yürütme ve yargı iktidarlarını bu üst kuruma bağlayarak tek iktidar haline getiren bir iktidar… Bu iktidar da bir kurum olarak değil bir kişinin otoritesi ile çalışan –daha doğrusu işlemeyen- tek kişi iktidarı…
Daha önceki bir yazımda totaliter ve otoriter bir iktidar olarak söz ettiğim bu yapı mevcut 12 Eylül Anayasası’na dahi uymamakta ve keyfi bir iktidar uygulaması olarak yoluna devam etmektedir.
Bu keyfi tek kişilik iktidar (padişahlık mı demeli, emin olamadım çünkü halen seçmen tercihlerini dikkate alıyor görünüyor) keyfiyetiyle her istediğini -devletin kurum ve kurallarının ve mevcut yasalarının uygulamasını dahi engelleyerek- yapmakta; istediğini hapse atmakta, yargılamakta, ceza verdirmekte, linç etmekte beis görmemektedir.
Militarist laisizmin uygulayıcıları kendi iktidarları zamanında -“devletin kimi memurlarının kuralın dışına çıkması” gibi yumuşatılmış iğrenç bir dil kullanılmıştı- yapılan katliamlar ve katillerin savunulması ve hatta kahramanlaştırılması tipik bir durumdu. Fakat mevcut yasaların uygulanmaması nadir görülen bir vaka olarak görülebiliyordu. Bugün ise yasa ve kural ve hatta anayasa mahkemesinin doğrudan kararları dahi uygulanmamakta ve keyfiyet ayyuka çıkmış durumda ve bu durumun verdiği çaresizlik herkesi kötümser bir halet-i ruhiyenin içine çekmiş durumda.
Meclis çatısı altında bulunun siyasi partiler ve temsilcilerinin karalanması ve çalışamaz hale getirilmesi; dışarıda ise bu siyasi partilerin şubelerine saldırıların günlük sıradan adli vakalar olarak gösterilmesi olağanlaşmış görünmekte; eşcinseller ve farklı cinsel tercihlere sahip kişi ve kurumlar nefret uyandıracak bir dille saldırı nesneleri haline getirilmekte. “Siyasi” kişisel iktidar muhaliflerine her türlü saldırıyı meşru göstererek saldırmakta ve bu saldırılar hiçbir kovuşturmaya uğramamakta.
Bunların elbette bir siyaset ediş biçimi olduğu ve bunun aynı şekilde iktisadi alana da oldukça sert etkisinin olduğunu eklemek gerekir.
Birkaç zengin hariç insanların evlerine ve mallarına el konmakta ve insanlar evsiz, parasız ve aç bir şekilde sokaklarda, sefalet içindeki evlerde yaşamakta -ve hatta zenginlerin dahi mallarına çökülmekte- ya da kötü şartlarda köylerinde yaşamaya mahkûm edilmekte. Mafyatik uygulamalarla istedikleri yerlere el koymakta ve insanları yıllarca yaşadıkları yerlerden sürgün etmekteler.
İktidarı ele geçirme ya da iktidarı başka kliklerle paylaşma mücadelesi ile geleneksel devlet bürokrasisini kötürüm hale getirmiş ve devleti oluşturan oligarşiye mafyalaşmış klikleri de dahil etmiş görünüyorlar ya da mafya artık tek başına iktidar!
Bireyin ve muhalif kesimlerin ifade özgürlüğü ve kendini ifade etme imkânları ellerinden alınmış görünmekte ve devlet-iktidar bireylerin adeta yatak odalarına dahi girme merhalesine gelmiş -herkesin ve kesimin gözlenmekte ve kayıt altına alınmakta olduğu da buna eklenmeli- durumdadır.
