Solun ve Türkiye Solunun İmkansızlığı: Milliyetçilikten Sistemin Kendisi Olmaya – Alişan Şahin

0
2427

“Türk solu bir yere kadar da Türk sağı, muarızı gibi görünen Kemalistler gibi Batı medeniyetinin başka bir görünümdeki kültürel ajanları ve uygulayıcıları olmaları halini canı gönülde kabul etmiş ve batı uygarlığının kültür havarileri olarak sanat, edebiyat, müzik, dil, estetikten bilimine kadar kültür emperyalizminin hem uygulayıcıları hem savunucuları olmuşlardır. Hakim hegomonik dili taklit eden aparatçıklarından biri halini bugüne kadar sürdürmüştü.”

Öznelerarası iletişimde en önemli araç dildir, ilişki içinde olan öznelerin aynı dile sahip olmasıdır. Bundan hareketle düşünsel soyutlamaların adı olan kavramların her birinin yaptığı göndermelerin herkesçe aynı şekilde anlaşılıyor olması, herkesin aynı dili konuşuyor olduğu anlamına gelir. Aksi halde bir iletişimden bahsetmek mümkün değildir. Bu minvalde Jakoben kulübu kurulduğunda Jakoben kelimesinin ifade ettiği anlam ile bugün bize ifade etmiş olduğu anlam ve hatta bu kavramın siyasal tarihte ve farklı coğrafyalarda ifade ettiği anlam arasındaki farka bakmakta yarar var(1) . Aynı şekilde solcu ve sağcı kavramlarının bugün ifade ettiği anlamları da sorgulamak gerekmekte. Ben burada esasen Sol ya da Solcu kavramının üzerinde duracağım.

Sol ve solculuk kimliği, kendini dışa açmanın ilk göstergesi kılan şahsiyetler için, kendini bir kimliğin altında daha güvenli ve mutlu hisseden herkeste olduğu gibi, bir çeşit mağrurlanma vesilesi olmuştur. Solcu siyasal partiler, gruplar ve hareketler tarihsel süreçte ülkeden ülkeye duruş ve fikri yapı olarak farklılıklar göstermiştir. Fransız devriminin sosyal ve siyasal hayata bir armağanı olan bu kavram 21. yüzyıla gelindiğinde çeşitlenerek sol ve solculuğun ilk anlamının çok ötesinde bir anlama gönderme yapar hale gelmiştir. Daha doğru bir tabirle solculuk, içerisinde her türlü “uygun” olan ve olmayan  yiyeceğin içine atıldığı, ne olduğu belli olmayan tatsız-tuzsuz bir yemek haline gelmiştir. Bugün sol tanımının altında, kaba bir tanımla, Devleti olumlayan ve devletsiz bir siyasal sistem kurmayı düşünemeyen bir sol olduğu gibi, münferit de olsa mevcut siyasal “sistemin dışında” olmayı yeğleyen toplumsal hareketleri de görmek mümkündür. Danimarka ve Norveç’te sol adını taşıyan fakat sağcı olan partilere ve görüşlere rastlamakta mümkündür. 1. Enternasyonal’de devletli bir siyasal sistemi red eden solcular olduğu gibi “geçici” bir süre de olsa o’nun varlığını ehven-i şer gören fakat onun süreç içerisinde “yok edileceğini” ileri süren görüşler de mevcut iken, bugün solda durduğunu ve sol olduğunu iddia eden siyasal hareketlerin hemen hemen hiç birinde böyle bir temayülü görmek ve düşünmek mümkün değildir. Ve hatta mevcut Dünya “düzeninin” başında solcu ve Sosyalist siyasal partileri ve liderlerini görmekten bir şaşkınlığa uğramıyoruz (IMF gibi dünya çapındaki bir sermaye kuruluşunun başkanı dahi solcu ve sosyalisttir kimi zamanlar). Siyasal tarihe bakıldığında bir çok ülkede siyasal partiler merkez sağ ve merkez sol siyasal partiler olarak ayrılmakta ve siyasal parti sıralanışları bu merkezin etrafında biraz daha merkezden uzak sol ve sağ olarak konumlandırılmaktadır. Merkez ise mevcut parlamenter sistemin ve devlet yapısının içerisinde yer alan, sistemi varlığıyla da kuran ve onaylayan siyasal parti ve hareketlerin mevcut olduğu alan olmakta elbetteki.

Bu minvalde sistem içi ve sistem dışı olarak bir sınıflamayı kendimize hareket noktası alırsak: bir yandan reel politik denen şeyin kapsamı içerisinde parlamenter sistemi onaylayarak içinde yer almakta beis görmeyen partiler görebilirken, diğer tarafta bunun haricinde yer alan sosyal ve siyasal hareketleri görmek mümkündür. Bu kavramın bugün itibarıyla kapsamı altına aldığı ve ifade ettiği anlam maksadını ifade etmekten azadedir.  Yanlış intibaların ve anlamların üretilmesine neden olmaktadır.

Bir diğer Sol olarak bilinen oldukça fazla devlet 20. yüzyılda  Komünist olduğu iddiasıyla onlarca otoriter ve totaliter devlette varlık bulmuş ve tüm varoluşları boyunca kapitalist devletler ve otoriter ve totaliter sistemlerle tahakküm ve zorbalıkta yarışacak vahşi uygulamaları hayata geçirmişlerdir. Hali hazırda sol ve solculuk kavramlarının altına giren ve bu kavramın ifade ettiği manaların deforme edildiği uygulamaların varlığı birer tarihsel “gerçeklik” olarak önümüzdedir.

 Sol ve Yazmak

Sol üzerine yazılmış onca yazıdan, bu  girizgahta, konu üzerine ya da herhangi bir konuya dair yazıyor olmanın gereği ve gereksizliğini sorular ve şüphelerle anlamlandırmaya çalışmak manasında manaya matuf  yazılardan birine, bir makaleye gönderme yaparak devam edeceğim (2). Yazının hayata, gündelik hayata ve toplumsal oluşa etkisi üzerine farklı anlamlandırma çabaları mümkün ve bu yazı da bunu yapmakta. Bunlardan biri böyle bir etkinin nelere kadir olduğu ve neleri yaptığına dair liste çıkarmak  ya da bunun anlamının hakkını vererek yazı denen şeyi anlamlandırmak olabilirdi fakat, ben yazı denen şeyin esasından sadece ve sadece yazanın, öznenin rahatsızlığından dolayı bir çeşit rahatsızlığına verilmesi gerektiği kanaatine daha yakın durmaktayım. Sol üzerine yazmak da bunu dert edinen için bir ehemmiyet arz eder. Ona ehemmiyet verenin ise elbetteki bir yerde rahatsızlığına vesile olan nedene dönmesi olağandır. Bu bir bakıma kendini ve tarihini muhasebeye çekmek olarak da yorumlanabilir. Bir taraftan Akademik kaygıların sürükleyeceği mecra kişiyi böyle bir konuda yazmaya sevk edebilirken, bir diğer taraftan da konunun kendisi bizzat öznenin kendisine dokunduğundan dolayı (böyle yazıların akademik kaygılarla yazılmış yazılara göre samimiyetinden sual olmaz elbette ), bizzat konu bu özneye içkin olduğundan dolayı yazmaya sevk edebilir. Bu yazıyı bu minvalde ele almakta yarar var. Sol üzerine yazmak, sol geçmişinden halen izler taşıyan birini rahatsız etmekte de olabilir. Yazının yazılma sürecinde tüm bu kaygıları silmek mümkün değildir ve böyle bir kaygı içerisinden olunmaması gerektiği gibi bir teze itimat edilmemesi kanaatindeyim. Ve aslında bu tür yazılar “objektiflik” kriteriyle ortaya çıkan yazılardan daha değerli yazılardır. Konu sol olunca yıllarını kendince, kendine dair atfetmelerle orada bulunan bir şahsiyetten tarafsızlık, objektiflik beklentisi beklemek de doğru olmaz. Ve  aslen böyle bir objektiflik yoktur.  Öyle ki konunun hem nesnesi, hem öznesi olarak bir sorumlulukla oradadır yazan. Ve yazan için en temel problem burada, yaşadıklarını yazmak için yaşamamış olmanın bilincinde olarak yazıyor olmaktır. Bu, yazana bunun da ötesinde ahlaki sorumluluklar yükler…

