Söz Uçar, Yazı Uçamaz – Remzi Gürkan

0
2967

“Ben atımı böyle dört nala sürüyorum ya

Yetişmek için mi bilmem, kaçmak için mi”

C. Süreya

Özgür bir dünyayı hayal edenler için “top­lumsal gerçekler” git gide tam bir deli saç­masına dönüşüyor. Harfler insan sesini bozduğundan gerçeğin az buçuk doğru dü­rüst ifadesi de abes çarkının aynı şekilde dönmesine zerre kadar engel olamıyor ve insanları hala kolektif yalanlar içinde oya­lanmaktan alıkoyamıyor. İnsanlar özgür­lük, aşk, devrim için yürümüyorlar da; öz­gürlük, aşk, devrim sözcükleri için yürü­yorlar adeta; gerçeğin kendisi değil ifadesi daha çok çekiyor insanları. Saltıkov’un meşhur bir hikayesi vardır: Gazeteciye ‘utanmaz adam, hep yalan yaz­dın, zengin oldun, biraz da doğrulan yazsana’ demişler. Gazeteci kendine söylenen­lere hak vererek bu kez doğruları yazmış ama bu kez daha çok zengin olmuş: Abes çarkı budur işte.

Apoletsiz devlet de diyebileceğimiz toplu­ma bağlanan kurtuluş reçeteleri kullanıla kullanıla aşınmış hela terliğine döndü. Toplum alış-verişle, ticaretle ortaya çıkan bir olgu; mekanı, meskeni şehirlerdir. Pa­zar yerlerinde, geçit yerlerinde, çarşılarda, limanlarda, sanayi alanlarında vb. örgütlen­miştir. Hayat-memat işlerinin yürüyebilme­si için en fazla ‘temsiliyetin gerektiği’ yere kadar büyüyebilen, kendine yeterli ve zo­runlu mensubiyete değil sempati koşuluna dayanan topluluğun aksine toplum temsil olmadan yürüyemez: Kendi kendini temsil­le işin içinden çıkılamaz büyüklükte ve karmaşıklıktadır toplumun yapısı; temsil esaslı ve ekonomik temelli olması tercihi değil zorunluluğudur, var olma koşuludur. Sanayi, ticaret, pazar ortadan kalktığında ortada toplum diye bir şey kalmaz, kimse film çevirmez, çöp toplamaz, ak merkez es­nafı kepenk açmaz. Eğer devrim özgürlü­ğün somut koşullarının ele geçirilmesiyse bunun; toplumun, şehrin, endüstri ve tek­nolojinin ebediyete intikal ettirilmesiyle gerçekleşeceği aşikardır.toplum ve devletin tarihi birbirinden ayrı ve farklı iki tarih de­ğildir, bir ve aynı şeylerdir. Anarşinin jandarmasızlık hali olduğu söyle­nir, içimizdeki jandarma da dahildir buna, daha ötesi burada jandarmayı ‘aydın’ ola­rak da okuyabiliriz; tahta kılıçlara karşı ba­rutu tekrar tekrar keşfeden aydın. Adına ‘aydın’ denilen insan türü ilk kez ne zaman ortaya çıkmıştır sorusuna üç aşağı beş yukarı, kabataslak ‘tanrıdan ateşin ça­lındığı zaman’ yanıtını versek bu çok da yadırganmaz herhalde. Çünkü tanrıdan ateşin çalınması demek yaratıcı ilkenin ele geçirilmesi demekti. Bu, insanın doğa güç­lerini esir etmesine ve yeniden üretim bil­gisine fazlasıyla sahip olmasına yol açmıştı. Dolayısıyla tanrıdan çalman ateş yeniden üretilecek dünya ışığa boğulacaktı. Her na­sılsa gereğince aydınlanmamış bir ‘düzlem’ kaldıysa, varsa, aydın güruhu oraya koştu­racak, fazla ışıktan göz gözü görmez hale gelecekti. (Yapay ışık kullanmayan insanlar üzerinde yapılan bir araştırmada modem insanın ancak teleskopla izleyebildiği uzak yıldızları bu insanların çıplak gözle görebildikleri saptanmış. Nedir? ışık, daha fazla ışık görme duyumuzu çalmıştı. İnsan tanrıdan ateşi çalmış şimdi bütün dünyayı ateşe vermektedir, Babil kulesi tamamlanmak üzeredir bir kez daha. Bütün doğa makinaya dönüştürülecek, yeryüzü asfaltla kaplanacaktır. Bütün bunlardan gereğince acı bile çekemiyoruz, hemen alıp piyasaya yetiştirecekler, piyasa aç; acı bile yetişmiyor, çektiğin özgün bir acı bir tüketim nesnesi olarak kapanın elinde kalıyor. Sevinç, üzülme, ağlama, korku, öfke… bütün bunlar bile bir üretim, tüketim nesnesi, sır öğrenilmiştir. Balıktan değil balık resminden konuşuluyor, karıncaya değil Süleyman’a kulak veriliyor. Ölümün tam karşıtı hayat değil aşktır, ki o bile artık doğmuyor yapılıyor.

