“Ben atımı böyle dört nala sürüyorum ya
Yetişmek için mi bilmem, kaçmak için mi”
C. Süreya
Özgür bir dünyayı hayal edenler için “toplumsal gerçekler” git gide tam bir deli saçmasına dönüşüyor. Harfler insan sesini bozduğundan gerçeğin az buçuk doğru dürüst ifadesi de abes çarkının aynı şekilde dönmesine zerre kadar engel olamıyor ve insanları hala kolektif yalanlar içinde oyalanmaktan alıkoyamıyor. İnsanlar özgürlük, aşk, devrim için yürümüyorlar da; özgürlük, aşk, devrim sözcükleri için yürüyorlar adeta; gerçeğin kendisi değil ifadesi daha çok çekiyor insanları. Saltıkov’un meşhur bir hikayesi vardır: Gazeteciye ‘utanmaz adam, hep yalan yazdın, zengin oldun, biraz da doğrulan yazsana’ demişler. Gazeteci kendine söylenenlere hak vererek bu kez doğruları yazmış ama bu kez daha çok zengin olmuş: Abes çarkı budur işte.
Apoletsiz devlet de diyebileceğimiz topluma bağlanan kurtuluş reçeteleri kullanıla kullanıla aşınmış hela terliğine döndü. Toplum alış-verişle, ticaretle ortaya çıkan bir olgu; mekanı, meskeni şehirlerdir. Pazar yerlerinde, geçit yerlerinde, çarşılarda, limanlarda, sanayi alanlarında vb. örgütlenmiştir. Hayat-memat işlerinin yürüyebilmesi için en fazla ‘temsiliyetin gerektiği’ yere kadar büyüyebilen, kendine yeterli ve zorunlu mensubiyete değil sempati koşuluna dayanan topluluğun aksine toplum temsil olmadan yürüyemez: Kendi kendini temsille işin içinden çıkılamaz büyüklükte ve karmaşıklıktadır toplumun yapısı; temsil esaslı ve ekonomik temelli olması tercihi değil zorunluluğudur, var olma koşuludur. Sanayi, ticaret, pazar ortadan kalktığında ortada toplum diye bir şey kalmaz, kimse film çevirmez, çöp toplamaz, ak merkez esnafı kepenk açmaz. Eğer devrim özgürlüğün somut koşullarının ele geçirilmesiyse bunun; toplumun, şehrin, endüstri ve teknolojinin ebediyete intikal ettirilmesiyle gerçekleşeceği aşikardır.toplum ve devletin tarihi birbirinden ayrı ve farklı iki tarih değildir, bir ve aynı şeylerdir. Anarşinin jandarmasızlık hali olduğu söylenir, içimizdeki jandarma da dahildir buna, daha ötesi burada jandarmayı ‘aydın’ olarak da okuyabiliriz; tahta kılıçlara karşı barutu tekrar tekrar keşfeden aydın. Adına ‘aydın’ denilen insan türü ilk kez ne zaman ortaya çıkmıştır sorusuna üç aşağı beş yukarı, kabataslak ‘tanrıdan ateşin çalındığı zaman’ yanıtını versek bu çok da yadırganmaz herhalde. Çünkü tanrıdan ateşin çalınması demek yaratıcı ilkenin ele geçirilmesi demekti. Bu, insanın doğa güçlerini esir etmesine ve yeniden üretim bilgisine fazlasıyla sahip olmasına yol açmıştı. Dolayısıyla tanrıdan çalman ateş yeniden üretilecek dünya ışığa boğulacaktı. Her nasılsa gereğince aydınlanmamış bir ‘düzlem’ kaldıysa, varsa, aydın güruhu oraya koşturacak, fazla ışıktan göz gözü görmez hale gelecekti. (Yapay ışık kullanmayan insanlar üzerinde yapılan bir araştırmada modem insanın ancak teleskopla izleyebildiği uzak yıldızları bu insanların çıplak gözle görebildikleri saptanmış. Nedir? ışık, daha fazla ışık görme duyumuzu çalmıştı. İnsan tanrıdan ateşi çalmış şimdi bütün dünyayı ateşe vermektedir, Babil kulesi tamamlanmak üzeredir bir kez daha. Bütün doğa makinaya dönüştürülecek, yeryüzü asfaltla kaplanacaktır. Bütün bunlardan gereğince acı bile çekemiyoruz, hemen alıp piyasaya yetiştirecekler, piyasa aç; acı bile yetişmiyor, çektiğin özgün bir acı bir tüketim nesnesi olarak kapanın elinde kalıyor. Sevinç, üzülme, ağlama, korku, öfke… bütün bunlar bile bir üretim, tüketim nesnesi, sır öğrenilmiştir. Balıktan değil balık resminden konuşuluyor, karıncaya değil Süleyman’a kulak veriliyor. Ölümün tam karşıtı hayat değil aşktır, ki o bile artık doğmuyor yapılıyor.
Orhan Pamuk bir söyleşisinde “bütünüyle yazıya geçmiş bir dünyayı hayal ediyorum.” demişti. İşte bütün dünyanın asfaltla kaplanmasından kastettiğim bu. Çünkü tanrıdan ateş yazıyla çalınmış, sır elde edilmiş yaratıcı ilke üretim bilgisine dönüştürülmüştü. Tahakküm ve mülkiyet yazıyla mümkün olmuş, sözün kişiden kişiye değişen çoğulcu yapısı betona gömülmüştü Yapay ışık nasıl insanın görme yetisini körelttiyse yazı da dili, ifade imkanlarını alabildiğine yoksullaştırmıştı. Yazı, ifadenin dizginsiz doğasını tornaya sokmuş, zihni gramerin kısır, donuk dünyasına bağlamıştı. Babil kulesinin yapımını yani tanrıdan ateşin çalınmasını engelleyen sözdü. Söz; dünyada ne kadar insan yaşıyorsa o kadar dil demekti. Aynı türkü, aynı hikaye, mesel; şu köyden bu köye, şu insandan bu insana değişiyor, aynı insanlar gibi belli bir sürede ölüyorlardı. Yazı Babil kulesiydi, ölümsüzlüktü.
Eğer insanın dili ülkesiyse bu ülkede yaşayan ‘millet’ şifaiydi, bu yüzden gayrımedeniydi, yecüc mecüctü, barbardı. Doğanın dilini konuşuyor, doğayı anlamak, bilmek, çözmek değil ona ayak uydurmak istiyorlardı. Doğanın anarşik neşesi içinde ona şirk koşmadan yaşıyorlardı. Bir tek fidan dikmediler, kalıcı evler yapmadılar, mezar taşları olmadı, yerleşmediler. Yüzlerce yıl Çin, Hint, Arap, Roma medeniyetlerine direndiler. Verili iktidara karşı başka bir iktidar; padişah yerine şahı öneren ve bu haliyle solcuların alkışlaya alkışlaya usanmadıkları Pir Sultan’a karşılık daha iki yüzyıl önce iktidara isyan ederken yerine başka bir iktidar önermeyen, verilen tapuyu reddeden ‘ferman padişahın dağlar bizimdir’ diyen Dadaloğlu hatırlardadır. Bu dilin ülkesine yazı kılıçla geldi; ‘oku’ emriyle gelen kitabın bir tahakküm imkanı haline getirilmesiyle kılıcı daha da keskinleşen bir medeniyetin zoruyla. Kitap bir tahakküm ilmi olarak okutuldu alimler eliyle. ‘Bizde aydın tercüme odasından çıkmıştır’ derler ama aydın hala o odadan çıkamamıştır. Aydın tercüme odasından çıkmıştır derken cumhuriyet sonrası kastediliyor. Aslında bu barbar kavim ilk medeniyet gömleğini alimle giymiştir; o da tercüme odasından çıktı, daha doğrusu hiç çıkmadı. Alimin efendilerine verdiği hizmetler bu gün bile gözyaşlanyla hatırlanır, Anadolunun işgalini kutsayan, yanı başında Sivasta diri diri toprağa gömülen yığınla insanın peşinden sözümona timsah göz yaşları bile dökemeyenler sevgi abidesi ilan edilmiştir. Ne ki, ölümlü dünya, alimin de bir son kullanma süresi vardı. Barbarlara bir çekidüzen verildikten sonra doğudaki ve batıdaki medeniyetler karakterleri gereği birbirleriyle savaşmaya başladılar. Dünya bir gayrımenkule dönüşmeliydi, sorun tapu dairelerinin kimin adına çalışacağıydı. Savaşı batı kazandı ve bizdeki alim münevvere dönüştü; o tercüme odasından bu tercüme odasına geçmekti yapması gereken; Tanzimat aydını dedikleri buydu, her iktidar kendi aydınıyla çalışır. Fakat münevverin hayatı koşullar gereği kısa sürdü. Ulus diye bir şey icat edilmişti; ulusun icadı münevveri de sorunlu hale getiriyordu, efendilerine hizmeti kusurluydu. Bu yüzden halis muhlis Türk aydınına ihtiyaç duyuldu ve ona yeni bir tercüme odası yapıldı ve fakat ‘küresel’ bu aydını tercüme odasından attı, yerine entelektüeli koydu.
Peki niçin alimden entelektüele bu barbar kavmin aydınları hep tercüme odasındalar? Sebep basit: bu yecüc mecüc milletine, bu barbarlara medeniyet ancak tercüme edilir, salt ‘zor’ yetmez medenileştirme için; zihnin de ele geçirilmesi gerekir.
Yazı; tapu vb. meselelerini filan hallediyor ama gidemediğin yer senin değildir, bunun için yol lazım. İşte bunun için – Ö. Asaf gibi konuşursak – Her şey hızla gidiyordu/ birinciliği yola verdiler.
Bu ‘sarı benizliler’ salt gitmek için, gezmek için, bayrak dikmek için mi dünyanın dört yanında yol inşa ederler? Hiçbir yere yetişilmeyeceğini bilmezler mi? Yol sadece bunlarla açıklanamaz olsa gerektir; çünkü yol salt gitmek gelmek, gezmek için değil asıl pazara mal bulmak, mala pazar bulmak, fetih, işgal, gasp, el koymak içindir. Evrensele yol ile varılmıştır. Batıda ticaret burjuvazisinin, sermaye birikiminin, sanayileşmenin, bilimin bir temeli yazıysa öteki yoldur.
Yol ekonomi temelli medeniyetin yazıdan sonra en büyük icadıdır. Daha doğru bir söyleyişle, yolun icadı bugünkü küresel medeniyete yol açmıştır. Doymak bilmez aç gözlü evrensel iştah bu gidişle bütün dünyayı asfaltla kaplayacaktır. Evrensellik ise son tahlilde bir yol ideolojisidir. Yerinde saymak için bile koşmanın gerektiği bu yollar bir özgürlük aldatmacası olarak sunuluyor: Peki ama nereye? Plastik kokusu artık dünyanın kokusu haline geldi. Batı medeniyeti giderek tekleşmiş, bir dünya medeniyeti, evrensel/küresel medeniyet haline gelmiştir. Öbür taraftan yol da artık evrenselin bir tüketim nesnesidir. O. Pamuk’un Ütopyasını şimdi şöyle de okuyabiliriz: Bütün dünyayı yola dönüşmüş olarak hayal ediyorum. Aşk tanrısı Eros bir don markası. Pazara çıkmadık hiçbir şey kalmayacak, satamazsan yaşayamazsın, binlerce insan işsiz kalır, milyarlarca dolar batar. “Devrime sen de katıl’ bir bira markasının reklamı. Heyecanı sinema koltuklarında, lezzeti fast foodlarda arıyor, Bodrum’da aşk yaparken basılıyoruz. Promete çakmak reklamlarına çıkıyor, her şeyin bir fiyatı var: onun bir plastik kokusu. Bu koku dünyanın kokusu haline getiriliyor: Dünya evrenselleştiriliyor, farklı kalabilense bir turistik ilgi malzemesi.
Sınıf savaşını ne işçi sınıfı, ne de sermaye sınıfı kazandı.
O çok bel bağlanan sınıf savaşını makine kazandı.
Belli ölçülerle tanımlanmış bir topluluğun geleceğinin; yetkisinin de, yetkesinin de meşruluğu su götürür (Su götürür). Bir özne tarafından kurgulanmasından başka bir şey olmayan her türden ütopyanın sonu -iyi ki- geldi. Sınıfsal, ulusal, dinsel ya da altınçağ hülyalarına dayalı ütopyaların mubah yemişi düyuna kaldı. Bay Gramatopoulos’un singer saatleri gibi zamanı aldatan, hakikatten tenzilat yapan bu ütopyaların Süleyman değil karınca olanlara anlatabileceği hiçbir şey kalmamıştır. Sorun endüstriyel üretim araçlarının kimin elinde olduğunda değil, bu endüstriyel üretim araçlarının kendisinde değil mi? ‘Sarı Benizli’nin vardığı yer yaptığı yol oldu. Amacın meğerse aracın kendisi olduğunu gördük. Sorunu toplumda değil, toplumun örgütlenme biçiminde görenler; ‘acemi bir hakikat’ gibi ‘özgürlüğe’ teori kitaplarında yer aratıp; sorunu makinada değil kapitalizmde görenlerdir. Sorun devlette değil onun örgütleniş biçiminde ve amacında, biz bunu değiştireceğiz diyenlerden hiç farkı yok bunu söyleyenlerin, bu gidişle insanın dahi bir mamul olarak piyasaya verileceğini ‘nedense’ görmüyorlar.
Bir de bu mega makinanın, medeniyet gramerinin dışına bakalım, nasıl ölümün tam karşıtı hayat değil aşksa evrenselin, küreselin, mega makinanın, bu pis market medeniyetinin tam karşıtı yerliliktir. Balık resminden değil balıktan bahsediyorum, yoksa, evrensel medeniyetin nüfuz ettiği farklılıktan piyasaya sürmek, yerel olanın pazarlanışı, yerel kimlik arayışları, bir nevi milliyetçilik ya da Konya’nın yoğurdu, Antep’in baklavasından değil. Şark odaları, oryantalist otantiklik (ne laf ama) arayışları, birkaç parça da biz toplayalım, kalıntıları görelim, fotoğrafını çekelim, bit pazarına nur yağdıralım, folklorik, nostaljik, turistik imgelere itibar kazandıralım gibi şeylerin tamamen dışından ve tersinden konuşuyorum. Tapuyu reddeden Dadaloğlu’nun diliyle, ne teslim alınabilen, ne teslim olunabilen ne varsa onun diliyle, hergele pazarındaki canavarın diliyle, yerleşmeyen ve yerleştirmeyenlerin diliyle, barbar toplulukların diliyle konuşuyorum.
Yerliliği yazıda değil sözde, dünyanın evrenselleştirilmesinde arıza ortaya çıkaran ve bu medeniyet dairesinin dışında kalan her şeyde aramak gerekir. Devletsiz toplulukların bugünkü izlerinin yuvalandıkları hücrelerde. Telli turnaların hala ‘keşif edilmemiş bataklıklarında. Boş tabutu taşımak, dolu tabutu taşımaktan daha ağır gelir insana, çünkü dolu tabutu taşımanın bir anlamı vardır. Tahakkümünün grameriyle özgürlük türküleri söylemenin boş tabut taşımaktan bir farkı yoktur. Şayet tapılmazsa; ihtiyaç tanrısı olsun, üretim ve emek putu olsun bir hiçtir. Sağlam bir balta yeter.
Pavase’nin “söz bitti, eylem” sözü ünlüdür. Bu söz, aktivismi bir yaşam biçimi haline getirenler tarafından neredeyse bir temel ilke haline getirilmiştir. Pavase’nin günlüğüne “söz bitti, eylem” diye yazdıktan sonra intihar ettiği gözardı edilir nedense. Gerçekten de eylemi sözün yanına değil de karşısına koymak ölümü çağırmaktan başka bir şey olmasa gerek; Eylemi sözün karşısına koyanlara göre mavi göğün altında söylenebilecek bir şey kalmamıştır, söylenebilecek her şey söylenmiştir. Eğer söylenebilecek her şey söylenmişse yaşanabilecek her şey de yaşanmış demektir. Tarihin sonunu ilan edenler gerçekte sözün bittiğini ileri sürüyorlar. Sözün bittiği yer artık aklın taşlaştığı yer olsa gerek. Misal Irak’ ta, Afganistan’ da, ister intihar eylemleriyle olsun, ister tonlarca bomba atan uçaklar eliyle; söz bitirilmiş; tanrı kıyamete zorlanmaktadır.
İngiltere’de son kurdun 1600’lü yıllarda öldürüldüğünü biliyor muydunuz? Rivayet odur ki bu kurdun hayaleti oralarda hala dolaşmakta. Dünyanın batılılaştırılması süreciyle medenileştirilmesi, ebedi(yen) özgürleştirilmesi süreci bir ve aynı süreçse, para ile kredi kartıyla alınıp satılamayan, bir üretim ve tüketim nesnesine dönüştürülemeyen her türden değeri içeren yerlilik İngiltere’deki son kurt gibi elbet dolaşıp duracaktır; yeter ki halk deyişinde olduğu gibi “ocakta küllenmemiş közümüz, yürekte söylenmemiş sözümüz’ olsun.
Biz son kurtlara bakalım. Zira sosyal patlamaz. Yazı evlilik, söz aşksa eğer, zorla yapılan evliliğe bakmamalıyız: Aşk evliliği öldürür. Yazı yasanın; söz başıbozuklarındır: Söz namustur. Hayatı taş yontuculuğu gibi ele alıp ölümsüzlük peşinde dolaşanlara inat, ne diyordu Füruğ:
“Uçuşu hatırla
Kuş ölümlüdür”
Elhak bizim de son sözümüz şudur:
Söz uçar, yazı uçamaz.
Remzi Gürkan
Views: 149