Yazıya dair yapılan “yazı kutsallık kurucu olduğu kadar (İncil, Kur’an…)kutsallık yıkıcı da olabilmiştir” soyutlaması bir bütün olarak yazının anlamı hapsedici ve yorumsamayı gerekseyen bir açılımın gerekliliğini şart koyan halini, metnin çoklu anlam açılımlarına matuf yönü olduğunu göremeyen mecraya sürüklemektedir. Ve anlamı saklayan metni, tekli bir algılamayla ve yorumlamayla algılama hallerinden, özne ve öznelerin farklı anlamlandırma pratikleriyle algılama ve yorumlama pratiklerinin sınırlı yorumlamaya tabi olduğunu söyleyen soyutlamaya onay vermek demektir. Anlamın sözle ve doğrudan iletişim yoluyla aktarımından dolayı yazıya daha üstün olan tarafını, dolaylı (yazı)iletişim olarak yazıdan daha düşük gösteren bir önermedir bu. Başka bir deyişle yazının rolünü “gerçekliğe daha yakın olarak” söze  galebe çalan bir minvalde anlamlandırmadır.

Yazının yıkıcı tarafına gönderme yapan bakış açısı, yazının bu minvalde söze üstünlüğünü de kabul etmiştir. Yazı, her daim bir hakikate gönderme yapan ve farklılığı yazan öznenin nerede durduğu ile alakalı olan ve yıkan ve yapan arasında ortak bir simgeler dünyasında sadece gerçeğe atfedilenlerin yönünün değiştiği bir platformdur. Avrupa tarihinde okur yazarlık oranlarına bakıldığında okur-yazarların oranının genel nüfusa oranının her daim düşük olduğu sarihtir.  Okur- yazarlık ve yazmak aristokratlara ve din adamlarına özgü ve onların elinde olan bir uğraşıdır(3) (burada nasıl okunduğuna, nasıl algılandığına dair bir soru sormuyor olduğumuzu vurgulamak gerekmektedir).

Yazı bir başına kitleleri mobilize edici bir etkiye sahip olmamıştır

Yazının bir bakıma kitleleri mobilize edici bir etkiye ve işleve sahip olup olmadığı sorusuna gelindiğinde, onun yaşamı alt-üst edici etkilerinden  bahsetmek ne kadar mümkündür? Yazı gönderen-alan, yazan-okuyan ilişkisinde ortak simgeler ve kavramlara sahip olanların iletişme biçimi olabilir. Bu minvalde böyle bir ilişki kurmak kitlelerin tarihsel konumlanışlarıyla alakalı değildir. Yazı, yazı olarak yıkıcı değil, aslen kurucu bir etkiye, düzenleyici ve rasyoneliteyi meşrulaştıran mantık kurucu bir etkiye matuftur. Tam da bu nedenden dolayı Jean Genet’in oyunlarının Paris’in en seçkin Tiyatrolarında özellikle burjuvalarca ve “seçkin” seyircilerce izlenmesinde ve onlar tarafında o esere değer atfedilmesinde bir çarpıklık değil, esasında bir uyum bulmak gerekir. Bu aşamada entelektüel faaliyetin orta sınıfa ait bir faaliyet olduğunu söylemek yerinde bir tespit olacaktır. Yani anlatılanın hikayesinin anlatılan özne tarafından izlenmesi anormal olmaz mıydı zaten. Anlatılanın hikayesi anlatan öznelerce izlenmeye alınmakta ve bilinmek istenmektedir. Burada Jean Genet gibi bir aykırının, algılayıcının diline sahip olmasıdır asıl mesele. Dediğimiz gibi algılayıcı burada seçkin olanlardır. İşin bir başka tarafı şudur: ola ki seçkin olmayanlardan birileri bu seviyede bir dile sahip oldu ve bu anlatım gücüne sahip oldu. Bu durumda sistemin onu kendi içine almakta mahir ve muktedir ve demokratik olduğunu bilmenin açıklayıcı olduğunu düşünmekteyim.

Bir başka taraftan, yazı sadece BİR öznenin başaracağı bir faaliyettir. Bir çok BİRLERİN yapacağı bir faaliyet değildir. Her yazı BİR’in kavrayış, algılama ve yorumlamasında ortaya çıkar. Bundan dolayıdır ki yazıya toplumsal dönüştürücülük rolü hasletmek doğru değil ve yanlış bir yere gönderme yapmaktır.

Solculuğun Fransız devriminden 1917 Sovyet devrimine ve sosyal hareketler ve o süreçte meydana gelen iç çatışmalara, latin Amerika’ya, Pol Pot ve Çin devrimlerine  göndermeler yaparak Sol’un ne olduğunu ve ne olmadığını araştırmak ve sorgulamakta mümkündür. Bilinmekte olan şey; tüm bu sosyal alt-üst oluşlar sürecinde katliamlar ve ölümlerle devam eden, katliamlarda ve kitlelerin durumunu göz önünde bulundurmayarak uygulanan ekonomi-politikalarının sonucunda açlıktan ölen insanların milyonları bulduğu tüm bu sola ait süreçlerde, bu iktidar mücadelelerinin içinde bulunan herkesimin solcu olduklarıdır(4) . Öyle ki iktidar mücadelesi içinde olmayan hareket ve grupların sonuç itibarıyla iktidar amaçları olmadığı için yok olmaya ve edilmeye mahkum oldukları süreçlerde,  varlığı için direnmek bile bir iktidar istemi olarak algılandığından, o duruşların bugün itibarıyla okunuşları kendi-kendini belirlemeden öte iktidar talebi olarak algılanmıştır.

Sol Kavramı

Sol ve solculuk kelimeleri birer kavram, gerçekliği ifade etmede bir üst kavram olarak politik duruşa ve bu duruşun altında var olan öznelere gönderme yapmaktadır. Kavramın ilk manasındaki evrilme ve değişme bugün bu kadar sarih iken, öznelerin toplumsal ve politik duruşlarını ifade etmesindeki yetersizliğine rağmen, kullanılmasında ısrar edilmesinin manasını anlamlandırmak mümkün değildir. Elbetteki böyle bir halin tahlili uzun ve spesifik çalışmaların konusudur.

Politika kavramı, iktidar ve egemenlik ilişkilerinin düzenlenmesine gönderme yapan bir kavram. Sağ ve sol kavramları politik duruşu ve belirli bir politikayı ifade etmek maksadıyla kullanılmış ve bunun ötesinden bir manası yoktur ( bu kavramı daha alt kavramlarla ilişkili olarak sanattan, edebiyata ve bir çok bilim dalının adlandırılmasında – bu kullanım biçimleri elbette çoğunlukla vulger kalmışlardır – kullanılmış olduğu belirtilmelidir. Sol gibi sağ kavramı da iktidar mücadelesinde egemenlik kurmak için sol’u sol yapan başka bir öbeğin adı olarak var ve biri birini gerekser.  Bu minvalde Politik arenada kuralları belirlenmiş bir egemenlik mücadelesinin hem taraftarıdırlar, hem de muhalfidirler. Bu arenada kuralları bozmakta imtina etmek esas hal iken, arada bir kural dışına çıkmak  ancak yürürlükte olan sistemin bekasına zarar verilmemekte ise mümkün olmaktadır.

Sistemin bir siyasal ve toplumsal yapı olarak varlığının amacı, şekillendirilmiş bu toplumsal ve siyasal mobilizasyonu var olduğunun dışında işleyebilecek bir hale getirmekten olduğunca çekinerek sirküle etmektir. Bu duruşun dışında görülen her hal ve özne sistemin varlığını tehdit eden haller ve özneler olarak tanımlanır ve yok edilmeye çalışılır. Ve hatta bunun ötesinde sistem kendisine çarpabilecek büyük kayaların etkisini azaltmak için muhalif görünen, sistem dışı görünen ve öyle de olan hava yastıkları dahi yaratır. Bu yaratma edimi işin oluşu icabıdır çoğunlukla. O orada olmak zorundadır. Toplumsal yapıların, her türlü kavrama biçimine sahip insanların yaşadığı bir iletişim alanında öbeğe ve yapılanmaya meyyal vereceği yapılar olduklarının altını çizmeliyim. Kütleleşmiş insan topluluklarının bir arada yaşadığı ve yaşamak zorunda oldukları mekanlarda (özellikle kentler), bu kütleleri bir arada tutacak temel unsur sistemin varoluşundan hareketle üretmiş olduğu ideolojisidir. Bundan hareketle her toplumsal varlığın bugünün dünyasında sahip olduğu bir temel ideolojisi vardır tesbitini yapmak yanlış olmaz. Bu toplumsal varlık bu ideoloji ile bütünlük ve parçalanamazlık ve sonsuzluk- sonsuza kadar var olma- hissiyatı ile varlığına devam eder ve gelecekçidir. Devamlı surette geleceğe yönelik projeksiyonlar ve bu projeksiyonları başarıyla hayata geçirme mücadelesi içerisindedir. Bu gelecekçi kozmoloji mevcut ideolojik hegamonyanın temel taşlarından biri olarak adlandırılırsa sanırım yanlış olmaz. Ve devamlı surette geleceği tüketir(5).

Buradan hareketle Sol ve Sağ kavramları bu sistem içerisinde, gerçek manada, bu ideolojik şekillenmişliğin politik varlığını rahatsız eden mobilizasyon degil, onu rahatsız etmeyen bir mobilizasyonun içerisindedir. Daha başka bir ifade ile bu mobilizasyon gelecekçi duruşuyla statükocu bir mobilizasyondur.

Yukarıdan izahına çalıştığım hegomonik duruşun altında Sol ve Sağ kavram çiftinin durduğu yerde, her bir öznenin konumlanmasında ihtiyaç duyulan başka bir kavram ise Taraf olmaktır. Taraf olmak bir grup, parti ve çevreye dahil olma, onun çıkarı için çalışma ve gönül vermektir. Başka bir ifade ile Taraf olmak politikanın bir şekilde içinde olmayı kabul etmektir. Bu öbek olmayı, kendilerince ilan ettikleri, istek, kurallar ve çıkarlarının öbekler arası bir mücadele ve çatışmaya meyyal veren bir duruşun içinde olmayı kabul etmektir. Politika ise egemenlik için, üstünlük sağlamak için, öbek çıkarlarının üstün kılınması için verilen mücadelenin adıdır. Öbek onu oluşturan parçalarıyla öbek olarak var olurken, ortak çıkarlarından hareketle isteklerini ilan eder ve hayata geçirmek için faaliyete geçer ve büyüme istidadı gösterirse toplumsal-siyasal bir özneye dönüşebilir. Toplumsal yaşam bu öbeklerin varlık ve mücadele alanıdır. Politik arena, öbekler arası mücadele, erk isteme, otorite elde etme, tanınmak isteme arzularının fiile geçip hayat bulduğu yerdir.

Politik arena, -meşru ya da değil – her toplumsal ve siyasal öznenin kendisini ifade ettiği bir alan. Bu alan, bu öznelerin birbirlerini çektiği ve birbirlerini yok etmek için mücadele ettiği bir savaş ve uzlaşma alanıdır. En küçük özneden –bireyden- toplumsal ve siyasal öznelere kadar Otorite, iktidar, güç, tahakküm, zorbalık, yok etme, ezme, alt etme, altına alma, etkisiz kılma, kişiliksizleştirme, kazanma, kaybetme, başarma, başaramama vb. gibi kavram ve hallerin anlam ifade ettiği bir moral (ya da immoral) çerçevenin çizildiği bir hal ortaya kor. Bu halin siyasal öznelerce başarılabilmesi süresinde varlığını kabul ettirmek  -tanıtmak ve tanınmak-  için kullandığı yöntem meşruiyet arayışı içerisinde meşru yöntemlerle beraber cebri yöntemleri dengeli kullanarak meşruiyetini sağlamak temel önemdedir. İşte bu meşruiyet arayışıdır öbeği –burada siyasal özneyi- sistem içerisine çeken. İktidar olmayı arzu etme hali olarak tanınmayı(6), saygı görmeyi ve hakim olmayı hareket etmenin temel motivasyonu haline getirir.

Sistem Dışı Olmak ve Sistem İçinde yer Almak Üzerine Bir Deneme Çalışması

Sistem elbette içinde yaşanılan dünya’da bir’lerin tenefüs ettikleri atmosferin bir’leri nasıl davranmaları, ne etmeleri, ne gibi davranış kodlarıyla ilişkilerini sağlamaları gerektiğini sağlayan ve bu yönde mobilize eden psikolojik, etik normlar ve onu oluşturan materyal dünyanın kalıplarıyla kurulmuş dünya ve kurumlar bütünüdür. Bu bütünden kopma teşebbüsü bireye azap ve onulmaz acıların kapılarını açma/yüz yüze kalma imkanı tanır. Ve bu sistem her norm ve davranış çeşidinin yazılmamış ve yazılmış prensipleriyle bireyin ufkunu ve davranış kalıplarının nasıl olması gerektiğini “emreder”. Bu şekilde var olmaya koşullanmış bireyin her bir hali onun yeniden üremesi ve kendini var etmesi için “toplumsal hafıza”da yer eden derin oyuklar açar ve katmerleşir. Kendisi için ilelebet var olacak olan bir fenomen olarak sistemin rasyonel öncüllere ve projelere ihtiyacı yoktur. O zaten varlığını bu rasyonellik üzerine kurmuş ve sürdürmekte ve her an bu rasyonelite ile güçlenmektedir. Sistemin varlığı kendi içerisinde var olan her bireyle güçlenirken, aslında rasyonelliğini her bireyde farklı bir birey olarak yeniden üretir. Ya da ters bir yönde her birey sisteme doğru, bir sistemin rasyonelitesinin üretilmesi için bir yeniden üretici fonksiyonu görür. Devamlı surette üreyen/üretilen sistemin rasyonalitesi bir başına sinir sistemi, kan dolaşım sistemi ve bir iradesi olan bir vücut olarak da tasavvur edilebilir. Kendi içerisinde bir bütünlüğü olan ve senkronize bir şekilde çalışan bir vücut tasavvuru büyük oranda doğru bir tanımlamadır.

Bu rasyonellikle mevcut sistem işleyişini ve fonksiyonel olabilmesini bir çok araçla (ekonomik, siyasal, sosyal ve düşünsel vb.) hazır kılar. İktisaden sendikalar ve işveren örgütleri, siyasal olarak meclis, partiler , sivil toplum örgütleri ve dernekler vb., sosyal olarak işçi, işveren, esnaf, çiftçiler vb., düşünsel olarak da üniversiteler ve düşünce kuruluşları gibi kurumlar ve bu kurumlar arası işleyişi toplumsal alanda bir arada tutmaya yarayacak ve meşruiyetini “hakkaniyet ilişkileri” söyleminde alması için sağlıyacak yargı’yla örgütler. Elbette tüm bu işleyişi sağlayacak temel kendiside bu rasyonel iradeyi kendisinde taşıyan ve hepsini etkin kılan iskelet; bürokrasi.

