Ma’na bahrine daldık Vücud sehrini kıldık
İki-cihan ser-teser cümle Vücud’da bulduk – Yunus Emre
Nefs, ilk çağ felsefecilerinden ve ilk dinsel oluşumlardan beri insanın ilgi alanının içinde olup, devamlı surette insanoğlunun fikri dünyasını meşgul edegelen ve üzerinde durulması gereken kavramlardan biri.
Nefs, insan varlığının manevi evreninin bütününü ve insan varlığının kendini bilmesinin ifade edilmesindeki ana manaya işaret eder.
Düşünce geleneğinin üretimleri sürecinde bu kavrama yaşamsal anlamlar atfedip, yaşamla olmazsa olmaz bağlar kuran en önemli oluşum, tasavvuf ve tasavvuf tarikatları olmuştur. Batı felsefesi ise bu kavramı salt kavram olarak ele almış ve değişik merhalelerde analiz etmeye yanaşmıştır.
Bu kavramın vurgu yaptığı asıl merhalenin tahlil edilebilir yeri tam olarak dinin, başka bir ifadeyle ‘ethik’in kapsamındadır; asıl ana vurgusu ise yaşamın içidir. Nefs, toplum yaşamı içinde kendine biçtiği yerlerde, insan varlığının(1) kendini tanımasına ve kendini kılmasına doğru bir atılımının temel kavramıdır. Bunun Nietzsche’deki adı “üst insan”, tasavvufta ise “insan-ı kamil”dir. Kavramın yanlış anlaşılmasının önüne geçebilmek için şunu vurgulamakta yarar vardır: Bu kavram toplumsal yaşamın düzenlenmesi ve toplumun kendini sağaltabilmesi için ortaya sürülen bir kavram değildir; tam tersine varlığın âlemde kendini anlamlı, özgün ve temiz kılması için, yaşamın sürdürülebilirliğinin işareti olarak vardır. Nefs, toplumsallık kavramından çok, “şahsiyet”(2) kavramı çerçevesi içinde ele alınması elzem olan bir kavramdır. Toplumsal manası, en fazla, varlığın sınırlı sayıda insanın yaşadığı cemaatin içinde kendini o cemaatten ayrı ve aynı, hatta ayrık kılabileceği manayı gerçeklemesiyle ortaya çıkar. “Şahsiyet”, kendini kendi iç süreçlerindeki ve cemaatini kendinin “diğerleri” nezdindeki ayrı ve kendine has varoluşsal duruşlarının muhtemel kötülüklerinden korumaya yönelik alacağı tedbirlerin toplamı olarak bu kavrama ihtiyaç duyar; anlamlı ve dengeli bir kendini kurma sağlayarak yaşamı tüketme ölçüsü olarak nefse vurgu yapar.
Nefs hakimiyeti en basit manasıyla ihtirasları itici bir terbiyedir; nefs sorumluluktur. Yaşamın içinde akıp giden varlık, bu akış içinde kendini kılmanın ilk koşulu olarak tanınmak güdüsüyle ve oraya atılmış varlığıyla kendini devingen kılarken, “başka”sını ve “başkası”ndan hareketle kendini kurma surecine girer. Bu varlığın kendini ‘yapma’ sürecidir. Bu yapma surecinde varlık hareketine “taklit”le baslar ve bu taklidin “aşılma”sının ertesinde, kendini bulma ve tanıma ve “kendi olma” sürecine varır.
Varlık bu süreçte, içten ve dıştan sınırlanmışlıklarının ayırdına varır. Sınırlanmışlıklarını kaba bir şekilde, iki adet fiziksel engel ve iki adet ruh-hali olarak tanımlayabiliriz.
İki fiziksel engelden ilkini, varlığın içine atılmış olduğu boşluğun kısmi sınırlanmışlığını oluşturan, varlığın üzerinde durduğu mekan ve bu mekanı dolduran “başkası” olmayan nesneler olarak açıklamak mümkündür – ki buna üzerinde durulan mekanı paylaşmakta olduğu başka varlıkların ürettiği diğer nesneleri de dâhil etmeliyiz. Bunlara kimi yazarlar ikinci doğa demektedir; fakat bu ifadeye, doğanın “ilahi” düzenine ve doğanın doğallığına vurgu yapmadan oluşturulmuş bir tanımlama çabası olarak bakmak lazımdır. Kanaatimce, bu ikinci doğa denilen şey anti-doğadır. İkinci fiziksel engel ise varlığın kendi biyolojik varlığıdır.
İki ruh hali engelinin ilki, varlığın “başkalarının mekânında” edinmiş olduğu kurallar ve normların varlığı, bu kurallar ve normların oluşturduğu çemberin dışına çıkmasını engelleyen ve kendini kendi olarak bulamama ve kendini kendinde bağımsız bir öz varlık olarak kuramama halidir. Yani diğer bir ifadeyle, asi ya da uysal olmak dengesi içerisinde, asi ve uysal olma durumlarının değişik kombinasyonlarından oluşan, “başkalarının mekânının bir ferdi” olarak varlık. Diğer ruh-hali sureci ise, varlığın kendi içindeki tüm samimiyetinin dışa yansımayan ve yansıyamayan taraflarının varlıkta yarattığı çift öz bilinç hali yaratmasıdır. Ve bu çift öz bilinç, varlıkta ‘kendini bir tekillikle dışarı doğru fışkırtma olasılıklarını yaratır.
Varlığın kendini yapma süreçleri tabii ki sadece ilişkiler ve kendine “bakma” surecini kapsamaz. Buna varlığın kendini yaparken Heidegger’in tabiriyle “el-altında-olan” aletler ile ilişkisini de vurgulamakta yarar vardır. “Başkası” alanında kendini var kılma çabalarında “başka”sı ile ilişkilerde oluşan normlar, varlığı çeşitli seçeneklerle yaşamaya mahkûm kılar. Bu alanda varlık, iyi-kötü, güzel-çirkin ve doğru-yanlışa ilişkin edinmiş olduğu değerleri kendi uzviyetinde rasyonellestirebilecek karşılaştırmalı bir durum içerisinde bulur. “Başkası alan”ından tekrar kendine dönen bu sirkülasyon, kendini kendine hakim kılabileceğine ve kendinin üstesinden geleceğine dair bir savaşma isteği uyandırdığında varlık, nefs kavramının alanına döner. Bu durumda varlık arzular ve “baskası”nı sorgulamak zorundadır.
Arzu ve Nefs iliskisi
Arzu kavramı ile nefs arasında bir kesin zıtlık var mıdır? Kanaatimizce hayır. Ya da arzusuz nefs olur mu? Hayır. Nefs bir Aşk’tır. Adı aşk olan bir şeyin arzusuz olduğu söylenemez.
“Arzu” kavramı “ihtirassız” bir hali ifade eder. Bu manada nefs hakimiyeti dünyevi yaşamda ihtiraslı arzu karsısında var olan başkaca bir haldir. Nefs toplumsal yasam içerisinde şahsın “baskası”na karşı duymuş olabileceği ihtiraslara karşı denge vazifesi görürken, şahsın ihtirasının, varlığın yönelebileceği ve ulaşmaya değer bulacağı kategorilere; anlamlı bulabileceği hedeflere kenetlenmesinin yollarını da açar.
Arzudan hareketle aşka vurgu yaparken, bu aşkın içerdiği arzu ya da bu arzunun içerdiği aşk kendi içinde statik bir bütünlük oluşturur. O sabitliğiyle kendi sınırlarını aşamaz. Arzunun ihtirasa dönüşmesinde temel engelleyici faktör nefs hakimiyeti halidir.
Nefs hakimiyeti bu minvalde başkasını yok sayan ve bir diğeri olmadan yaşamaya vurgu yapan bir şey değildir; (maalesef varlığın oluşunu bir başkası olmadan düşünmek mümkün olmadığından) başkasıyla beraber fakat bir o kadar uzak ve bir o kadar ters, onlar gibi olmadan ve onlar gibi olmak zorundan kalarak, onların içinde ve kendi aşkınlığı içinde eriyerek yaşamın içinden akıp gitmenin anlamını ortaya koyar.
Nefs kavramı, “başkası”nı yok sayma lüksü bulunmayan varlığın “başkasıyla” yaşamak için kendini zorunlu olarak yönlendirdiği bir çeşit içine kapanma halinin ifadesidir. Bu arada varlık da cemaat alanında bir “başkası”dır. Herkes orada bir başkası ve birbirinin bir benzeri olarak bulunmaktadır. Bu minvalde iyilikler ve kötülüklerin baş müsebbibi varlıktır. Kodlanmış bir toplumsal yapıda iyilik ve kötülük kavramını insan teki için anlamlı kılan ve kültürel kodları yaratan varlık, bir başkası/ları için cehennem ve bir başkası/ları da onun için cehennem olacaktır.
Köle-Efendi diyalektiği bağlamında fert/şahsiyet ve toplum ilişkisi
Salt fert/şahsiyet ile toplum ilişkisindeki bu gerilimi, köle-efendi ilişkisi diyalektiği ikileminde efendinin ve kölenin ikircikli haline vurgu yaparak yorumlamak mümkündür.
Yani iki bilinç arasında; bağımlı bilinç ile bağımsız bilinç arasındaki gerilimde, birbirlerini yok etmeyi göze alamayan karşılıklı bir gerekseme ve nefret üzerine oturmuş bu ilişki (ki gerçekten -miş gibi yaşanan bir ilişki modu), birbirlerini yok edecekmiş gibi gerilimli statüko içerisinde yaşamı sürdürülebilir kılar. Birbirlerinden kopamayan ve ilişkisiz kalmayı göze alamayan –ya da yok edemeyen- bağımlı ve bağımsız bilincin bu hali, toplumsal yaşam için mevcut tüm özgürlük potansiyellerinin de onunu tıkayan temel argümandır.
Toplum, fert/şahsiyeti(3) ezecektir ve fert/şahsiyet de o toplumu oluşturacak ve soyut kültürel kalıplar ortaya çıkarak tek tek fert/şahısların tekliklerinin ve ayrıklıklarının önünde bir engel teşkil edecektir. Varlık kalıplara sokulmaya çalışılacak ve fakat varlıktaki dışa doğru savrulmaya açık enerji, kendi şuursuz atılışlarıyla toplumu rahatsız edecektir. O tekler de buna uymayacaklar ya da uyamayacaklardır ve fakat onsuz da olamayacaklardır. Hem düşman yaratacaksın hem o düşmanı öldüremeyeceksin ve karşılıklı bir ölüm-kalım savaşı gerilimi devam edecek…
Toplumsal yaşam ve onu oluşturan fert/şahsiyetin konumlanışında yaşanan bu gerilimli ilişkiden, tanımladığımız fertten ve ferdin içinde bulunduğu toplumsal zeminin sağlamlaştırıcı bir çimentosu olmasından hareketle diyebiliriz ki, ferdin tüm “özgürlük” talepleri, onun kendi varlığının statükosuyla kendini imkânsız kılacak ve yaşadığı sadece özgürlüğü yaşamanın hissiyatından öteye gidemeyecektir. Şahsiyet tanımlamasını burada fert tanımlamasından daha başka bir yere koymamız, ferdin isyan halini ifade etmesine vurgu minvalindedir. Tüm toplumsal kimliklerden ve tanımlamalardan sıyrılmış ve kendini bulmak ve kılmak için bağımlı ve bağımsız bilinç arasındaki gerilimin ötesinde yer almaya aday bir kavram olarak şahsiyet, bir umudun işaretidir.
Bu minvalde: Özgürlük imkânsız gibi görünmektedir…
Ve özgürlük…
Özgürlüğün imkânsızlığına ya da imkânına vurgudan önce, bu kavramın anladığımız sınırlarını çizmekte yarar var. Özgürlüğü en başta bir yadsıma noktasından tanımlamak daha doğru olur. En genel anlamıyla özgürlük varlığın sınırlanmışlıklardan münezzeh olma halini ifade eder. Bu oldukça genel bir tanım olmasına rağmen, varlığın oluş halinin özgürlük kavramıyla yakınlığına ve uzaklığına ilgi çekmesi yüzünden oldukça işlevseldir. Dolayısıyla bu tanım birçok noktada, varlığın saf bir özgürlük kavramına dair vurgusuna ilişkin konumunu da sabitlemektedir. Bu tanımda, sosyal bir yasam içinde varlığın sınırlanmışlığından, tahakküm altındaki varlığın istemi olarak özgürlüğe kadar ve hatta varlığın “başkası” alanındaki çaresizliğine, kölenin efendi karsısındaki “özgürlük” taleplerine, varlığın uzviyetinden kaynaklanan manevi ve maddi sınırlanmışlıktan kendini kendi dışına atmasına da vurgu vardır.
Anlaşılacağı üzere özgürlük kavramı pozitif (nötr değil) enerjiyle yüklü ve devinime yöneliktir. Bu yönelmenin temel motivasyonu istemektir (arzu etmek). Ardında ise memnuniyetsizlik, rahatsızlık ve olduğu halde olmayı kabullenememe ve kendini başka şekilde görme ve kendini aşma isteği yatmaktadır.
Özgürlüğe ilişkin yeterli olabilecek bir tanım yapma imkânına sahip olabilir miyiz? Tabii ki hayır. Özgürlük kavramının alanı bütün yaşam ve varlığın varlık halinin toplamını, ontoloji ve metafiziği kapsamaktadır. Yaptığımız ise, kendimizce bir çerçeveleme denemesidir.
Nefs ise bir imkân olarak durmaktadır burada. İyi ve kötüyü tanıma çabasında olan varlık, alemde var olan her şeyin kendinde olduğunu kavradığında, iyi ve kötünün varlığın bünyesinde ve varlığın her hareketinin sonucunda üreyen şeyler olduğuna karar verdiğinde, cehennemin, varlığın bizzat kendisinde olduğuna karar verecektir. Bir yanının cehennem olduğunu gören varlık kendi bütünlüğü içerisinde cenneti ve cehennemi uzlaşır kılabilecek gücü kendinde bulabilir mi? Kendini arayan ve varlıktaki kötülüğün farkına varan veren fert, varlığı varlıktan aşkın kılmanın çabası içerisine girer ve savaşa baslar. Bu savaş, topluma ve kendine karşı verilen bir savaştır. Bunun açık manası, ferdin, varlıktaki kötülüğün (cehennemin), ihtirasın (tahakküm etme ve edilmenin) farkına varması ve kendine dönerek ve başkasından uzaklaşarak kendi kötülüklerinden başkasını ve başkasının kötülüklerinden kendini korumaya alması ve dünyevi ihtiraslardan kendini münezzeh tutması minvalindedir.
Öyleyse varlığın diğer yanını oluşturan cennet (iyilik) nerededir? Bu sorunun yanıtı cehennemin varlığın neresinde olduğuna dair sorulacak yanıttan daha zordur. Çünkü çok açıktır ki varlığın her hareketinde her bir kötülüğü görmek mümkündür. Bilinçler arası ilişkilerde bu kötülüğü görmek mümkündür; toplumsal yaşamın kendisi binlerce kötülüğün ve cehennemin sergi alanıdır. Fakat bu sorunun cevabı ancak varlığın temayüllerinin “iyi” kavramının tamamı çerçevesinde değerlendirilmesi ile ortaya çıkabilir.
Bu cevabın ortaya çıkardığı başka bir soru var ve bu çok önemli: O halde iyi ne? Varlığın anlamlı bulacağı ve iyi kavramının çerçevesi içerisine alabileceği davranışlar ve kurallar nelerdir? Bilinir ki her yaşam biçiminin kendine göre oluşturduğu normlar mevcuttur ve bu normlar farklı farklıdır. Böyle, tüm insan varlığının ortak bir şekilde birbirine bağlayan normlar ya da davranış kalıpları var mı? Buna yanıt vermek çok zor. (4)
Varlığın içindeki cennet ise, varlığın kendini içe çektiği ve kendini buyurucu kimliklerin her türlüsünden soyutladığı ve kendi iradesiyle kendini yapmak için kendisine karşı mücadelesinden galip çıktığı ve bu durumda büyük bir haz duyduğu noktadadır.
Nefs kavramı iste bu noktada özgürleşme imkânı olarak özgürlük kavramının yakınında bir yerde durmaktadır.
Burada bu imkânı sadece, kendisi de bir imkan olarak var olan nefs kavramının üzerinden göstermeye çalıştık.
Dipnotlar:
——————————————-
(1) Yazı boyunca kullanılan “varlık” kelimesi “insan varlığı” anlamında kullanılmıştır. Bu kelime şimdilik işaret edilen anlama daha yakın durmaktadır. İnsan varlığını, alemde doldurduğu yerden ve kendi kendini var kıldığı ve ettiği-eylediği şeylerden soyutlamaksızın ve başkalarıyla ve başkasız varlığını sürdürme ve tarihsel ve tarih ötesi konumlanışından hareketle Türkçede uygun bir kelime ile karşılama çabalarım henüz bir sonuç vermedi. Yabancı yazarların eserlerinde buna yakın kavramlar bulmak mümkünken, Türkiyeli ve bu coğrafyanın bir insanı olarak, işaret edilen konudan da hareketle, bunu tercih etmenin doğru olmadığı kanaatine vardım ve şimdilik bir dipnotla yetinmenin daha anlamlı olacağını düşündüm.
(2) Şahsiyet kavramının, fert kavramından farklı bir anlam ifade ettiğine, ilk olarak bu kavrama fertten ayrı bir anlam veren Nurettin Topçu’nun “İsyan Ahlakı” adlı eserinde rastladım. Ona göre fert kavramı asıl anlamını ferdiyetçi anarşizmde bulur. Ve “ferdin bencillik davasından anarşizm doğmakta, toplumdaki dayanışma ahlakı ise ferdiyeti ortadan kaldırmakta, insanı uysal koyun olarak görmektedir. Topçu ise her ikisini de ret etmektedir.” Ve bunun yerine fert değil fakat şahsiyet kavramını uygun bulmaktadır. Bu arada belirtmekte yarar vardır: Anarşizmi Stirnerci anarşizm babında tanıyan ve eserinin anarşizme ilişkin temel kaynağı olarak Stirner’in “L’unique et sa propriete”i alan Topçu, devletin lüzumuna dair söyleyeceği şeyleri temellendirmek için kendisinin de nötr bir yaklaşımda bulunduğu ahiliğe ilişkin dipnotunda şöyle der: “Ahilik, İslam tasavvufundan çıkmış ve 14. yy. da Anadolu’da yayılmış bir tarikattır. Merkezi Bursa olan Ahiliğe göre devlet, otorite ve zorbalıktan doğmuştur. İnsanın manevi hayatinin gayesi, diğer insanlarla kardeşlik içerisinde yaşamak üzere bu zorbalıktan kurtulmak olmalıdır.” Nurettin Topçu’nun ahilikten ve ona dair yapmış olduğu anarşist tanımından ve anarşizm için dayanışma ve etik gibi kavramların olmazsa olmaz kavramlar olduğundan hareketle bu yaklaşımına bir anlam verememekteyim. Diğer yayınlanmış olan eserlerinden de bu konuya ilişkin bir ipucuna henüz rastlayamadım. Ama “fert” ve “şahsiyet” kavramlarının kullanılması hali hoş ve manidar gelmektedir…
(3) Fert ve şahsiyet kavramlarının burada beraberce kullanılması ve bu kavramların buradaki dolayımının getirdiği şey, bu kavramların net bir açılımının yapılması gerektiğidir. Fert, Türkçede ifade ettiği anlam itibariyle insan varlığının yalnızlığına ve tekliğine doğru bir açımlamaya işaret ederken, insan varlığının toplumsal mekana ve kendisine yabancılaşmasını da ifade eden bir anlama sahiptir. Bunun karşısında şahsiyet, artistik, etik ve toplumsal konumlanış haliyle yakışıklı ve kendinde ve kendi için olmaya temayüllü bir hali ifade eder… Bu yazı dolayımıyla ifade etmek istediğimiz şey, fert ve şahsiyet kavramlarının ayni anlamlara sahip olmaması gerektiğidir. Anlayışımızca fert nötr ve durum ifade eden bir kavramken, şahsiyet kavramı ise pozitif anlamlara sahip soylu bir kavramdır.
(4) Bu sorunun işaret ettiği yer, açıktır ki “insanın özü”ne ilişkin var olan eski soruya dönmeyi gerektirmektedir. Gerek Claude Levi-Strauss gerek sonrasındaki antropoloji çalışmalarının ve sonraki felsefi çalışmalarının neticesinde görünür ki böyle bir ortak insan doğasından bahsetmek biraz şüpheli durmaktadır. Fakat sosyal antropoloji çalışmaları yapan Piere Clastres’in eserlerine bakıldığında, insan doğasına ilişkin “iyi”nin, “tahakkümsüzlüğün” var olup-olmadığına dair soruşturmaları iyiye yorarak kısmen de olsa umutlanmak mümkün. Ayni şekilde Karl Polanyi’nin “Büyük Dönüşüm” adlı kitabında, yanlış hatırlamıyorsam “insan toplumlarına ilişkin seçilmiş referanslar” başlıklı dipnotlarında, insan doğasına ilişkin ekonomik referanslar sunulmuştur. Fakat bu konuda net bir kanaate varmak için yeterli argümanlara sahip değiliz; tam tersine, aksi yönde delillere daha fazla sahibiz.
Alişan Şahin
Views: 106