Orhan Pamuk bir söyleşisinde “bütünüyle yazıya geçmiş bir dünyayı hayal ediyorum.” demişti. İşte bütün dünyanın asfaltla kaplanmasından kastettiğim bu. Çünkü tanrıdan ateş yazıyla çalınmış, sır elde edilmiş yaratıcı ilke üretim bilgisine dönüştürülmüştü. Tahakküm ve mülkiyet yazıyla mümkün olmuş, sözün kişiden kişiye değişen çoğulcu yapısı betona gömülmüştü Yapay ışık nasıl insanın görme yetisini körelttiyse yazı da dili, ifade imkanlarını alabildiğine yoksullaştırmıştı. Yazı, ifadenin dizginsiz doğasını tornaya sokmuş, zihni gramerin kısır, donuk dünyasına bağlamıştı. Babil kulesinin yapımını yani tanrıdan ateşin çalınmasını engelleyen sözdü. Söz; dünyada ne kadar insan yaşıyorsa o kadar dil demekti. Aynı türkü, aynı hikaye, mesel; şu köyden bu köye, şu insandan bu insana değişiyor, aynı insanlar gibi belli bir sü­rede ölüyorlardı. Yazı Babil kulesiydi, ölüm­süzlüktü.

Eğer insanın dili ülkesiyse bu ülkede yaşayan ‘millet’ şifaiydi, bu yüzden gayrımedeniydi, yecüc mecüctü, barbardı. Doğanın dilini konu­şuyor, doğayı anlamak, bilmek, çözmek değil ona ayak uydurmak istiyorlardı. Doğanın anarşik neşesi içinde ona şirk koşmadan ya­şıyorlardı. Bir tek fidan dikmediler, kalıcı evler yapmadılar, mezar taş­ları olmadı, yerleşmedi­ler. Yüzlerce yıl Çin, Hint, Arap, Roma me­deniyetlerine direndi­ler. Verili iktidara karşı başka bir iktidar; padi­şah yerine şahı öneren ve bu haliyle solcuların alkışlaya alkışlaya usanmadıkları Pir Sultan’a karşılık daha iki yüzyıl önce ik­tidara isyan ederken yerine baş­ka bir iktidar önermeyen, veri­len tapuyu reddeden ‘ferman padişahın dağlar bizimdir’ diyen Dadaloğlu hatırlardadır. Bu dilin ülkesine yazı kılıçla geldi; ‘oku’ emriyle gelen kita­bın bir tahakküm imkanı haline getirilmesiyle kılıcı daha da keskinleşen bir medeniyetin zo­ruyla. Kitap bir tahakküm ilmi olarak okutuldu alimler eliyle. ‘Bizde aydın tercüme odasından çıkmıştır’ derler ama aydın hala o odadan çıkamamıştır. Aydın tercüme odasından çıkmıştır derken cumhuriyet sonrası kastediliyor. Aslında bu barbar kavim ilk medeniyet gömleğini alimle giymiştir; o da tercüme odasından çıktı, daha doğrusu hiç çıkmadı. Alimin efendilerine ver­diği hizmetler bu gün bile gözyaşlanyla hatırla­nır, Anadolunun işgalini kutsayan, yanı başın­da Sivasta diri diri toprağa gömülen yığınla in­sanın peşinden sözümona timsah göz yaşları bile dökemeyenler sevgi abidesi ilan edilmiştir. Ne ki, ölümlü dünya, alimin de bir son kullan­ma süresi vardı. Barbarlara bir çekidüzen ve­rildikten sonra doğudaki ve batıdaki medeni­yetler karakterleri gereği birbirleriyle savaşma­ya başladılar. Dünya bir gayrımenkule dönüş­meliydi, sorun tapu dairelerinin kimin adına çalışacağıydı. Savaşı batı kazandı ve bizdeki alim münevvere dönüştü; o tercüme odasından bu tercüme odasına geçmekti yapması gere­ken; Tanzimat aydını dedikleri buydu, her iktidar kendi aydınıyla çalışır. Fakat münevverin hayatı koşullar gereği kısa sürdü. Ulus diye bir şey icat edilmişti; ulusun icadı münevveri de sorunlu hale getiriyordu, efendilerine hizmeti kusurluydu. Bu yüzden halis muhlis Türk aydınına ihtiyaç duyuldu ve ona yeni bir tercüme odası yapıldı ve fakat ‘küresel’ bu aydını tercüme odasından attı, yerine entelektüeli koydu.

Peki niçin alimden entelektüele bu barbar kavmin aydınları hep tercüme odasındalar? Sebep basit: bu yecüc mecüc milletine, bu barbarlara medeniyet ancak tercüme edilir, salt ‘zor’ yetmez medenileştirme için; zihnin de ele geçirilmesi gerekir.

Yazı; tapu vb. meselelerini filan hallediyor ama gidemediğin yer senin değildir, bunun için yol lazım. İşte bunun için – Ö. Asaf gibi konu­şursak – Her şey hızla gidiyordu/ birinciliği yo­la verdiler.

Bu ‘sarı benizliler’ salt gitmek için, gezmek için, bayrak dikmek için mi dünyanın dört yanında yol inşa ederler? Hiçbir yere yetişilmeyeceğini bilmezler mi? Yol sadece bunlarla açıklanamaz olsa gerektir; çünkü yol salt gitmek gelmek, gezmek için değil asıl pazara mal bulmak, mala pazar bul­mak, fetih, işgal, gasp, el koymak içindir. Ev­rensele yol ile varılmıştır. Batıda ticaret burjuvazisinin, sermaye birikiminin, sanayileş­menin, bilimin bir temeli yazıysa öteki yol­dur.

Yol ekonomi temelli medeniyetin yazı­dan sonra en büyük icadıdır. Daha doğru bir söyleyişle, yolun icadı bugünkü küresel medeniyete yol açmıştır. Doymak bilmez aç gözlü evrensel iştah bu gidişle bütün dünyayı asfaltla kaplayacaktır. Evrensellik ise son tahlilde bir yol ideolojisidir. Yerin­de saymak için bile koşmanın gerektiği bu yollar bir özgürlük aldatmacası olarak su­nuluyor: Peki ama nereye? Plastik kokusu artık dünyanın kokusu ha­line geldi. Batı medeniyeti giderek tekleşmiş, bir dünya medeniyeti, evrensel/küre­sel medeniyet haline gelmiştir. Öbür taraf­tan yol da artık evrenselin bir tüketim nes­nesidir. O. Pamuk’un Ütopyasını şimdi şöyle de okuyabiliriz: Bütün dünyayı yola dönüşmüş olarak hayal ediyorum. Aşk tanrısı Eros bir don marka­sı. Pazara çıkmadık hiçbir şey kalmayacak, satamazsan yaşaya­mazsın, binlerce insan işsiz ka­lır, milyarlarca dolar batar. “Devrime sen de katıl’ bir bira markasının reklamı. Heyecanı sinema koltuklarında, lezzeti fast foodlarda arıyor, Bodrum’da aşk yaparken basılıyoruz. Promete çak­mak reklamlarına çıkıyor, her şeyin bir fiyatı var: onun bir plastik koku­su. Bu koku dünyanın kokusu haline getiriliyor: Dünya evrenselleştiriliyor, farklı kalabilense bir turistik ilgi malze­mesi.

Sınıf savaşını ne işçi sınıfı, ne de serma­ye sınıfı kazandı.

O çok bel bağlanan sınıf savaşını makine kazandı.

Belli ölçülerle tanımlanmış bir topluluğun geleceğinin; yetkisinin de, yetkesinin de meşruluğu su götürür (Su götürür). Bir öz­ne tarafından kurgulanmasından başka bir şey olmayan her türden ütopyanın sonu -iyi ki- geldi. Sınıfsal, ulusal, dinsel ya da altınçağ hülyalarına dayalı ütopyaların mu­bah yemişi düyuna kaldı. Bay Gramatopoulos’un singer saatleri gibi zamanı aldatan, hakikatten tenzilat yapan bu ütopyaların Süleyman değil karınca olanlara anlatabile­ceği hiçbir şey kalmamıştır. Sorun endüs­triyel üretim araçlarının kimin elinde oldu­ğunda değil, bu endüstriyel üretim araçları­nın kendisinde değil mi? ‘Sarı Benizli’nin vardığı yer yaptığı yol oldu. Amacın meğer­se aracın kendisi olduğunu gördük. Sorunu toplumda değil, toplumun örgütlenme biçiminde görenler; ‘acemi bir haki­kat’ gibi ‘özgürlüğe’ teori kitaplarında yer aratıp; sorunu makinada değil kapitalizm­de görenlerdir. Sorun devlette değil onun örgütleniş biçiminde ve amacında, biz bu­nu değiştireceğiz diyenlerden hiç farkı yok bunu söyleyenlerin, bu gidişle insanın dahi bir mamul olarak piyasaya verileceğini ‘ne­dense’ görmüyorlar.