Varlığını devam ettirmesinin işlevli kılınması için sistemin yapması gereken en önemli uğrak sistemin meşru zeminler üzerine oturmasıdır. Meşruiyet ise kurumların rasyonel işlemesi ve rasyonaliteyi kendi varoluşunun temeli olarak almak ve toplumsal alanda bunu her bir bireyde içsel kılmaktır. Bu rasyonel duruşun pratik olarak ifadesi ise aynı rasyonel duruşa sahip bireylerin sisteme kurumları vasıtasıyla katılımını sağlamak ve bu katılımla beraber var kılmaktır. Özneler arası ilişkiler artık kendisi de birer özne olarak tasavvur edilen sivil ya da sivil olmayan kurumlarla bu meşruiyeti yaratmaktır. İşte bu noktadan hareketle siyasal partiler ve diğer örgütler devreye girer. Bu örgütlerin maksadı, sistemin kurumları içerisinde çarkın bir dişlisi haline gelmiş bireyin onayını almak için bir algılama ve kavrama dünyası kurmak, bireyi temsil ettiği yanılsamasını yaratan örgütleri vazgeçilmez kılmaktır. Bu sistem elbetteki varlığını tehdit edecek kültürel normlara sahip yapılar, bireyler ve yaşam biçimlerini etkisiz kılma, anlamsızlaştırma, manipüle etme ve yok etme araçlarına da sahiptir. Polis, asker ve propaganda mekanizmalarını oluşturan her türlü araç ve özellikle media (propaganda) bunun için vardır.

Üzerine yazdığım ve akıl yürütüğüm bu yapı elbetteki çok komleks ve bir kısa yazıda anlatmakla tanımlaması yapılacak basit bir yapı değil. Bu yapının asıl önemli alanını ise siyasal partiler oluşturmaktadır. İçerisinde çeşitli tandanslarda siyasal partinin barınabildiği bu sistem görünür zıtlıklar üzerine ve bu zıtlıkların politik arenada temsilen görünür kılınması ile meşruiyet ve devamlılık sağlar. Siyasal partilerin birey için sağladığı avantaj, bireyin talepleri ve arzularının vücut bulabileceği şu an’a dair memnuniyetsizliklerini grup olarak paylaşabildiği ortak talepler adı altında bireyi başka bireylerin talep ve arzuları ile temsil edebilme, gerçekleştirebilme olanağını yakalamış olduğu yanılsamasına götürmesidir. Bu temsil edilme ve genellikle ortaya çıkan taleplerin ve arzuların soyutlanarak kurulması olarak adlandırabileceğimiz parti programları, bireylerin özellikleri, özgünlükleri ve taleplerindeki birebirlik olan somutluğu göz ardı eder ve oradaki gerçek insanı gerçek olmayan, soyut bir tek olarak ifade eden ve çizen bir portre olarak ortaya çıkar.  Her an ve her gün değişmekte olan ve olması gereken insan talep, arzu, bakış açılarının özgünlük ve biricikliğini (ve aslında özgürlüğünü) bir kişinin talep, arzu ve bakış açısına indirgeyerek kolektif bir irade  ortaya çıkardığını iddia eder. Ve bu kollektif irade (7) Parti hiyerarşisi içerisinde gene bir tek’ce temsil edilmeye vardırılır. Açıktır ki bunun adı bireyi bir an için ikna ederek uzunca bir süre susmaya zorlamaktır(8).  Aynı şey seçimler ve diğer seçme-seçilme ilişkileri içinde geçerlidir.

Herhangi bir kurum içerisinde bir şekilde yer almak (seçilmiş yada atanmış olarak) o kurumun yüzü olmak anlamına gelmemektedir bu yapılarda. Kurumlar genel bir söyleyişle bir yüze ve somut bir varlık haline sahip değildir. Ve fakat bir varlık olarak karşımızda ve gerektiğinde ondan yanıt almakta ve ona tabii olmak zorunda kalmaktayız. Kurumlar yüzsüzdür. Bir irade sahibidir. Bu irade de kendisini ve kendisi ile ilişkide olan herkesi belirleyerek –iterek ve çekerek- kurar. Ondan dolayı tahakküm eder, hiçe sayar ve ezer bireyi. İrade sahibi olması ve görünmeyen bir varlığa sahip olması şahsiyet sahibi olması anlamına gelmez. O kelimenin gerçek anlamıyla şahsiyetsiz bir canavardır birey karşısında.

Şu ana kadar anlattıklarımızdan bir şekilde sistem dışı olmanın da bir bakıma ip uçlarını ele geçirmiş olmuyor muyuz? Kanımca evet.

İlk elden bu şu anlama gelir: Kurumlar her birey için özgünlüğü ve özgür olma iradesini bireyin kendi iradesiyle teslim ettikleri, ya da birey(ler)in iradesi olduğunu iddia edebilen yapılardır. Sistem içerisinden yer almak, a) o kurumların içerisinde,  b) ilişkide, c) ve varlığını kabul etmek, onaylamak demektir.

Sol ve Sağ Kavramlarına Dair Son Söz

Sol, Fransız parlementosunda parlementerlerin, parlementonun sağına ve soluna oturmasıyla ve sağ sıralarda oturanlara sağcı ve soldakilere ise solcu denmesiyle ortaya çıkmış toplumsal ilerlemecilik, esitlikçilik ve sosyalistliği ve monarşistlere karşı olmayı ifade eden bir politik kavramdır. 1. Enternasyonal kendini Fransız devriminin sol kanadının mirasçıları olarak tanımlamıştı. Bu gelişim seyri içerisinde, bir dünya görüşleri silsilesi olarak başlangıcından bugüne, oldukça farklılaşmış ve bugün kökten değişime uğramıştır. 19.yüzyılın enönemli solcu siyasal düşünürleri ve hareketleri olan, sömürüyü ve ezilenlerin varoluş hallerini siyasal düşüncelerinin temeline alan Marx ve Marxistler, Bakunin, Proudhon, toplumsal liberaller, sosyal demokratlar, modern liberaller  ve Anarşistler kendilerini solcu olarak görmüşlerdi. İlerlemeci ve Tarihselci idiler. Bugüne gelindiğinde gerek Anarşizmin gerekse Marksizmin takipçileri olan hareketlerde bu temayülü (ilericilik ve tarihselcilik) bulmak hemen hemen imkansız gibidir. Heleki teknolojinin bugünkü gelişmişlik seviyesinde teknoloji başlıbaşına bu siyasal hareketlerin düşüncelerinde temel problem olarak sorgulamaya tabi tutulmaktayken…  Danimarka ve Norveç’te tarihi liberal partilerin ismi halen Solcu iken Sağcı partiler oldukları bilinmekte olan bir durumdur; aynen Türkiye’de CHP örneğinde olduğu gibi. Aynı şey Fransa için de geçerlidir.

Bugüne gelirken proletarya enternasyonalizminden yola çıkan sol’un, özellikle II. Dünya Savaşından sonra gelişen Ulusal Kurtuluş Hareketleriyle ilişkiye girerek, (bundan özellikle SSCB’nin Sosyalist Anavatanı Savunmak adı altında geliştirdiği teorinin etkisini göz ardı etmemek gerekir) anti-emperyalist bir söylem oluşturarak, başka bir temayül içerisine girdiğini göz ardı edemeyiz. Bu dönemde gelişen hareketler pan-Afrikanizm, Pan-Arabizm, Maoizm, Afrika sosyalizmi adıyla ve Franz Fenon, Ahmed Ben Bella, Andre Gunder Frank, Samir Amin gibi düşünürlerin etkisiyle başka bir ulusalcı moda bürünmüştür. Bunun yanında gelişen kadın hareketleri ve Kadın haklarını temele alan bir çok hareket sol ile yakın ilişki içerisinde ve sol’da kendini konumlandırmıştır. Çevre hareketleri ve ekoloji büyük oranda sol damgasını taşımakta.

İnsan hakları kavramıdır son 50 yılın siyasal hareketlerinin gönderme yaptıkları bir diğer konu. Modernizmin en önemli düşünürü Kant’tan kökünü alan, evrenselci bakış açısının bir ifadesi olan ve bir gerçeklik olarak hayata basan bu kavram Avrupa merkezli bir kozmolojiye sahip bir dünya’da,  toplumsal varoluşta insanın devlet karşısında kendisini koruması için vazgeçilmez bir kavram haline gelmiştir. Devletlerin hiyerarşik kurumlarıyla  toplumun hertarafına nüfuz ettiği, dünyayı ekonomik ve politik olarak tahakküm altına aldıkları bu çağda insan hakları kavramı devletin “vatandaşlarının” önemli politik karşı duruş hali olarak göze çarpmaktadır. “Sol” bu kavramın da bugün büyük oranda savunucusu durumundadır. Öte yandan bu kavram Avrupanın bir çok Faşist Partisinin programına da girmiştir. Durum bu halde iken, bu kavramın Avrupa demokrasileri ve devletlerinin meşruiyetlerini rasyonalize etmede yapmış olduğu katkılara dair bir  değerlendirme yapmak başka bir yazının konusudur.

Burada bahsedilen toplumsal hareketlerin farklı gündemler ve hedeflerle toplumsal mobilizasyona katılması ve talepkarlıklarındaki farklılıklara vurgu yapmadaki maksat, Sol adı altında toplanan birbirinden çok farklı hareketlerin ve gündemlerin varlığına gönderme yapmaktır. Dolayısıyla bazı toplumsal muhalefet hareketlerine (gay ve lezbiyenlerin toplumsal meşruiyet için yapmış oldukları ve olacakları mücadeleler)  değinmememe rağmen görünen şudur: toplumsal mücadelede kitlelerin mobilizasyonu Solculuğun dar sınırlarını aşarak daha da sokağa yakın doğrudanlıkla mevcut olmaktadır.

Türkiye  Solu

Türkiye de sol ve solcu olmak evveliyatıyla ilerlemeci ve teknoloji savunuru olmak manasına gelmektedir. Modernist projelerin birer sözcüsü olmak anlamına gelmiştir. Türk entelektüelinin Batılı ve batı öykünmecisi halinin sorgusuz sualsiz kabul edilmesi demektir. Değil 19 ve 20. Yüzyıldaki sol, bugün dahi modernizmin zihniyet dünyasını aşıp, halihazırda içinde bulunduğumuz dünyanın sorunlarıyla yüzyüze gelmiş bir sol dil ve söyleme sahip siyasal ve toplumsal özne olarak bir soldan bahsetmek mümkün değildir ve böyle bir gövde de mevcut değildir.

“Parlementer” sistem içerisinde devlet partisi olarak var olmuş ve 80 yıl boyunca da devletin sahibi olmuş ve sol temayüllerin ve düşüncelerin savunucusu olduğunu Solculuk yaftası dışında hiçbir halinde anlamanın mümkün olmadığı CHP ve Kemalist “ideolojisi”, TKP’nin yemiş olduğu ilk kovuşturmadan ve darbeden bu yana Türkiye’de sol düşüncenin zihniyet dünyasını ve Türk toplumunun solculuk kavrayışını belirlemiştir. Bu ideolojik belirlenilmişlik hali, Marksist ve Marksist-Leninist siyasal hareketlerin dünya kavrayışlarında ve hatta yazılarında görünür kılınmıştır. Marksizmle Kemalizmi birleştiren ana tema, her iki düşüncenin ilerlemeci bir tarih kavrayışına sahip olmasından dolayı kolay olmuştur. Her iki düşünce biçimi, kemalizmin eklektik ve pragmatist yapısına dair söylenecekler bir yana bırakılırsa,  modernleşmeci ve pozitivist olarak adlandırılabilir (unutulmamalıdır ki, kemalizmi düşünce olarak inşa eden kadro dergisi ve o derginin ideologları TKP’den kopan ve önemli bir kısmı SSCB’den egitim görmüş ve oradan Kemalizme iltihak etmiş insanlardan oluşmaktaydı) (9) . Zaten bundan dolayıdır ki Doğu problemi olarak adlandırılan Kürtlere yapılan katliamlara onlar da feodal ağalar ve gericilere karşı verilen bir mücadele olarak bakmışlar ve katliamları mazur göstermişlerdir. Modern Türk devletinin kurulduğundan bu yana iki ana problemi olan “bölücülükle” damgaladığı Kürt problemi ve “gericilikle” damgaladığı din ve islam problemi Türk solu için de temel problem olarak algılanmış ve farklı gibi görünen bir dille bu başlıkları programlarına almışlardır.

Bugüne gelindiğinde kendisini Kürt ulusal mücadelesinin temsilciliği sıfatına matuf gören ve ilk başlarda Marksist ve ulusal kurtuluşcu,  guaveracı gelenekten geldiğini söyleyen 30 yıla yakındır Kemalist devletle savaşan PKK dahi Kemalist düşüncenin ve onun ilerlemeci-pozitivist duruşuyla özdeşleşmekten ve ona benzemekten behis görmemektedir. Türk solunun içinden çıkmış bir hareket olarak PKK’nın yıllarca gericilik ve islam karşıtlığını jargonunda eksik bırakmamış olmasıda düşünülmesi gereken bir durumdur.

Devrim ve devrimcilik tanımlarını her makalenin bir çok yerinde kendisine ve içinde bulundukları gruplara yakıştırmaktan ve mütemadiyen kulanmaktan imtina etmeyen – bu bir kibirlenme olarak temayüz eder – bir zihniyetin savunucuları olarak, Devrimin ve devrimciğin ne olduğunu açıklamaktan ve içini doldurmaktan aciz, retorikten başka bir zihinsel ve teorik birikimi olmayanların bir araya geldikleri gruplar olarak tarif edilebilecek “radikal sol” ise, gündemi ve dünyayı kavramaktan acziyetleriyle  bugünün dünyasından uzak bir tablo çizmektedirler.

Bu dünyayı ve gündemi kavrayamayan ve anlamak konusunda da hiç bir çabası olmayan “radikal sol” her değişik dönemde farklı kavramları jargonlarına dahil etmekte ( devrim, işçi, insan hakları, proletarya, sömürü, yeni-sömürgecilik, emperyalizm, burjuva, kapitalizm, bunalım dönemleri, diyalektik –  bu kavramların kullanma ağırlığı dönemsel duruma göre farklılıklar göstermektedir -),  bazı kavramları ise karalamak ve lekelemek (post-modernizm, neo-liberal, liberal, metafizik) maksadıyla kullanmaktadırlar bugün. Hasbel kader karalamak maksadıyla kullandıkları bu kavramların gönderme yaptığı somut ve doğrudan bireysel ve toplumsal bir öznenin olmaması gruplarının görünüşte hayata müdahil olacak siyasal tahlillere sahip oldukları intibaını yaratır.

Bu zihniyet yapısı her şart altında hakikatin bilgisine ermiş ve yanlıştan tamamen münezzeh bir zihniyet haritası kor ortaya. Kendilerinin içerisinde bulundukları her durum, olay ve döneme ilişkin tek söz söyleme yetkisinin gene kendilerinde olduğunu düşündüklerinden olsa gerek, eleştirel ve analiz yönelimli her türlü teşebbüsü hakaret ve küfür dolu tepkilerle sindirme çabası içerisindedirler.  “Başkası”ndan gelecek her soruya ve tartışmaya  “devrimcilere saldırı” olarak yorumlamakta ve konunun tartışılmasına meyil verecek her türlü girişimi engellemekten de çekinmemekteler. Bu durumdan maksat, kabilevi ruh yapısına sahip itaatkar  ve düşündüğünü sanan taraftarlar yaratma – ki taraftarlarının hepsi aşağı yukarı bu patolojidedirler –  ve yollarına öyle devam etme çabası olarak da okunabilir. Batılı sol tarafından her şart altında savunulan ifader özgürlüğü bugün Türkiye’de fiili durum olarak türkiye sol’unun bir kısmı tarafından ortadan kaldırılmıştır.

Elbette ki Türkiye sol’u bütünlüklü bir özne olarak kavranamaz ve ona dair değerlendirme ya da eleştiriler bir özneye dair yapılmış eleştiri-değerlendirme olarak görülemez. Bu anlamda o bir gövde değil, bir çok gövdeden oluşmaktadır. Bu gövdelerin hepsi ve hepsi öykünmecilikte 19. Yy.ın sonu ve 20. Yy’ın başlarında bazı Türk entellektüellerinin eserlerinde çizmiş oldukları Batı hayranı öykünmeci (taklitçi) entellektüel tiplemelerinin haleti ruhiyesine ve bu entellektüelin zihin dünyasına benzer bir hali yansıtmaktadır. Hem dünyayı bütünlüklü kavrama hulyalarına sahiptirler, hem de dönemin parçalı toplumsal, siyasal hareketlerinin düşünce ve edimlerini sorgulamadan “sistem”ine katmaktan behis görmezler. Radikal sol olarak adlandırılan taraftan Marksizmin sınıf  bakış açısı olarak adlandırılan duruşunu sorgulayan ya da kimlik politikaları üzerine  tartışan bir makale ve yazıya en azından ben rastlamadım (10). Bugün Türkiye’de var olan Sol hareketlerin hemen hepsi evrenselci, özcü, ilerlemeci ve modernist bir dünya kavrayışına sahip olmalarına rağmen bir şekilde ekoloji, feminizm, etnik kimlikler ve kimlik politikaları vb. gibi konuları sorgulamadan gündemlerine almış ve sistemlerine eklektikte olsa dahil etmişlerdir (11).

Bir zihniyet dünyasının kısa analizi: Devrimcilik Mit’i ve İkameci devrimci Pratikler

Son 20-25 yılın toptan bir değerlendirmesine matuf olmak bu yazının yapacağı işlerden değil. Ve bu süreçlerden yer almış bir özne olarak bu süreçlere ilişkin yapılacak bu değerlendirmelerin tümüyle “obijektif” olduğunu söylemek de bu makalenin yazarınca iddia edilecek bir tez değil. Tamamen öznel olduğunu söylemek hem benim durduğum noktayı sabit kılacak, hem de iddialı olmayı önleyeceğinden daha iç huzuruyla söz konusu döneme ve zihniyetine göndermeler yapmamı olanaklı kılacaktır.

Biz ve Halk, Sınıf, Kitle yani Biz ve Ötekiler

Marksist teriminolojide sınıf tahlili; toplumsal yapının burjuvazi ve proletarya üzerine kurulu ve bundan hareketle ezen-ezilen, sömüren-sömürülen gibi karşıtlıklarla açıklanması gerektiğini iddia etmesiyle ve tüm toplumsal hareket etme şekillerini bu tahlilden hareketle kurup,  pratiğe geçirmesiyle hakikatin ve insan toplumlarının bugünkü bozulmuşluğunu aşacağına inancı tezleyen bir teoridir . Saint-simon’dan büyük orandan etkilenerek  Marx’ca yapılan kapitalist toplumun bu dikotomik analizi 19. yy.ın en önemli buluşlarından biri olarak değerlendirilebilir. Bu fikirilerini Komünist Manifestoda oldukça net bir şekilde formüle eder. Buna sınıf bilinci ve bu bilincin otantikliği bağlamında Hegel’in Tin’in Fenomenolojisinde kurmuş olduğu özbilinç ve Köle-Efendi özbilinçlerinin yeniden bir okumasını yaparak değerlendiren Georg Lukacs’da daha da somut olarak görebiliriz (12). Dünya’nın ve toplumların bu dikotomide degerlendirilip anlaşılmasının ya da anlama çabasının bizdeki yansımasının son 25 yıllık sure içerisindeki görünümü, içinde yaşanılan süreci, dönemi ya da içinde bulunulan tarihsel oluşu olduğu gibi görmeye değil, edinilen teorik kırıntılarla o kırıntıların çerçevesi içerisine yerleştirilen vulger bir algılamaya tekabul etmektedir. Bu vulger dünya kavrayışının kavramsal karşılığı büyük oranda İşçiciliktir(workerism) (13) .

Bu kaba algılayış ve yaşayış biçimlerine sahip Türk solcularının ( workerism gibi bir kavramdan hareketle tahlil edilebilir bu- aslında tarihsel birer vaka olarak Stalinizm ve Nazizmde vücut bulur-), çeşitli dönemlerde başlayan işci direniş ve grevlerine –  devrim ya da devrimi yaklaştıran anlık olaylar olarak yaklaşmaları örnek olarak gösterilebilir. Bu tavır alış münferit değildir(14).  İşçi ve işçi eylemlerinin ve işçi kimliğinin bu yüceltilmesi haline benzer ve mevcut retorik dilin içeriğini süsleyen, politik ve sosyal ortamda varlıklarına anlam veren farklı kavramlar da var Türkiyeli solcular için. Ve bu dilin Türk sağ’ının mantık kurması ve söylemi ile benzerlikleri de ilginçtir.

Bu kavramlar; muhafazakar, milliyetçi “liberal” bir çizgi için “Millet” iken,  bir diğeri için, Sol, “sosyal demokrat” çizgi için “Halk” olarak ortaya çıkmakta. İşçicilik, Milliyetçilik ve Halkçılık olarak da adlandırılabilecek ve ideolojik çerçevelere yerleştirildiği düşünülen tüm bu kavram ve hallerin ortak bir çok yanı var. Bu kavramların hepsi, atfetme üzerine bina edilmiş, aslında aynı şekilde düşünülüp, aynı şekilde üretilmiş ve aynı ihtiyaca cevap vermekte olan kavramlar. Elbetteki bu kavramların hayatta karşılıkları var. ve fakat hayatta karşılığı olan bu kavramların atfedildiği öznelerin üzerine oturmakta mıdır? diye sorulacak olursa şüpheli cevaplar vermek zorundayız. Biraz daha ilerlersek görürüz ki, bu kavramları topluma atfeden gruplar içerisinde ortak olarak kullanılan bu kavramların atfedenlerde dahi bu kavramın atfettiği homojenliği bulmak mümkün değildir. Dolayısıyla her bir grup ve hareket, bu kavramları “benim işçim”, “benim halkım” ve “benim milletim” olarak sahiplenmek durumunda ve her öznenin kendinden ve kendisi için ona atfettiği “iyi” olan “işçi”, “halk” ve “millet” olmaktadır oradaki. Niyet olarak bu kavramlara atfedilen “iyi” sıfatı bu sınıf ve kitlelerin homojen olduklarını ve bu homojenlikleriyle “iyi” sıfatını hakettiklerini önceler. Bu kavramları sahiplenen düşüncelerin sahiplerince atfedilen bu iyilik sıfatı ise görünen özneyi hakikatinden kopararak bir hayali “teorik soyutlama”yla hakikati romantize ederek yorumladıklarını bize gösterir. Romantize edilen bu kavramların üzerine oturtulduğu yada desteklendiği temel ise bunun bilimsel olduğuna, tek olan hakikate gönderme yaptığına dairdir ki bu bilimsellik büyüsü bu kavramlara ve kavramı kullanan özneleri dokunulmazlık kisvesine büründürür.

Sol ve Sol geçmiş, Solcu hareketlerin örgüt ve örgütlenme anlayışları ve pratikleri, bunun  yanında kullandıkları dil ve ifade biçimleri, içinde bulunulan ve meşruiyetini “sorguladıkları” sistemin egemen dil ve kültürel varlığından ve organizasyonundan farklı bir hal sunmaz bizlere. Bu durumun belli başlı göstergeleri  şunlardır:

1. Bir lider kültüne sahip olmak. Bu kült aslen toplumsal bilincin bin yıllardır hafızasında canlı tuttuğu ve yaşattığı benzer örneklerin yaratılması ile hayatiyet bulur. Bunlar peygamber ve ermiş (veli-nebi) karaker özellikleri taşırlar.

2. Lider kültünün verdiği bu etki kullanılarak sosyal ve siyasal tahlillerin değişmezliğinin, tartışılmazlığının ve evrensel doğrular olduklarının ön kabulünü sağlayan bir psikolojik atmosfer yaratırlar.

3. Bu evrensel doğrulardan hareketle olası bir eleştiri salvosuna karşı sekter bir dili devreye sokarak kendini ayrı kılacak, ayrı konumlayacak “evrensel”olanın kendince yorumundan hareketle başka “evrensel” doğruların olamayacağını vaaz eden bir dil kurarlar. Bu dil ise her şart ve kayıt altında “bilimsel”dir(bu dil her şart ve kayıtta aynıdır ve değişmez). Varlığını, kendisini kendisi gibi konumlayanlardan ayırarak mümkün kılar.

4. Örgütlenme modeli olarak tüm sol geçmiş hıyerarşik ve bürokratik bir oluş üzerine inşa edilmiştir. Bunun dışında başka bir oluş biçimi düşünülmemiştir. Haliyle mevcut sistemin zihniyet dünyasının bir yansıması olarak tahakkümcü ve köleleştirici bir kültürüde üretmiştir. Böyle bir dünya algılayışı içerisinde lider kültü elbette vazgeçilmez bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır.

5. Özellikle Marksizm’den ve onun versiyonlarından gelen fikirlerden temelini alan Türkiye sol’u, zihniyet olarak Kemalist muarızlarından farksız olarak ikameci bir zihniyet dünyasına sahiptir. Elitisttir. İşçiye rağmen işçi için çalışan marksistlerin bu imajinatif işçi sınıfı marksist teoriye uyarken, halka rağmen halk için kemalistlerin sloganı olmuştur. Mevcut paradigmanın başka bir veriyasyonu olarak sol, siyasal ve ideolojik konumlanış olarak sistemin her açıdan bir parçası ve kopyasıdır.

6. 12 eylülden sonra sol hareketlerin hepsinde istisnasız bir şekilde kullanılmakta imtina edilmeyen kavramlardan biri olan özgürlük kavramının ne olduğu değil, özgürlük kavramını kullanmakta olanlarca ne anlam verildiği ile alakalıdır ve özgürlük kavramını özgürlükçü bir içerikte kullanmamaktadırlar. Aynı şekilde evrensel (marksist jargonda bu daima bilimsellik olarak geçer) hakikat olarak ifadelendirilen prensiplerin altında yıllarca insan hakları kavramı yer almaz iken bu dönemden sonra oldukca sık kullanılan bu kavramın anlam karşılığı bana (bize)  yönelen saldırıya karşı bir hak savunusu ve talebiyle ortaya çıkmak olmuştur. Bu ve benzeri kavramların altına girip durmaktan behis görmeyen Türk sol’u evvel ile hal-i hazırdaki duruma dair çelişkiye her daim sessiz kalmıştır. Bunun tercemesi ise hypocracy’dir.

7. Beşinci maddeden hareketle devamen denebilir ki, pozitivist – elitist ve ikameci;  halk’ı medenileştirme yeni bir  halk yaratma sürecinin uygulayıcısı olan Kemalistler ile Türk solu arasındaki ortak paydalardan biri de Türkiye gibi bir ülke’de modernizmin ve modernizmin bir ürünü olan Solculuk-Sağcılık cereyanlarının  Orientalistlikleridir. Bunu Türk entellektüelinin Batı karşısında almış olduğu konumlanıştan, tanzimattan bugüne Türk entelijansıyasının fikri bizarlığından ve kötürümlüğünden çıkarmak zor olmasa gerektir.

8. Tüm bu söyleyegelinenlerden hareketle mazlumun ve mağdurun yanında olma ameliyesi içerisinde olması beklenen Türkiye sol’u cumhuriyetin ilk yıllarında gerek Kürtlere gerekse Müslümanlara ve gayrı-müslümlere karşı vukuu bulan katliamlara karşı sessiz kalarak ve destek vererek bugüne gelmiştir. Bugüne gelindiğinde bunun tezahürlerini kendini Ulusalcı olarak bulan Türk solu’nun gerek Türban ve İslam gerekse de Kürt sorunu konusunda benzer tavırlarını sürdürüyor olması resmi siyasal dil’e ve hegomonyaya ne denli yakın durduğunun göstergesi olarak da okunabilir.

9. Türk solu bir yere kadar da Türk sağı, muarızı gibi görünen Kemalistler gibi Batı medeniyetinin başka bir görünümdeki kültürel ajanları ve uygulayıcıları olmaları halini canı gönülde kabul etmiş ve batı uygarlığının kültür havarileri olarak sanat, edebiyat, müzik, dil, estetikten bilimine kadar kültür emperyalizminin hem uygulayıcıları hem savunucuları olmuşlardır. Hakim hegomonik dilin taklit eden aparatçıklarından biri halini bugüne kadar sürdürmüştü.

10. Türk solu ve örgütlerinde karşılaşılan problemlerin çözüm yöntemi üst hegemonik aparatçığın (devlet bürokrasisi ve ordu-polis’i) hareket ve çözüm yöntemlerinin kopyası olarak ortaya konulmuş, bürokrasi denen soğuk ve yüzsüz canavarın hareket kodlarını örgütlerin küçük bürokrasisi yoluyla aynen taklit etmişlerdir.

Son söz yerine: Solcu olmanın Yükü

Ezilenlerin yanında bir hareket ve mevcut sistemin dışlanmasını zorlayan ve hayata geçiren bir hareket, bir yaşam biçimi; ne kadar az devlet, o kadar insanlık diyen filozofun dediklerine gönderir bizi ve şu günkü dünyamızda bunun adı artık Sol olamaz. Sol adına ortaya konan ve yapılan tarih, ezilenlerin hiç de bir güzel dünya ve güzel hayat ve özgürlük ve eşitlik taleplerini karşılayabilecek bir tarih olmadığını tesbit etmiş durumdadır. Bu pratiğin bugün bizlere gösterdiği tek şey, böyle bir tarihi tecrübenin/lerin bir daha olmamasına çalışmak olmaklığıdır. Dolayısıyla “tırnak işaretsiz bir sol” mümkün değildir.  Kavram olarak kirli olan Sağ gibi, Sol da kirlenmiştir ve aklanması mümkün değildir. Sol ve solculuğa ve sağ-sol ikilemi içerisinde bir dünya algılaması kuran mantık “hakikati” kavramanın ve ifade etmenin önünde bir engeldir. Mevcut sistemin içinde yer almadan ve ona karşı ve bu dünyada yapılacak hertürlü sistem dışı oluşa, yerli halkların anarşik komünitilerinden, mevcut dünyanın egemenlerinin hüküm sürdüğü dünyada ortaya çıkan ve çıkacak olan özgürlük ve eşitlik taleplerine bugün itibarıyla Sol’un ve solculuğun diyeceği bir şey yoktur.

Bir soyutlama olarak Sol kavramı  iki noktadan problemlidir. Birincisi yukarıdan da bahsettiğim gibi kirlenmiştir. Ve  tarihindeki temiz olanıda kirli göstermektedir. Ikincisi ise bugün dünya ölçeğinde mevcut ve olacak olan tüm hareketlerin kendi toplumsal durumlarından hareketle ortaya çıkmış ve çıkacak olan özellik ve özgüllüklerini kapayarak, mevcut toplumsal problemlerin biricikliğini evrenselci bir bakış açısının gözünden yansıttığı içindir.

Buna bir şey daha eklenebilir: Fransız devriminden önce var olmadığı bilinen  bu kavram çifti görünmezden gelinebilir. Fransız devriminden önce varolumuş olan hertürlü efendi, kral ve derebeyine karşı yapılmış özgürlük ve eşitlik talebiyle yapılmış ayaklanmayı nasıl sol adı altında sınıflamaktan imtina etmek gerekiyorsa bugünkü toplumsal talepleri bu ad altında tanımlamaktan da imtina edilmeli.

Belkide ezilenlerin ve sistem tarafından mağdur edilenlerin hertürlü toplumsal sistemde ve alanlarda gönül rahatlığı ile altına gireceği başka isim ve sıfatlara ihtiyaç var bugün. Ve bunun adı otoriter ve totaliter  politik sistemlerin kendilerini altında topladıkları Sol kavramı olmamalıdır. Sol tanımının altında Sol ve solculuk adına Ethik değilde pragmatik, özgürlük ve eşitlik karşıtı düşünceler ve ideolojilerin varlığı bu kavramın kullanılmamasındaki çekinceyi açık kılmaktadır. Ya da hal böyle iken Madun’un halini ve duruşunu açıklayan bir kavrama belkide hiç gerek yok kendisi hali hazırda orada duruyorken.

Alişan Şahin / itaatsiz.org

Dipnotlar

1. Konu ile ilgili genel bir bilgi edinmek için http://en.wikipedia.org/wiki/Jacobin_Club http://en.wikipedia.org/wiki/Jacobin_(politics)  ‘e bakılabilir.

2. Birikim dergisi, sayı 167, Işık Ergüden “Yazı, Sol ve Gündelik Hayat”.

3. Bu konuya ilişkin bkz. http://en.wikipedia.org/wiki/Literacy

4. R.J. Rummel’in bu konuda yaptığı çalışmaları ve bir çok yazı ve makalesini http://www.hawaii.edu/powerkills/welcome.html sitesinde göremek ve okumak mümkün.

5. Antonio Gramsci, Prison Notebooks (1992), New York: Columbia University Press, pp. 233  ve Ernesto Laclau and Chantal Mouffe, Hegemony and Socialist Strategy: Towards a Radical Democratic Politics’inden yararlanılmış olup, bu ve bundan sonraki bölümdeki düşüncelerin bazılarından Gramsci,  Laclau ve Mouffe’dan  izler taşıdığının hakkını vermek gerek. Diğer taraftan Gramsci sonrası düşünürlere (Foucault, Bauman vs. ) göndermelerde vardır.

6. Tanıma ya da tanınma kavramına dair modern ve postmodern Batı felsefesinde çok geniş bir külliyat mevcuttur. Belli başlı bilinen filozoflar : Hegel, Nietzsche, Deleuze, Sartre ve aslında  bir çok existansiyalist, butler ve özellikle hegelci gelenekte oldukları söylenen Hyppolite, Kojeve vs.

7. Bu kollektif irade aslen totaliterdir ve ne bireyin, ne de cemaatin iradesini açık kılacak fonksiyonlardan yoksundur.

8. Bu fikri duruşu en iyi ifade eden düşünür anarşist ve köleliğin kaldırılması için çalışmış Lysander Spooner (1808-1887)dir. Özellikle David Hume’un toplumsal sözleşme teorisinin eleştirisini yapmakta ve her an ve her gün değişmesi muhtemel olan bireyin toplumsal, siyasal tercihlerini, bireysel rızayı temel alarak bir arada olmaya karar vermesinin demokrasi için temel önemde olduğunu ifade etmektedir. Kaynak: Anarchist Studies, v.15/2 2007.   Steve J. Shone, Lysander Spooner’s Critique of Social Contract, 157-178

9. Leninist pragmatizmin kemalist pragmatizmle benzerlileri ve ayrılıkları üzerinde durulmayı hakkeden ayrı bir konudur.

10. Burada Birikim dergisinin Türkiye Solu için yaptıklarını ve entellektüel birikim açısından önemini vurgulamaktan ve dergiyi Radikal Sol’dan ayrı bir yerde degerlendirmekten yarar olduğunu vurgulamak isterim.

11.http://www.odp.org.tr/genel/program.php, http://www.tkp.org.tr/tkp-programi

12. Elbetteki bu fikri muhakemenin vardığı alanlar çağdaş Batı felsefesinde Alexandre Kojève, Kierkegaard, Friedrich Nietzsche, Lacan, Derrida ve Deleuze’ninde üzerinde durdukları ve bir şekilde onlarıda etkileyen seyr izlemiş ve değişik alanlara yansımıştır. Çağdaş felsefede bundan daha üretici bir konu bulmak herhalde mümkün değildir. Bu konu sosyal-politik alanlardan, psikoanaliz ve Ahlak felsefesine kadar girift alanlara kadar genişlemiş bir konudur.

13. İşçicilik konusunda türkçe bir çeviriyi internette, şu adreste bulabilirsiniz: http://www.geocities.com/CapitolHill/Lobby/3909/our80s90s/workerismtu.html

Burada elbetteki Marksizmin vulger algılanmalarının sonucunda onun aldığı çeşitli şekillerin kavramsal dünyadaki karşılıkları üzerine uzun uzadıya durmak maksadında değilim. Bu algılama ve yeniden teorize edilmiş felsefi tezlerin çoğunlukla bir yanlış okuma sonucu yeni bir oluşum olarak varolduklarını da red edecek değilim. Problem bu algılama biçimlerinin yeniden öte kabalıklarına vurgu yapmak ve aslında göründüklerinden farklı bir şey oluşlarına dairdir.

14. Bu hale dair örnekler Tüm türküye sol tarihinin bütününü kapsar. İşçilerin hakları için vermiş oldukları her türlü direniş ve grev, marksist-leninist jargonla söylersek, bir “devrim durumu” olarak algılanmış ve o direnişlerden sonra sayfalarca “devrimci durum” tahlilleri yapmışlardır. Tüm metinlerde, sadece bildirilerde değil, işçi olmanın yüce erdemine ve ruhuna vurguyu abartılıca görmek mümkündür.Tüm o yazılan-çizilen metinlerin büyük çoğunluğunu workerizm bağlamında değerlendirmek mümkündür.

Örn. bkz. 

http://www.marksist.com/ozgur_dogan/15_16_haziran_genel_direnisi.htm

http://www.tkip.org/ana-sayfa/sinifhareketi/yazi/browse/1/article/33/15_16_haziran_sol_hareket_ve_isci_har.html

Visits: 41

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz