George Monbiot ve yandaşları atom enerjisinin tehlikelerine dair verileri en kötü şekilde bozmakta ve bu yanlışı doğruymuş gibi yansıtmaktadırlar. George Monbiot ve diğerleri atom enerjisinin tehlikeleri hakkında en iyi ihtimalle yanlış bilgi veriyor, en kötü ihtimalle tehlikeye dair kanıtları çarpıtıyorlar.
Geçen ay Fukişima kazasından hemen sonra bu büyüklükteki nükleer bir olayın ve felaket potansiyelinin ciddi boyutlarda tıbbi problemlere neden olabildiğine dair aleni bir karşı duruş sergilemiştim. Olaylar, nükleer endüstrisinin sözüm ona düşük seviyeli radyasyonun “minimal” sağlık etkileri hakkındaki kampanyasına rağmen bu gözlemimin doğruluğunu kanıtladı. Fukişima’daki reaktör, çözülmemiş ve gittikçe kötüleşen bir felaketle karşı karşıyayken bile yapılan eleştirilere tepki gösteren nükleer endüstrisi, Fukuşima’nın sonuçlarının “nükleer rönesası” yavaşlatması kaçınılmaz olduğu durumda milyarlarca doları riske atmıştır.
Gizemli bir dönüşüm geçiren ve sözüm ona iyi kalpli George Monbiot de dâhil olmak üzere nükleer enerjiyi savunanlar, beni ve “hassasiyetle toplanmış” verilerle nükleer kazanın olası ciddi tıbbi sonuçlarına dikkat çeken diğerlerini, tahrip olmuş reaktörlerle soğutma havuzlarından sızan radyoaktif yakıtlardan kaynaklı radyasyonun sağlık sorunlarına etkisini abartmakla itham ediyorlar. Hatta Monbiot ve diğerleri, halka bunların çok kötü şeyler olmadığı konusunda güvence vererek, radyasyona maruz kalmanın zararlı etkilerine dair bilimsel kanıtlar hakkında en iyi ihtimalle yanlış bilgilendirme yaparken, en kötü ihtimalle bu kanıtları çarpıtıp, tahrif ediyorlar – ve onlar bu süreçte bir çeşit elçiye zeval olmaz oyunu oynuyorlar.
Yani:
1) Bir bilim insanı değil, gazeteci olan Bay Monbiot dışsal ve içsel radyasyon arasındaki farktan habersizmiş gibi görünüyor.
Müsaadenizle kendisini bilgilendireyim.
Birincisi yani dışsal radyasyon, 1945’de Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombaları atıldığında insanların açık bir şekilde maruz kaldığı şeydir. Bu bombaların derin ve halen devam eden tıbbi etkileri oldukça iyi belgelenmiştir.[1]
Diğer taraftan radyoaktif elementlerin nefes alma, sindirme ya da deri yoluyla alınmasıyla içsel radyasyon vücuda sızar. İyodin -131, sezyum 137 gibi tehlikeli radyonüklidler ve diğer izotoplar, bugünlerde Fukişima’nın etrafındaki denizde ve havada değişik besin zincirinin her aşamasına salınmıştır (örneğin su yosunu, kabuklular, küçük ve büyük balıklar ve sonra insan; ya da toprak, ot, süt, sığır eti, ve sonra insan). [2]
İçsel yayıcı denilen bu elementler vücuda girdikten sonra tiroid, ciğerler, kemik ve beyin gibi belirli organlara geçerler. Bunlar devamlı surette yüksek dozla alfa, beta ve/veya gamma radyasyonlarını küçük hacimli hücrelerde yayarlar. Yıllar sonra da kontrol edilmeyen hücre çoğalmasına neden olurlar: işte bu kanserdir. Dahası, nüklidlerin pek çoğu çevremizde kuşaklar boyu radyoaktif olarak kalır ve zamanla genetik hastalıklara ve kanser vakalarının yükselmesine neden olur.
Fukişima hakkındaki en derin kaygı, içsel yayıcıların meydana getirdiği ciddi etkilerdir. Maruz kalınan içsel radyasyonun risklerini değerlendirirken “dışsal radyasyonun kabul edilebilir seviyesi” kavramını kullanmak yanlış ve yanıltıcıdır. Bunu böyle yapmak – Monbiot’un yaptığı gibi – yanlışın propagandasını yapmak ve radyasyonun tehlikeleri konusunda hakikati araştırmakta olan (diğer gazetecileri söz konusu etmeden) tüm dünyadaki insanları yanlış yönlendirmektir.
2) Nükleer endüstrinin aklayıcıları sıklıkla düşük seviyede radyasyonun (örneğin; 100mSV’nin altında) bir hastalık etkisi yaratmadığını ve bundan dolayı güvenli olduğunu öne sürüyorlar. Fakat Ulusal Bilimler Akademisi BEIR VIII raporunun sonuçlarına göre güvenli bir radyasyon dozu yok. Ne derece az olursa olsun ki buna yeryüzünü kaplayan düşük seviyedeki radyasyon da dâhil, birikerek artar ve kişide kanser gelişme riskini artırır.
3) Şimdi Çernobil’e gelelim. Pek çok saygın gurubun 1986’daki radyasyon felaketinin ardında hastalık ve ölüm oranları üzerine çok farklı raporlar yayınladığı biliniyor. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) 2005’deki bir raporunda Çernobil’de doğrudan sadece 43 kişinin öldüğünü ve buna ek olarak tahmini 4.000 ölümcül kanser vakası olduğunu tespit etmekteydi. Buna karşın New York Bilimler Akademisi tarafından yayınlanan 2009 raporu “Çernobil: İnsanlar ve Çevre için Felaketin Sonuçları” oldukça farklı sonuçlara varıyordu. Alexey V. Yablokov, Vassily B. Nesterenko ve Alexey V. Nesterenko’den oluşan üç yazar bilim insanı geçmiş 20 yıl içerisinde Slav dillerindeki yayınlarda Çernobil felaketinin görülen etkilerine dair yüzlerce bilimsel makalenin karşılaştırmasını ve tahlillerini bir çeviriyle sayfalarında sunuyorlardı. Onlara göre Çernobil felaketinde nitelenebilecek tahmini ölü sayısı 980.000’dir.
Monbiot bu raporu değersiz diyerek reddetmektedir fakat bunu yapmakla – bu konudaki literatürü, insan sağlığı ve çevresine önemli derecede etki eden ve geniş deliller sunan yüzlerce çalışmayı toptan karalamakta ve görmezden gelmektir – sorumsuzca davranmakta ve küstahlık etmektedir. Bilim insanları böyle şeyler üzerine tartışmalı ve tartışabilirler. Mesela bireysel tahminler etrafındaki güven aralıkları gibi (ki tahmini güvenin işarettir) fakat tüm raporu metaforik bir çöp kutusuna tevdi etmek utanç vericidir.
Ayrıca, Ukrayna Ulusal Bilimler Akademisi’nden Prof. Dimitro Godzinsky, bu rapora yazdığı önsözde şöyle demektedir: “İkna edici bu verilerin arka planına rağmen bazı atom enerjisi savunucuları insanlar üzerindeki radyasyonun olumsuz etkileri apaçık ortadayken bunu inkâr ederek aldatıcı görünüyorlar. Aslında, onların tepkileri “Çernobil olayı”nın sorumlusu olan hükümetin yetkili organları tasfiye edilse dahi neredeyse tamamlanmış olan tıp ve biyoloji çalışmalarını finanse edici fonları da reddetmeyi kapsıyor. Nükleer lobisinin baskısı altındaki görevliler, Çernobil’in neden olduğu sorunları araştıran bilimsel kadroyu dahi değiştirdiler.”
4) Monbiot BM’e bağlı bir organ olan DSÖ (Dünya Sağlık Örgütü) gibi örgütlerin nükleer enerji meselesinde ön yargılı raporlar yazılmasına neden olan nükleer enerji endüstrisinin etkisi altında olmasını şaşkınlıkla karşılıyor. Oysaki olay tam olarak böyledir.
Nükleer enerjinin ortaya çıktığı ilk zamanlarda DSÖ 1956’da radyasyonun tehlikeleri hakkında uyarıcı edici ve oldukça dobra bir açıklama yapmıştı: “Genetik miras insanoğlunun en kıymetli varlığıdır. O gelecek kuşakların sağlıklı ve uyumlu gelişmesini ve soyumuzun yaşamasını belirler. Uzmanlar olarak gelecek kuşakların sağlığının radyasyon kaynakları ve atom endüstrisinin yükselerek gelişmesiyle tehdit edildiğini söylüyoruz. Aynı zamanda insanda ortaya çıkan bu yeni gen değişimlerinin, onları ve soylarını tahrip edeceğine inanıyoruz.”
DSÖ 1959’dan sonra radyoaktivite ve sağlık üzerine hiçbir açıklama yapmadı. Ne oldu? 28 Mayıs 1959’da 12. Dünya Sağlık Kongresi’nde DSÖ, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı ile (International Atomic Energy Agency (IAEA)) bir anlaşma imzaladı. Bu anlaşmanın 12.40 maddesi der ki : “Her ne zaman her iki örgüt [DSÖ ve UAEA] bir program başlatmayı hedefler ya da her iki örgütün önemli bir çıkarı olan ya da olabilen bir konu üzerine bir eylemde bulunursa, bir taraf ortak anlaşma yoluyla konuyu düzenleyen bir bakış açısıyla diğer tarafla istişarelerde bulunacaktır.” Başka bir şekilde söylersek; DSÖ, UAEA raporlarına ya da üstlendiği herhangi bir araştırmaya öncelikli onaylama hakkını verir – bu öyle bir gruptur ki gazeteciler de dâhil pek çok insan UAEA’nın tarafsız bir gözlemci olduğunu düşünür. Fakat o hakikatte, nükleer enerji endüstrisinin taraftarıdır. UAEA kuruluş evrakları bunu şöyle ifade ediyor: “Ajans dünya çapında barış, sağlık ve refah için atom enerjisinin katkısını büyütmek ve hızlandırmak için çalışacaktır.”*
Monbiot DSÖ’nün UAEA’ya bağlı olduğundan habersiz gibi görünüyor. Oysaki bu, radyasyona dair çalışan bilim topluluklar içerisinde yaygın olarak bilinen bir şeydir. Fakat bu açıkçası radyaoaktivite ve radyasyon üzerine bilimsel enformasyonun geniş gövdesinde Monbiot’un açık olan üç günlük incelemesinden sonra sadece onun cehaleti meselesi değildir. Görmüş olduğumuz gibi o ve diğer nükleer endüstri savunucuları radyasyon tehlikesi hakkında kafa karışıklığı tohumları ekiyorlar ve benim bakış açıma göre sigara içmenin tehlikeleri hakkında daha önce tütün endüstrisinin onlarca yıl yapmış olduğunun aynısını yapıyorlar. Onların iddialarına rağmen, “insan sağlığı üzerinde radyasyonun etkileri hakkında dünyayı yanıltan” “anti-nükleer hareket” değil, kendileridir.
Çeviren: Alişan Şahin
Edit: Zeynep Turgut
* İtalik Çevirmene ait.
– Helen Caldicott Nükleersiz Gezegen için Helen Caldicott Vakfı’nın başkanı ve Nükleer Enerji Yanıt Değildir adlı kitabın yazarıdır.
Bu makale theguardian.com’da 11 Nisan 2011 Pazartesi günü yayınlanmıştır.
————————-
[1] Ayrıca bkz. WJ Schull, Effects of Atomic Radiation: A Half-Century of Studies from Hiroshima and Nagasaki (New York: Wiley-Lis, 1995) ve DE Thompson, K Mabuchi, E Ron, M Soda, M Tokunaga, S Ochikubo, S Sugimoto, T Ikeda, M Terasaki, S Izumi vd. “Atom bombasından kurtulanlarda kanser vakaları, Part I: Solid tumors, 1958-1987″ Radiat Res içinde 137:S17-S67 (1994).
[2] Bu sürece vücuttaki yabancı maddelerin toplanması deniyor ve iki alt biçimi vardır. Biyolojik yoğunlaşma ve biyolojik büyüme. Daha fazla bilgi için bkz. J.U. Clark ve V.A. McFarland, Assessing Bioaccumulation in Aquatic Organisms Exposed to Contaminated Sediments, Miscellaneous Paper D-91-2 (1991), Environmental Laboratory, Waterways Experiment Station, Vicksburg, MS and H.A. Vanderplog, D.C. Parzyck, W.H. Wilcox, J.R. Kercher, ve S.V. Kaye, Bioaccumulation Factors for Radionuclides in Freshwater Biota, ORNL-5002 (1975), Environmental Sciences Division Publication, Number 783, Oak Ridge National Laboratory, Oak Ridge, TN.
Views: 29