Bir de bu mega makinanın, medeniyet gra­merinin dışına bakalım, nasıl ölümün tam karşıtı hayat değil aşksa evrenselin, kürese­lin, mega makinanın, bu pis market mede­niyetinin tam karşıtı yerliliktir. Balık res­minden değil balıktan bahsediyorum, yok­sa, evrensel medeniyetin nüfuz ettiği farklı­lıktan piyasaya sürmek, yerel olanın pazarlanışı, yerel kimlik arayışları, bir nevi milli­yetçilik ya da Konya’nın yoğurdu, Antep’in baklavasından değil. Şark odaları, oryantalist otantiklik (ne laf ama) arayışları, birkaç parça da biz toplayalım, kalıntıları görelim, fotoğrafını çekelim, bit pazarına nur yağdı­ralım, folklorik, nostaljik, turistik imgelere itibar kazandıralım gibi şeylerin tamamen dışından ve tersinden konuşuyorum. Ta­puyu reddeden Dadaloğlu’nun diliyle, ne teslim alınabilen, ne teslim olunabilen ne varsa onun diliyle, hergele pazarındaki ca­navarın diliyle, yerleşmeyen ve yerleştirmeyenlerin diliyle, barbar toplulukların diliyle konuşuyorum.

Yerliliği yazıda değil sözde, dünyanın evrenselleştirilmesinde arıza ortaya çıkaran ve bu medeniyet dairesinin dışında kalan her şeyde aramak gerekir. Devletsiz topluluk­ların bugünkü izlerinin yuvalandıkları hücrelerde. Telli turnaların hala ‘keşif edil­memiş bataklıklarında. Boş tabutu taşımak, dolu tabutu taşımaktan daha ağır gelir insana, çünkü dolu ta­butu taşımanın bir anlamı vardır. Tahak­kümünün grameriyle özgürlük türküleri söylemenin boş tabut taşımaktan bir farkı yoktur. Şayet tapılmazsa; ihtiyaç tanrısı ol­sun, üretim ve emek putu olsun bir hiçtir. Sağlam bir balta yeter.

Pavase’nin “söz bitti, eylem” sözü ünlüdür. Bu söz, aktivismi bir yaşam biçimi haline getirenler tarafından neredeyse bir temel il­ke haline getirilmiştir. Pavase’nin günlüğü­ne “söz bitti, eylem” diye yazdıktan sonra intihar ettiği gözardı edilir nedense. Ger­çekten de eylemi sözün yanına değil de karşısına koymak ölümü çağırmaktan baş­ka bir şey olmasa gerek; Eylemi sözün kar­şısına koyanlara göre mavi göğün altında söylenebilecek bir şey kalmamıştır, söyle­nebilecek her şey söylenmiştir. Eğer söyle­nebilecek her şey söylenmişse yaşanabile­cek her şey de yaşanmış demektir. Ta­rihin sonunu ilan edenler gerçekte sö­zün bittiğini ileri sürüyorlar. Sözün bit­tiği yer artık aklın taşlaştığı yer olsa ge­rek. Misal Irak’ ta, Afganistan’ da, is­ter intihar eylemleriyle olsun, ister tonlarca bomba atan uçaklar eliyle; söz bitirilmiş; tanrı kıyamete zorlan­maktadır.

İngiltere’de son kurdun 1600’lü yıllarda öldürüldüğünü biliyor muydunuz? Rivayet odur ki bu kurdun hayaleti oralarda hala dolaşmakta. Dünyanın batılılaştırılması süreciyle medenileştirilmesi, ebedi(yen) özgürleştirilmesi süreci bir ve aynı süreçse, para ile kredi kartıyla alınıp satılamayan, bir üretim ve tüketim nesne­sine dönüştürülemeyen her türden değeri içeren yerlilik İngiltere’deki son kurt gibi elbet dolaşıp duracaktır; yeter ki halk de­yişinde olduğu gibi “ocakta küllenmemiş közümüz, yürekte söylenmemiş sözümüz’ olsun.

Biz son kurtlara bakalım. Zira sosyal patla­maz. Yazı evlilik, söz aşksa eğer, zorla ya­pılan evliliğe bakmamalıyız: Aşk evliliği öl­dürür. Yazı yasanın; söz başıbozuklarındır: Söz namustur. Hayatı taş yontuculuğu gibi ele alıp ölümsüzlük peşinde dolaşanlara inat, ne diyordu Füruğ:

“Uçuşu hatırla

Kuş ölümlüdür”

Elhak bizim de son sözümüz şudur:

Söz uçar, yazı uçamaz.

Remzi Gürkan

Views: 149

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz