Site icon İtaatsiz

Şiddet Tekeli Karşısında Ahlak ve Vicdan – Ahmet Arslaner

Son çeyrek yüzyıldır coğrafyamızın gündemine iyice girmiş olan “savaş”, “ulusal kaderini tayin” ve “şiddet” kavramlarını sosyal olaylara ilgi duyan her kesim kendi meşrebince kullanıp bu kavramlar üzerinden olan biteni yorumlamaya çalışırken anarşist-liberter literatürde de bu konulara dair pek çok şey yazılıp çizilmiştir.

Bu son derece anlaşılır bir durumken anarşist liberter literatürde olan bitene dair yapılan yorumlarda reel politik’e dair tartışmalara bir tarafından eklemlenme çabası reel politik konularında özellikle geri durma titizliği gösteren anarşistleri “ellerini temiz tutma”, hayata dokunmama” ve “somut bir şey söyleyememe” gibi suçlamalarla itham etmek son dönemde nedense moda haline getirilmeye çalışılmaktadır.

Oysa anarşistler arasında reel politik konusunda bir tartışmaya girmeden önce üzerinde tartışılan kavramlar konusunda bir genel bir konsensüs varmış gibi davranarak doğrudan tartışmalara girmek yerine önce v arolan kavramların mevcut popüler algılarının zihinlerde tüketim-tahakküm kültürü lehine yarattığı tahribatı radikal bir kopuşla tamir edip tartışma yoluna döşenmiş zaman ayarlı mayınları temizlemek, verili algıların dışına çıkmak ve kâh semantik anlamları kâh da anarşist-liberter etik’e içkin bir terminolojiyi yerli yerine oturtmak gerekir. Ne yazık ki anarşist-liberter çevrelerde süren gündelik tartışmalarda bu çabaları kimileri daha çok “hayata dokunmak adına” mevcut “politik” hareketlerden birine eklemlenme hedefine endekslemekte kavramların anti otoriter-liberter bir etik üzerinden yeniden tanımlanması “gereksiz bir ayrıntı”, “hayat sırtını dönme”, “ellerini temiz tutma çabası” vb. biçimlerde küçümsenmektedir. İşte bu yazının yapmaya çalışacağı şey “reel politik”in alanına giren güncel “devlet ve iktidar” sorunlarına dair “reel politik”in alanına dahil olmadan anti-otoriter liberter bir eksenden söylenebilecek şeylerin söylenmesi çabasıdır.

İktidar-muhalefet ikilemi:

Sol (marksizm dahil) gelenek ile liberal gelenek arasında iktidar – muhalefet ilişkisini kavrayışa dair ilkesel planda herhangi bir fark yoktur. Her iki anlayışa göre iktidar şiddet tekelini ve toplumsal hayatın örgütlenmesini (yönetilmesini) gerçekleştirebilme gücünü elinde tutmak anlamına gelir. Muhalefet ise bu iktidarı ele geçirme potansiyeli taşıdığı gibi buna açıkça aday olan ve farklı biçimlerde toplumsal destek bulan siyasal güçtür.

Sol-marksist gelenek ile liberal geleneğin ayrıldığı yer iktidarın ele geçiriliş biçimlerinde ve iktidarın muhalefet edenlere davranış biçimlerinde ortaya çıkar. Buna göre bir sol sosyalist için; “iktidarın ezilenler tarafından ele geçirilmesi için uygulanan yöntemlerin ille de ahlaki olması gerekmez, çeşitli nüansları olmakla birlikte kitlelere dayanması ve örgütsel bir disiplin içermesi koşuluyla her yöntem meşru kabul edilebilir. Şiddet tekelini elinde tutan kapitalist devlet iktidarı pekala örgütlenmiş bir şiddet ile alaşağı edilebilir. Bunun yerine kurulacak proletarya (sosyalist) iktidarı aynı şiddeti kapitalizme ve devrim karşıtlarına meşru zeminlerde pekala uygulayabilir. Kapitalizmin iktidarında ordusu, polisi, mahkemeleri ile kitlelere zulmeden unsurların devrimden sonra yeniden aynı güce kavuşmamaları için devrimci milislerce takibata uğratılmaları, devrimci şiddete maruz kalmaları, devrim mahkemelerinde yargılanmaları ve devrimci hapishanelere tıkılarak cezalandırılmaları bir başka deyişle burjuva hukuku yerine devrimin hukukunu koymak çok normal ve meşrudur.”

Siyasal liberalizmin geleneği açısından ise; “kaba şiddet ister iktidar tarafından ister de muhalefet tarafından uygulansın her bakımdan ahlaki olmayan bir eylemdir”. Zira şiddet meşru olabilmek için ancak hukuksal bir temele dayanmalı ve toplumsal bir konsensüs içermelidir. Bu anlayışa göre bu ilkelere uyan iktidarlar “adil” muhalifler ise “meşrudur”. Yani liberaller siyasal şiddete ilkesel olarak karşı olmamakla birlikte bunun kabaca uygulanmasına ve “meşru” temellere dayanmamasına karşıdırlar. O meşruiyetin kaynağını ise “evrensel hukuk”(*) oluşturur. Bu şu anlama gelir; “şiddet iyi bir şey değildir ama onsuz da olamaz, toplumsal yaşamda kaos oluşmaması ya da siyasal iktidarın şiddet tekelini hiçbir sınırlama olmadan kullanmaması (diktatörlük ya da totalitarizme yol açmaması ) için sınırlarını belirleyerek şiddet tekelini hukuksal bir temel üzerinde kurarak devlete bırakılmasını onaylamak gerekir”. Yani evrensel hukukun değerlerini kriter alarak siyasal iktidarın şiddeti sınırlanmalı halk tarafından kabul edilebilir hale getirilerek minimize edilmelidir, buna karşılık siyasal muhalefet ise şiddet araçlarına başvurmadan hukuksal ve meşru zeminlerde çoğunluğun iradesini kazanarak mevcut sistemi zorlamalı veya değiştirmeye çalışmalıdır.

Burada özetlediğimiz gibi sol-marksist ve siyasal liberalist gelenekler açısından bakılınca ilk elde pozisyonlar farklı gibi görünse konuya biraz daha derinlemesine girince her iki geleneğin de şiddeti bütünüyle gayri meşru ve gayri ahlaki bulmama konusunda ilkesel bir görüş birliği içinde olduğu farkedilecektir. Uzun tanımlamalara ve açıklamalara takılmadan söylemek gerekirse sol gelenek ve liberal gelenek örgütlenmiş (kurumsal) şiddeti o anki politik trendlere göre ele almayı tercih etmekte uygulanan siyasal ve örgütlü şiddetin meşruiyetine “çoğunluğun iradesi”, “evrensel hukuk”, vb. normlar üzerinden bakarak karar vermektedirler. Başka bir deyişle burada örgütlenmiş siyasal şiddetin meşruiyeti hiçbir biçimde ahlaki bir süzgeçten geçirilerek sorgulanmamakta her iki gelenek de örgütlenmiş siyasal şiddet konusunda açıkçası “politik” davranmaktadır.

Şiddet kavramı üstüne yeniden düşünmek:

Konuya doğrudan giriş yapabilmek için herhangi bir alıntıya başvurmadan kısaca özetlediğim bu iki anlayışa bakılırsa “öncelikle politikanın alanına giren siyasal (örgütlü) şiddet konularına dair etik temelli bir kavrayış üzerinden eleştiri getirmek her nekadar kulağa hoşgelse de pratikte herhangi bir değeri olmayan naif ve ütopik eleştirilerdir.” Ancak gerçekten öyle midir?

Tam da burada anarşist geleneğin iktidar ve politika karşısındaki anti otoriter etik felsefesi üzerinden temellendirdiği tavizsiz eleştirel tavrından ve şiddet konusundaki ayrıntılı tartışmalarından yararlanmanın tam zamanı…

Liberterlerin genellikle “politika”yı reddetmesi tesadüf değildir, onu savunmak erkin pratik ve bilimini yapmak olacaktı ve erk tahakkümle birlikte tanımlanıyor (gerçekten de varolan toplumlarda bu tanımlama kuraldır)(1) Amedeo Bertolo ve birçok anarşist-liberter düşünür politika üstüne düşünürken diğer siyasal doktrinlerden ve siyasal devrimci ideolojilerden farklı olarak politikayı tırnak içine alma ihtiyacı hissediyorlardı; çünkü anarşist-liberter düşüncenin politika ile ilişkisi ancak siyasal iktidar hedefi içermeyen negatif bir politiklik temelinde olabileceğini bilmekteydiler. Bu ayrımı yapmadan (politika kavramını tırnak içine almadan) kurulmaya çalışılacak amalı, fakatlı, lakinli bir politik söylem de ancak tırnak içinde bir anti otoriterlik iddiası taşıyor olacaktır. Politika kavramına dair anarşist-liberter düşüncenin olmazsa olmaz normlarından biri olan bu saptamanın altını çizdikten sonra daha sonra dönmek üzere şimdilik konuyu burada bırakalım.

Şiddet konusuna nereden baktığımızı algılayabilmek için bu konuda tartışmanın tarafları olarak; “öncelikle aynı şeyden sözediyor ve kavramın içini aynı biçimde dolduruyor olduğumuz sanısına fazla da kapılmadan “şiddet nedir” konusu üstüne yeniden ve yüksek sesle düşünmekte yarar var.

Şiddeti vareden birinci etken şiddeti uygulayan (öznenin) kaba güç ya da elinde bulundurduğu silahlar bakımından (şiddetin nesnesi olan) kurbana göre asimetrik bir pozisyonda olmasıdır. Silahlı adamın silahsız adama uyguladığı şiddet, güçlü adamın güçsüz olan kadına uyguladığı şiddet, tam donanımlı olan polisin donanımsız ve silahsız olan hükümet karşıtı göstericilere uyguladığı şiddetten sözediyoruz burada. Yani güçlü olan tarafın güçsüz olana karşı elindeki silahlar aracılığıyla uyguladığı ve aynı zamanda “kamu vicdanı” açısından da meşru olmayan etik dışı bir saldırıdan sözediyoruz. Çünkü şiddet kullanılan araçlara bağlı olduğu kadar zalim ile mazlum diyalektiğini yaratan ilişkiye de bağlı olan bir eylemdir. Buradan hareketle şiddet eşitsiz araçlarla eşitsiz bir ilişki üzerinden üretilen bir eylem olup başında ve sonunda tahakküm olan bir duruma neden olur.

Konuyu böyle ele alınca silahları denk iki gücün çatışmasında her biri açısından bir diğeri için şiddet içerdiğinden (kullanılan araçlara bakarak) söz edemeyiz. Çünkü niyet itibarıyla zaten her iki taraf da bir diğerine şiddet uygulamak arzusundadır, çünkü orada sahip olunan silahlar ve başvurulan yöntemler aşısından eşitler arasında geçen bir mücadele söz konusudur. Ülkeler ve ordular arasındaki savaşları bu duruma örnek verebiliriz. Ancak konvansiyonel silahlarla sürmekte olan bir savaşı taraflardan biri nükleer silahlara başvurarak bitirmeye kalkarsa bu durumda diğer tarafa şiddet uygulamış olur.

Bir de silahların tam olarak eşit olmadığı kolonyalist ve anti kolonyalist politik mücadelelerin durumlarını ele alalım. Burada kolonyalist devletler ellerindeki teknolojik imkanlarla üstün bir askeri güce dayanmaktadırlar. Askeri bakımdan zayıf ve daha geri teknolojik imkanlara sahip anti kolonyalist ulusal kurtuluş örgütleri (AKUKÖ) ise kolonyalist zulme karşı olmanın getirdiği ahlaki üstünlüğün sağladığı meşruiyete ve bu temelde oluşan geniş halk desteğine dayanırlar. Böylesi bir durumda şiddet konusuna yaklaşımda ve savaşan tarafların desteklenip desteklenmemesi konusunda liberal ve sol-marksist tutumların ne olacağı konusu temelde “politik” konjonktür tarafından ya da tarafların “milliyetçilik” katsayıları tarafından belirleniyor olsa da ana çerçeve yukarıdaki iktidar muhalefet başlığında açıklanan durumdan pek de farklı olamayacaktır. Bizi burada öncelikle ilgilendiren soru; “kolonyalizm ile anti kolonyalist hareketler arasındaki savaşlarda alınacak tutumlarda anarşist-liberter düşünce ve tutumun temel parametreleri neler olmalıdır” sorusudur. Açıkçası bu soruya dair anarşist-liberter düşüncenin verilecek tek bir cevabı olmamakla birlikte kendini bu geleneğin bir parçası sayan bu satırların yazarının tutumu; kendini anarşist-liberter olarak kabul eden bazı kişi ve hareketlerle dahi “reel politik karşısında” zaman zaman ortak tutumları paylaşmamak pahasına amasız fakatsız lakinsiz bir anti otoriter etik kaygı taşımaktan vazgeçmeme biçiminde özetlenebilir.

Burada en bıçak sırtı durum kolonyalist devletlere karşı konvansiyonel savaş metodolojisi ile savaşan AKUKÖ’lerine yaklaşımda ortaya çıkar. Sorulardan biri; “gündelik hayatta kolonyalistler orantısız şiddetleriyle koloni halklarını acımasız bir kıyıma tabi tutarken AKUKÖ’lerine geniş destek veren halk ile bu hiyerarşik ve militer örgütleri nasıl birbirinden ayıracağız” olsun. Bir diğer soru ise; “kolonyalistler her türlü ahlak dışı baskı ve şiddet yoluna başvururken bulunduğumuz yerden ezilen yerli halklara ne söyleyebiliriz” olsun. Bu sorulara cevap vermeye girişmeden önce her iki sorunun da soruluş biçimiyle ve varolan üzerinden tasarlanarak güncel hayata müdahele kaygısı taşıyor olması hasebiyle “reel politik” in alanına girdiğini hatırlatmakta yarar gördüğümü söyleyerek cevaplara geçelim.

Gündelik hayatta hiyerarşik ve militer AKUKÖ’ler ile bunlara geniş destek veren halkı nasıl birbirinden ayırt edeceğiz?

Soruyu bu biçimde sorarak kendini politik bir özne (halkı da yönetilmeye muhtaç bir kitle) olarak gören AKUKÖ’ile halk arasında kavramsal bir fark bulunduğunu kabul etmiş oluyoruz. Çünkü kolonyalistlerin yerine kendi ülkesi (sınırları tanımlanmış coğrafyası) dahilinde iktidar olma iddiası taşıyan (pro devlet) militer hiyerarşik örgüt ile halk arasında bir aynılaştırma ve/veya ulusal kurtuluş örgütlerine verilen geniş halk desteğini örgütün o “ulusu” temsil ettiği gerçeğini kabullenmek gerektiği biçimdeki popüler “politik” tavra düşmediğimiz, temsil sorununu kökünden reddeden bir geleneğin izinden halâ yürümeğe devam ettiğimiz anlamına gelecektir. Çünkü anti otoriter olma meşrebimiz ile birçok cephede yürütülen bir savaşın taraflarından biri olan hiyerarşik militer (haliyle de otoriter) bir örgütü adı ve iddiası her ne olursa olsun yerli halklar ile aynı şeylerin sebebi ve sonucu gibi aynı kategoride ele almayı kabul edemeyiz. Özgürlüğün dezonformatif ve propagandif manüplasyonlarla gözardı edilen somut toplumsal-bireysel alanlarının ahlaki kaynağının bittiği yerde özgürlüğün kendisi de biter. İşte bunun için bütün devletler katildir, bunun için şiddet etik dışı bir durumu yani bir tahakküm biçimini ifade eder.

“Tagore, şöyle demiştir: “Ulus olma ideası, icat edilen en etkili uyuşturucu maddedir. Yoğunluğunun etkisi altında bütün bir ulus neredeyse sistematik bir şekilde ahlaki çöküntüsünün farkına varamadan, bu tehlikeli bencilliğe tutsak olur. “Genel bir hukuk bilincine sahip olan her toplumun; kin, yalan, casusluk veya cinayet olarak nitelendirdiği olgular, ulus belirlemesinin soyut bir ilkesi uğruna gerçekleştirildiği anda, haklı eylemler olma niteliği kazanır.”  Böylece, bir anlamda vicdana, yani üst benliğe uyuşturucu verir. Öyle durumlar vardır ki, uluslar, bireylerinden (şiddet içerse bile) ulus adına davranmalarını isterler ve hatta bunu emrederler. Böylece şiddet eylemi de  meşrulaştırılmış  olur”…(2)

Kolonyalistler her türlü ahlak dışı baskı ve şiddet yoluna başvururken bulunduğumuz yerden ezilen yerli halklara ne söyleyebiliriz?

Bu soruda ise önceki sorunun aksine soruluşu itibarıyla kolonyalizme karşı somut “politik” bir alternatife işaret etme ve AKUKÖ’lerle yerli halklar arasındaki ayrımı önemsizleştirerek bir anti kolonyalist cephe açma ya da mevcut cephelerden birine dahil olma beklentisi öne çıkmaktadır. Aydınlanmacı bir söylem üzerinden kurulan bu cümle dışsal bir nesne haline getirilmiş yerli halklara “evrensel akıl”(**) ya da “doğruluk” adına yukarıdan bir çözüm üretme sorumluluğunu üstlenmiş gibidir. Bu aynı zamanda; “eğer yerel halklara bir yol gösteremiyorsan ya sus ya da onlara bu yolu gösterenlere katıl” anlamına da gelmektedir. Oysa “reel politik”in bu alanına girdikten sonra bildik anlamıyla politika’nın (iktidar olma sanatı anlamında) mayınlarına basmadan bu alandan çıkabilmek mümkün değildir. Anarşi’nin etimolojik olarak hiyerarşi karşıtlığı anlamına gelmesi dilbilimsel bir gerçekliği ifade ediyor olmaktan öte kendine anarşistim diyenler açısından da aynı kavram her durumda etik bir kaygı taşıma zorunluluğuna işaret etmektedir. Bu anarşistlerin hiyerarşik örgütlenmelerle örgütsel ya da ittifaki bir bağlantı içinde olamayacağı ancak bu tür örgütlenmelerde bulunan bireylerle hayatın çeşitli alanlarında dayanışma ilişkisi içinde bulunabileceği anlamına gelir. Temsil sorununa anarşist bakış yerli halkın hiyerarşik militer AKUKÖ’lerinin kendisini temsil ettiğini düşünüp düşünmemesinden bağımsız bir durumdur. Yerli halkların büyük çoğunluğu AKUKÖ’lerinin kendisini gerçekten de temsil ettiğini düşünüyor olsa bile anarşist etik’in “hiçkimsenin bir başka kimse tarafından temsil edilemezliği” ve “doğrudan demokrasi, doğrudan eylem” düsturları anarşizm geleneğinden böylesi bir “sapma” ya izin vermez. Reel politik’in güncelin (mevcut güçler dengesinin etki alanları ile sınırlı) yasaları üzerinden bize dayattığı güncel çözümlere dair kitlelere birşeyler söyleme durumunda olmak kurtarıcıların kurtarılanlara; “siz kendinizi kurtarmaktan acizsiniz ve biz olmadan eksiksiniz bize itaat edin birbirimizi tamamlayalım, biz sizi kurtaralım sizler de yöneten yönetilen ilişkisinde bizi kolonyalistlerden boşalan yere yerleştirin” demekten başka birşey değildir.

Yani anarşistler “reel politik”in açmazlarında ahlaki bir yabancılaşma yaşamak istemiyorlarsa kendi anti otoriter etikleri çerçevesinden dışarı çıkmamaya her durumda özen göstermelidirler. Bu özen şiddeti ve her türlü canlı yaşamını araçsallaştıran kolonyalist metodolojiden her bakımdan (etik ve pratik olarak) kesin olarak kopmuş olmayı gerektirir. Bu ise şiddetin ahlaki ve vicdani reddi ile başlar. Kolonyalistler teknolojik donanımları ve üstün silahları ile anti kolonyalist kurtuluş örgütlerinden daha güçlü olsalar da AKUKÖ’leri şiddeti araçsallaştırarak kolonyalist savaş metodolojisini kullandıkları, kolonyalistlerin ahlak dışı araç ve yöntemlerine bakarak onları “sonuç odaklı olarak” taklit ettikleri, amaç araç bütünlüğünü gözardı ederek giderek kendi cellatlarına benzemeye başladıkları sürece mazlum yerli halklardan ayrı bir kategoride ele alınmak zorundadırlar.

Sonuç:

Şiddetin kendisi eşitsiz ve her durumda tahakküm üreten bir ilişki olduğu için, özgürlük ve şiddet kavramlarının birlikte ele alınması ya da kolonyalist şiddetin karşısına “anti kolonyalist ve “özgürlük için şiddeti” koymak imkansızdır. Bunu yaptığınız zaman vazgeçtiğiniz şeyin özgürlüğün ta kendisi olduğunu bilmek zorundasınız. Kavramlar Orwel’in 1984 romanında söylediği gibi “Savaş Barıştır”, “Diktatörlük Özgürlüktür” ya da nazilerin söylediği şekliyle “Çalışmak Özgürlüktür” biçiminde tersyüz edilerek kendini inkar eden bir duruma getirilemez. Filistin’de siyonistlerce bir soykırım politikası güdülmesine karşı çıkmak orada Hamas ya da Filistinli radikal bazı gruplarca İsrail’in yerleşim bölgelerine hedefi çok da belirli olmayan füzeler gönderilmesine bunun sonucunda halklar arasında bir düşmanlık iklimi doğmasına neden olmaya karşı çıkmaya da engel değildir. Bir militarizm biçimi olarak siyonizme karşı tavır almak aynı zamanda savaş mekanizmasını besleyen Filistinli intikamcı silahlı mücadele örgütlerinin yerli Filistin halkının yaşama hakkını da araçsallaştıran militarist politikalarına karşı da tavır almayı gerektirir. Bu tür örgütlerin İsrail devletine göre daha donanımsız ve mazlumlar adına savaştıkları iddiası İsrail’in orantısız misillemelerine ve bombardımanlarına neden olacak saldırılar üreterek kimi zaman bombaların kimler tarafından atıldığının dahi anlaşılamayacağı karanlık bir savaş iklimi doğmasında tarihsel ve ahlaki sorumluluk taşıdıkları gerçeğini de değiştirmez.

Kürdistan coğrafyasında silahlı mücadeleyi temel belirleyen olarak gören anlayış için de aynı şeyler geçerlidir. Silahların patladığı yerde ölme-öldürme eylemi sıradanlaşır “haklı savaş-haksız savaş” tartışmaları içinde savaşın psikolojik metodolojisine uyarlanmış dezonformasyon biçimleri siyasal gündemi işgal eder. İnsanlar arasında, bulundukları coğrafyaya, inandıkları değerlere bağlı olarak ahlaki-vicdani bir kutuplaşma oluşmaya başlar. Bu ise gerçekte ahlaki ve vicdani bir çöküntüden başka birşey değildir. Ölme ve öldürme gibi en temel insani davranışlar rasyonalize edilerek haklılaştırılma süreçlerine tabi tutulduğu zaman, halâ birilerine her türlü savaşın ve insan öldürmenin ne kadar kötü birşey olduğuna dair mantıklı açıklamalar yapmaya ve teorik referanslar üzerinden pozisyonlarımızın haklılığını anlatmaya çalıştığımız zaman zaten söz çoktan bitmiş ve bizler saçmalamaya başlamışız, vicdanlarımızın seslerini duymamıza engel olan bir akıl tutulması durumuna hep birlikte teslim olmuşuz demektir. Yukarıda Amedeo Bertolo’dan yaptığımız alıntıda söz ettiğimiz “politika” işte bu akıl tutulmasının taşlarını teker inşa eder.

“Westley’e  göre şiddeti kabullenmek, şiddetin artmasına yol açar. Arlow ise profesyonel katillerin bile (ekmek paralarını kazandıkları) cinayetleri işlemeden önce, birbirlerine kurbanlarının ölümü hak ettiklerini ve hatta onları öldürmenin doğru ve önemli bir iş olduğu inancını aşılayıp bu inancı kuvvetlendirmek için biraraya geldiklerini öne sürmektedir. Bir başka deyişle insanlar, planlanmış bir şiddet eylemini haklı görmeye çalışarak vicdanlarını rahatlatmak zorundadırlar”.(3)

Ahmet Arslaner

————————–

Dipnotlar:

(1)(Otorite, Erk, Tahakküm, Amedeo Bertolo, efendisiz, S:1)

(2)(Rafael Moses, Şiddet Nerede Başlıyor, cogito Sayı: 6-7, 1996)

(3)(Rafael Moses, Şiddet Nerede Başlıyor, age)

(*) Anarşistlerin “evrensel hukuk” hakkında herhangi pozitif bir algı içine giriyor olmaları tabiiki söz konusu olamaz.

(**) Aynı şey “evrensel akıl” için de geçerlidir.

Views: 55

Exit mobile version