İktidarın otoriter-totaliter duruşu ve temayülleri bir yana muhalefet de milliyetçi ve otoriter temayüllerden uzak değil. Geçmiş zamanlardaki uygulamaları ve duruşlarını bildiğimiz benzer kadroların bir yıl sonra iktidarı ele geçirdiklerinde otoriter ve ekonomi adına varlıklıların yanında yer almayacaklarını söylememek mümkün değil. Fakat bir iktidar değişimi sürecinde biraz da olsa nefes aldıracaklarını reddetmek de mümkün değil. Ezilenlerin, emekçilerin ve yoksulların yanında politikalar geliştirecek, özgürlük alanlarını genişletecek kısmi ilerlemeler beklenebilir. Bilmekteyiz ki bunun adı “kırk katır mı kırk satır mı” ve bu kötü seçenek ile karşı karşıyayız. Yarın yeni bir iktidarın fikirlerini ve duruşlarını –mesela Kemalizm ve bayrak, millet sloganları vs. – beğenmediğimizde başımıza geleceklerin bir garantisi yok. Bunun izlerini muhalefetin yayın kanallarında ortaya koydukları çeşitli tepkilerde anlamak mümkün.
Otoriter-totaliter bir iktidarın gelebileceği son aşama evlerin içi ve bireylerin beynini işgal ettiği aşamadır. 03/10/2021 tarihli yazıda totaliter ve otoriter iktidara dair ifade ettiğim şeylerin bugün daha ileri bir aşamada olduğunu görüyorum. Dediğim gibi bu son aşama insanların hapse atılması ve gerekçesiz –eskiden haksız tutuklama olsa dahi bunu meşru gerekçeler ile desteklerlerdi- bir şekilde sınırsızca hapiste tutulmasının da (Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş vb. davalar ve diğer HDP’li insanlar) ötesinde bir hal almış durumda. En son dezenformasyon yasası –başka bir ad ile sansür yasası – ile son aşamaya doğru ilerleme kat ettiler.
Yıllardır özgürlükçü düşüncenin taraftarı olan anarşistlerin seçimlere hiçbir şekilde dahil olamayacakları, oy kullanmanın sisteme dahil olmak ve onu onaylamak anlamına geldiğini ve insanlara seçimlere dahil olmamalarını, kendi öz yönetimlerini kurmalarını vs. yazmaktayım. Bu yazılar itaatsiz.org sayfalarında görülebilir. Fakat bu geldiğimiz aşamada ifade özgürlüğünün, keyfi tutuklamaların, muhaliflerin kendilerini ifade etmesinin önünde bu totaliter-otoriter iktidarın varlığı engel olarak durmakta. Bir çeşit diktatörlük olarak ifade edilebilecek bu yapının ve kliğin iktidardan alt edilmesi ve gönderilmesi günlük yaşamın ve kendini ifade etmenin olmazsa olmaz şartı olarak durmakta.
Her seçimde % 10-15 olarak görülen oy kullanmayanların tarafından yer almış biri olarak siyasal düşüncelerimden taviz vererek, oy vermenin sistemi onaylamak ve bu oyuna katılmak olduğu fikrini halen koruyarak, parlamenter demokrasinin demokrasi olmadığını, esasen yerel ve doğrudan demokrasinin yani özyönetim taraftarı olduğumu belirterek – bu diktatörlüğün oy kullanmak konusunda –seçme ve seçilmeyi tehlikeli bir alan olduğunu belirterek- bir istisna hali teşkil etiğini düşünerek oy vermenin elzem bir hal olduğunu düşünüyorum.
Bu keyfiyet mafyasının ve bu oligarşinin oy verilerek gönderilmesi halinin değerlendirilmesi gerektiği fikrindeyim. Belirttiğim gibi yerine gelecek olanların çok matah olmadıklarını da bilerek ve belirterek söylüyorum bunları.
Bildiğimiz anlamda bir temsili demokrasi şartlarında yaşamıyoruz ve en azından bu şartlarda yaşayabilme isteği içinde olmak gibi bir çaresizlik içindeyiz. Böyle bir ortamda en azından ifade özgürlüğü ve bireysel demokratik kazanımlar için, buna destek için bu seçimi görmemezlikten gelme lüksüne sahip olmadığımız kanaatindeyim.
Bu mafya düzeni ve iktidarını seçimle gönderme ihtimali de en azından bir kazanım olarak orada duruyor. Aksi halde durumun vahameti burada ifade etmek istemediğim bir mücadeleler silsilesine bizi götürür ki buna maazallah derim.
Numan Bey
Views: 84