Site icon İtaatsiz

5 Teknoloji Toplumu: Hıristiyanlık ve Teknik – Jacques Ellul

Doğu: pasif, kaderci, hayatı ve eylemi küçümser. Batı: aktif, fethedici, tabiatı yararına çevirici Popüler sosyoloji için çok değerli olan bu tezatların, dindeki bir farklılıktan kaynaklandığı söylenir. Bir yanda Budizm ve İslam; diğer yan da Batı’nın pratik ruhunu işlediği söylenen Hıristiyanlık. Bu fikirler, ciddi tarihçilerin eserlerinde bile ezberden söylenen tekrarlar düzeyinin ötesine pek geçemiyor. Dini doktrinlerin kendisini ya da gerçekleşmemiş dogmalar olarak incelemek benim işim değil. Benim işim, onları sosyolojik açıdan yorumlamak. Sonuçta ben ilahiyat eseri değil, tarih yazıyorum. Ve dogma ile onun sosyolojik uygulaması arasında bir dünya fark vardır. (Dinin kişisel yorumuna girmeyeceğim. Bu birey ile Tanrı ararsındaki bir ilişkidir).

Durum bu olunca, birtakım açıklamaların değiştirilmeyi gerektirdiği açıktır. Sözgelimi, Hz. Muhammed’in öğretilerinin bir sonucu olarak 7. yüzyıldaki İslam fetihlerinin pasifizmin kanıtı olduğu görüşü. Aynı şey son iki yüzyılda Batı’nın yönelttiği tecavüzlere kararlı İslami direniş için de söylenebilir. 2. yüzyıldan 5. yüzyıla kadar olan dönemde Hindistan’da gerçekleşen muazzam sanatsal, siyasal ve askeri gelişmeyi Budist kayıtsızlığına bağlıyoruz. Oysa gerçekte, başka pek çok alanda gelişmiş olsalar da bu medeniyetler teknik açıdan az ilerleme kaydetmişlerdi.

Öte yandan Rusya’da Hıristiyanlık, maddi hayata kayıtsız, teknik bir ilerlemesi olmayan ve ekonomik yararlanmaya ilgi duymayan bir mistik medeniyet doğurdu. “Evet, ama Rusya’daki Hıristiyanlığın Doğulu fikirleri de vardı…” denebilir. O halde, tekniğe kayıtsızlığın, bir mizaç meselesi olduğu, din meselesi olmadığı anlaşılıyor. Bir başka ikna edici gerçek şudur: Çöküş döneminde Yunanistan kendini teknik araştırmalara ve endüstrinin gelişmesine yönelttiğinde yöntemler için yüzünü Doğu’ya çevirmişti. Antik çağlarda teknik ruhunun mükemmel timsali Roma da 1. yüzyılda endüstriyi aldığında endüstriyel teknikler için Doğu’ya müracaat etti – altın ve gümüşün çıkarılması, cam yapımı, silahlara sertlik vermeyi, çanak çömlekçiliği, gemi yapımını vesaire. Tüm bu teknikler Roma’ya Doğu’dan gelmiştir; ya erken dönemde Eturyalılar kanalıyla ya da çok daha sonraları fetihler yoluyla. Gerçekten Doğu ile Batı arasındaki bu geleneksel ayrışmayı desteklemekten çok çok uzaktayız. Aslında, klasik antikitede hakikati yakalayan, onu kullanan somut ve yaratıcı akla sahip olan Doğu idi.

Batı halen teknikte müthiş bir ilerleme kaydediyor: Batı da geleneksel olarak Hıristiyandır. Hıristiyanlık bu ilerlemede önemsiz bir faktördür de denemez. Ancak Batı’da birbirinden farklı birkaç tarihsel dönem vardı. Batı, 14. yüzyıla kadar resmi olarak Hıristiyandı. Bu dönemden soma Hıristiyanlık tartışmalı hale geldi, başka etkilere maruz kaldı. Teknik açıdan bakıldığında, Hıristiyan çağı denen dönemde (4. yüzyıldan 14. yüzyıla kadar olan dönem; “sosyolojik dönem”) neler görüyoruz? Bir kere, Roma tekniğinin her alanda – örgütlenme düzeyinde, şehirlerin kurulmasında, endüstride ve ulaşımda – parçalandığım gözlemliyoruz. 4. yüzyıldan 10. yüzyıla kadar olan dönemde gerçekte tekniğin hepten yokedilişi yaşandı. Bu, haklı olarak, anti-Hıristiyan polemiğin odak noktası haline gelmesinden büyük üzüntü duyulan bir durumdu. Bunun sebebi, sadece Hıristiyanların Sezar’a muhalefet etmeleri değildi. Hukuki ve diğer teknik faaliyetleri, “insan ırkının düşmanları” sayma derecesinde hor görmeleriydi. Celsus’un sitemi hakikatten yoksun değildi. Roma’da Hıristiyanların zaferinden soma, Roma örgütlenmesinin hayatı ve değerini garanti edebilecek bir tane bile büyük hukukçu kalmamıştı. Bu bir çöküş müydü? Hayır; bu tür faaliyetlere tam bir ilgisizlikti. Aziz Augustine, De Civitate Deı’sinin büyük bir kısmını Hıristiyanları bu açıdan haklı çıkarmaya ve etkilerinin zarar verdiğini yadsımaya ayırdı. “Onlar iyi yurttaşlardır” diyordu. Öyle olabilirler ama ilgi odaklan herşeye rağmen devletin ve pratik eylemin dışında bir şeye idi. Daha soma değineceğimiz üzere, akim teknik hali, teknik ilerlemenin temel nedenlerinden biridir.

Hıristiyanlığın zaferine paralel olarak Romanın gerilemesi bir tesadüf değil. İmparator Julian, Hıristiyanları İmparatorluğun endüstrisini enkaza çevirmekle suçlarken şüphesiz haklıydı. Bu çöküş döneminden sonra (ki bunun tek sorunlusu elbet¬te Hıristiyanlık değildir) tarihçilerin karşısına neler çıkıyor? Hıristiyan etkisi altında, Tanrı tarafından hayır için kullanılmak üzere bağışlanmış dünya nimetlerini sistemli bir şekilde kullanan aktif bir medeniyetin restorasyonu mu? Hiç de değil. 10. yüzyıldan 14. yüzyıla kadar gelişen toplum, canlı, ahenkli ve birlik içindeydi, ama teknik iradenin hiç bulunmaması döne¬min özelliğiydi. “Akapitalist” ve “ateknik” bir dönemdi.

Örgütlenme penceresinden bakıldığında, kelimenin etimo-lojik anlamında bir anarşi vardı, tamamen de teknik dışıydı. Hukuku esas itibariyle örfe dayalıydı. Mantık süzgecinden geçirilmiş, düşünülüp taşınılmış kurallara dayanan bir toplumsal yahut siyasal örgütlenmesi yoktu. Başka her alanda, sözgelimi tarım ve endüstride, neredeyse tekniğin hiç olmadığı aynı durum vardı. Zamanın temel faaliyeti olan askeri faaliyet açısından da bu geçerliydi. Savaş, en temel biçimine, düz bir hatta hücum etmeye ve bilek bileğe dövüşmeye indirgenmişti. Sadece mimari teknik gelişti, kendini gösterdi. Fakat bu gelişme de, aklın teknik durumu tarafından değil, dini dürtülerce harekete geçirildi. Tarımsal veya endüstriyel uygulamaları geliştirmek için az bir çaba sarfedildi. Faydalı yaratıcığa teşebbüs hiç yoktu – Hıristiyanlık dininin pratik dehasının mükemmel bir kanıtı! Ve 12. yüzyılın başlangıcında ilk önce cılız bir şekilde teknik bir hareket şekillenmeye başladığında, Doğu’nun etkisi altında gelişim gösterdi.

Medeniyetimizin teknik dürtüsü Doğudan geldi. Önce Judaei’nin  ve Venediklilerin aracılığıyla, soma da Haçlı seferleri yoluyla. Böyleyken bile, sanat alanı dışında, görmüş olduğunu taklit etmekle sınırladı. Birtakım özerk buluşlar gerçekleşti, özellikle ticari mecburiyetin sonucu olarak. Ama bu gelişme, Roma İmparatorluğu döneminde olduğundan daha yoğun değildi. Aslmda Orta Çağ, sadece bir tane yeni, bütün teknik yarattı. O da zihinsel bir teknik, bir akıl yürütme yöntemiydi: skolastisizm. Bizzat bu isim bir sıradanlığı çağrıştırıyor. Devasa aygıtıyla sonuçta son derece elverişsiz bir biçimsellikten başka bir şey değildi. Onu kullanan ve onun tarafından deforme edilen insanların müthiş akıllarına rağmen yüzyıllarca entelektüel çıkmaz sokaklarda gezinip durdu. Bilançosunda bir zafer görünmüyor – tarih çınarında bile.

Batı’nın teknik hareketi, Hıristiyanlığın başat etkisinden zaten geri çekilmiş olan bir dünyada gelişti. Reformasyon’un etkileri konusunda bir tez öne sürülebilir elbet, ama bu hareketin iktisadi sonuçları fevkalade abartılmıştır. Her halükârda, bu meseleyi burada ele almak uygun düşmez. Pratik açıdan Hıristiyanlık teknik ilerlemenin (gerileme bir yana) önemli bir nedeni pek olmamasına rağmen, teolojik açıdan Hıristiyanlığın teknik gelişmenin yolunu açtığını söylemek yine de adettendir. Bu bakış açısında öne sürülen iki argümanı ele alalım. Birincisi ve en önemlisi, Hıristiyanlığın, teknik gelişmenin önündeki büyük engel olan köleliği durdurduğu öne sürülüyor. İnsanlar özgürleştikleri an, çalışanların içler acısı halinden kurtarılacak tekniğe doğru yöneldikleri varsayılıyor. Kölelik tekniğin önündeki böyle bir engeldi, çünkü ne kölelerin sefil durumlarını iyileştirmeye ne de onları başka bir saikli güçle değiştirmeye hiç girişilmedi. İkinci argüman daha zekice: Antikitede tabiata kutsal bir korku duyulurdu ve antik dönem insanları için tanrılar demek olan sırlara el atmaya cesaret edilemiyordu. Tabiat güçlerinden (ki onlar için tabiat üstüydüler) yararlanmaya cesaret edemediler. Hıristiyanlık, tabiatı sekülarize etti. Hıristiyanlıkla birlikte tabiat bir kere daha tabiat haline geldi ve hiç kimse ondan yararlanmakta tereddüt etmedi. Bununla birlikte, ne yazık ki bu argümanlardan ikisi de pek yerinde değil.

Aslında köleliğin hakim olduğu medeniyetlerde (sözgelimi Mısır’da) bu müessesenin pratikte bilinmediği medeniyetlerde olduğundan (mesela İsrail’den) daha fazla teknik ilerleme vardı. Roma tarihinin köleciliğin varolduğu bölümünde, kölelerin hepten özgürleştirildiği dönemden daha fazla teknik gelişme vardı. Barbar işgalleri çağında kölelerin kurtuluşu, uzun vadede bile bir teknik ilerleme doğurmadı. Köleliğin sona erdirilmesi ile zayıf bir teknik ilerlemenin başlaması arasında yaklaşık yedi yüzyıl geçti. Teknik ile köleliğin bulunmaması arasındaki ilişki hiç mi hiç mutlak bir ilişki değildir. Bertrand Gille’in haklı olarak belirttiği gibi, köleler aracılığıyla insanların taşınması Roma antikitesinde bilinmiyordu. Ancak, hayvanların arabaya koşulması gelişmemişti.

Bu noktada, teorisyenlerin çok hoşuna giden o kolay, etkileyici ve hepten anti-tarihsel açıklamalardan biriyle karşı karşıyayız. Gerçekte köle, kaybetmesi yahut gelişigüzel kullanması sahibinin çıkarına olmayan sermayeyi temsil ediyordu. Ve büyük Cato’nun ifade ettiği gibi kölenin emeğini daha verimli ve daha az yorucu hale getirmek mümkün olmuş olsaydı, efendilerinin bunu yapmakta her türlü çıkarı olurdu. Bundan başka, kamu hazinesine ait alanlarda, limes’te yahut Marches bölgesinde,  daha sonraları kilise ve efendi topraklarında yaşayan özgür insanlardan istifade etmenin bir maliyeti yoktu. Romalıları bu insanları kurtarmaya iten insan hayatına saygı değildi kuşkusuz. İnsanların kendileri de özgür zihinlere veya tekniklerini geliştirecek maddi imkanlara pek sahip değillerdi. Gille takdire değer bir şekilde ortaya koymuştur ki Atina’da Yunanlı kölelerin değeri özgür işçilerden daha fazla olabilir.

İkinci argüman daha fazla uygulanabilir değil. Hıristiyanlığın tabiatı sekülerleştirdiği doğrudur. Fakat bunun tekniğe yararı olmuş mudur? Tekniğin pek çok biçimin dini kökenlerine kısaca değinmiş bulunuyoruz. Gerçekten, manevi güçler havzası olarak tabiat, bahsetmiş olduğumuz belirli bir türüne yolaçıyor. O da, sihirdir. Sihrin amaçlarından biri, tanrıları pratik eylem için elverişli hale getirmek ve “güçleri” maddi tekniğin hizmetine vermektir. Tabiatın tanrıların içinde oturduğu yer olarak temsil edilmesi bizatihi güçlü bir eylemdi ve tüm uygulamalar değilse bile tekniğin kendisine yeğlenirdi. Tabular, doğru ve yanlış kavramlarının belirlediği belli somut uygulamalara yönelikti. Sonuçta insan, tabiat tanrıları tarafından kendisine verilen yardımın kendi eylemlerini meşrulaştırdığını düşünürdü. Ancak Hıristiyanlık, onu bu meşrulaştırmadan mahrum kıldı.

Pratik eyleme ilişkin olarak erken dönem Hıristiyanlığının ta başından itibaren doktriner tavrı neydi? Manevi açıdan Hıristiyanlık, lüksü ve parayı, kısacası Şeytana adanmış ve Tanrı’nın şehrine muhalif olan dünyevi şehri temsil eden herşeyi kınıyordu. Bu, şehir yaşamını kınayan münzevilerin çağıydı; inzivaya çekilmenin idealleştirildiği bir dönemdi. Eğilim, ekonomik hayatın sınırlandırılması yönündeydi. Teolojik açıdan, dünyanın sonuna yaklaşıldığı inancı vardı. İsa yakın zamanda geri döneceği için dünyayı geliştirmenin veya ekip biçmenin anlamı yoktu. Dünya işleriyle uğraşmaktansa ahiret hayatıyla ilgilenmek evlaydı.

Orta Çağ’ın başlangıcında bu doktrinler tutumlarının bir kısmını kaybettiler -her ne kadar başka kılıklarda (örneğin ölüme dair hisler) sürdürdülerse de. Fakat Hıristiyanlığın bir başka unsuru devam etti ki o unsur teknik gelişmeye karşıydı: Hıristiyanların tüm insan faaliyetlerine geçirdikleri manevi yargı. Teknik faaliyet, Hıristiyanlığın manevi yargısından kaçamadı. “Haklımı (doğru mu)?” sorusu, üretim veya örgütlenme biçimlerini değiştirmeye yönelik her girişimde soruldu. İnsan için yararlı veya kazançlı olabilen her şey, onu doğru veya haklı kılmıyordu. Tanrı katında kesin bir adalet anlayışına uymak zorun¬daydı. Bir teknik unsuru her açıdan doğru görünürse benimsenirdi. Fakat o halde bile aşın bir ihtiyatla benimsenirdi. Yalnızca değerli olduğu sonucuna varılan icatlar (Yunanca veya Latince’de marifetli bireylerce teknikler arasında yapılan tercihi temsil eden), uygulanır veya bilinmelerine izin verilirdi. Birtakım keşişler teknik araçları işte bu dar çerçeve içinde üretip geliştirdiler. Hidrolik değirmenin Cistercianlar’ca yaygınlaştınldığı iyi bilinir. Benzer şekilde, pek çok uzmanlık eseri imalathane (demirci ve çırpıcı imalathaneleri gibi) Royaumont Manastın’nda bulunabilirdi. Ancak bunlar az sayıdaki istisnalardı. Tanrı katında adalet arayışı, tekniğin teknik dışındaki kriterlerle ölçülmesi, işte bunlar Hıristiyanlığın teknik gelişme önüne koyduğu büyük engellerdi. Bunlar, Orta Çağlarda hayatın tüm alanlarında işbaşındaydı ve tarihi ilahiyatla rastlaştırdı. En ilkel Hıristiyanlık anlayışına geri dönme çabalarıyla Reformasyon çağı pek çok engeli yıktı. Fakat o zaman bile tekniğin belirleyici bir ivme kazanması, pek de yeni teolojinin etkisinden değil, daha çok Rönesans şokundan, hümanizmden ve otoriter devlettendi.

16.Yüzyıl. 16. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar olan dönemde mekanik alanın dışındaki tüm alanlarda teknik yoksunluğu çarpıcıdır. Eyleme dair insan düşüncesinde, basitleştirme, sistematikleştirme ve verimlik alanlarında gelişme yoktu. Birtakım önemli teknik başarılar (silahlar ve silah fabrikaları gibi) ve bir miktar tarımsal araştırma vardı. Fakat Pierre Ducasse’ninki gibi teknik tarihleri, Orta Çağlardan 18. yüzyılın sonlarına atlarlar. Gerçekten, Rönesans ve Reformasyonu izleyen dönem, kendisinden önce gelen döneme göre yenilikler açısından daha az verimliydi.

Matbaa, gemici pusulası, barut (ki o da Doğu’dan kopyalanmıştı), hepsi 15. yüzyıla gidiyor. Norbert Wiener’e göre bunlar:

“ana sanayi devrimini önceleyen bir sanayi devriminin gerçekleştiği alanlardır”. Wiener, olağanüstü bir yetkinlikle, bu dönemin temel yeniliklerini denizciliğe bağlıyor. Ona göre denizcilik, araştırma faaliyetlerinin arkasındaki itici güçtü. Bu büyük yeniliklerin yanında bu dönem, bankacılık, silahlanma, makineler, mimari (örneğin, Sainte-Marie-des Fleurs’da uygulanan yeni bir kubbe yapım sistemi), tarım ve mobilya yapımında çok sayıda yeni buluş ve uygulamaya da tanık oldu. 15. yüzyıl, ayrıca güney Almanya ve kuzey İtalya’da bir dizi teknik el kitabının yazılması (yüzyılın başlangıcında yazılmış, sonunda da basılıp dağıtılmışlardı) açısından da önemli. Bunlar, sorunlara genel bir ilgiyi, zamanın insanının teknik olguyla meşguliyetini gösteriyor. Büyük deniz seferleri, bu teknik ilerlemenin nedeni olmayıp, muhtemelen bir sonucuydu.

Ancak bu teknik gelişme 16. yüzyılda hız kesti. Teknik açısından giderek yoksullaştı ve teknik zayıflık 17. yüzyıl boyunca ve 18. yüzyılın başına kadar sürdü. İki yüzyıl süren bu teknik başarı fakirliği, bizi bir kez daha Reformasyonun etkisini sorgulamaya sevkediyor. Tüm buluşlarda çok zengin olan 15. yüzyıldan sonra bu teknik gelişmeyi yavaşlatan şey neydi? 16. yüzyıl ile 18. yüzyıl arasında hukuk, iktisat, tıp veya tarih alanında yayınlanmış bir bilimsel kitabı açan uzman olmayan bir okuyucu, mantıksal bir düzenin hepten yokluğu karşısında çok şaşıracaktır. İnceleme konulan, hiçbir bağlantısı, düşünsel gelişim, gelişme veya kanıt gösterilmesi olmaksızın başarılı biçimde ele alınıyor. Okuyucuya yalnızca yazarın hayal gücü rehberlik ediyor. Mesela 16. yüzyıla ait bilimsel bir çalışmanın her bölümü, diğer bölümlere ihtiyaç duymayan, kendini haklı çıkaran ve kanıtlayan bölümlerdir. Yazarın vereceği sade bir teyid, genellikle kanıt işlevi görür. Yazar konuyla ilgisi olmayan alanlara yelken açar. Düşünceler sıkı sık kitabını konusuyla alakasız meselelere dalar.

Tamamen kişisel düşünceler ve özel tecrübelerle dolu bu kitaplarda, teknik için vazgeçilmezler olan ortak incelemeye, karşılıklı kontrole, en iyi yöntem arayışına yönelik hiçbir çaba yoktur. Kitabın planı, okuyucu gözetilerek kurgulanmazdı; incelenen konuya değil, yazarın kişisel hayal gücüne veya daha belirsiz nedenlere dayandırılırdı. Jean Bodin gibi büyük zekaya sahip insanlar bile bu zaaflardan nasibini aldı.

Bu bilimsel literatürün ikinci bir özelliği tüm bir bilgi alanını tek bir kitapta toplamaya çalışmasıdır. 16. ve 17. yüzyıllardaki hukuk eserlerinde arkeolojiye, ilahiyata, psikolojiye, dilbilime, tarih ve edebiyata dair uzun açıklamalar bulmak nadirattan değil. Sihir pratikleri veya Peru sosyolojisiyle ilgili koca bölümler, gelirler konusunu yahut Bordeaux Parlamentosu’nun yetkilerini inceleyen bir kitabın gidişatını kesintiye uğratabilirdi.

Düşünceler ve bilgi kırıntılarından oluşan bu karışım en iyi yazarların çalışmalarında bile görülebilir. Bu da entelektüel uzmanlaşma yokluğuna işaret eder. Entelektüel ideal genellikten yanaydı. Mesela bir yargıcın simya veya bir tarihçinin tıp alanında zır cahil olması nadir bir durumdu. Aslında bu Orta Çağ teolojisinin arzuladığı evrenselciliğin hümanizm tarafından yaygınlaştırılmasıydı.

16. ve 17. yüzyıllarda her entelektüel mecburen evrenselci olmak durumundaydı. Tam bir bilgiye sahip olmalıydı. Verili bir konu üzerinde yazdığı zaman da alâkalı alâkasız bildiği her şeyi yazışma koyma ihtiyacı hissederdi. Bu hiç de bir sersemlik belirtisi değildi. Daha ziyade sentezlenmiş bir evrensel bilgi sistemi arayışının belirtisiydi. Her yazar bir teknik kitabı örneğinde benliğini tümüyle eserine katardı. Kitaba hakim olan konu değil, yazardı. Bizzat bu eğilim teknik araştırmaya terstir. Arayış, pratik bilgi için değil, olgunun kapsamlı bir uygulaması içindi. Sonuçta Deescartes kusursuz bir akıl yürütme yöntemi bulduktan sonra, bir örnek vermek gerekirse, dalgaların hareketlerini açıklamak için muhayyilesinin fazlalıklarına müracaat eder.

Bu, hümanizm yüzyılından sonra yazılan kitapların bir başka özelliğini açıklıyor. O da sistematiklikten mahrumiyettir. İçindekiler tablosuna çok az rastlıyoruz. Referanslara, bölümlere ayırmalara, endekslere, kronolojilere, bazen de sayfa numaralarına hiç rastlamıyoruz. Bilimsel çalışmalarda bugün standart olan yapı, dönemin en mükemmel eserlerinde bile en temel haliyle bulunmuyor. Ve bu özelliğin yokluğu, entelektüel tekniğin yokluğunu gösteriyor. Zamanın kitapları, kullanılmak için, bir bilgi kırıntısını yerinde ve çabukça saptamak için, bir tecrübeyi geçerli veya geçersiz kılmak için yahut da bir formülü geliştirmek amacıyla yazılmıyordu. Başvurulmak üzere de yazılmıyorlardı. Bütünlükleri içinde sabırla okunmaları ve üzerinde derin derin düşünülmeleri için yazılıyorlardı. Bu da yine evrensellik idealine dayanmaktadır.

Bir kitabın yazarının tüm benliği, bizatihi varlığının kişisel bir ifadesi olarak sunulması, okuyucunun kitapta verili bir güçlüğün çözümünü yahut verili bir problemin cevabını aradığını değil, onun yerine yazarlık kişisel bir temas kurmayı amaçladığını varsayar. Objektif bir tavır almaktan çok bir kişisel değiş tokuş meselesiydi.

Bu, 18. yüzyıla kadar her uğraşı alanı için geçerlidir. Sonuçta, en basit teknik biçim olan mekanik biçimde bu süre zarfında önemli hiçbir gelişme olmadı (Pascal’ı tek istisna saymazsak eğer. Ama Pascal’in yaptığı bile zaten bilinen teknikleri genişletmekten ibaretti). Vauban tersini söylemesine rağmen aynı durum finansal, idari ve askeri teknikler için de geçerlidir.

Daha sonra ara bir durum gelişti. Fakat Richlieu ve Colbert gibi büyük teknisyenlerin yürüttüğü işbirliği ve sistematikleştirme çabalarına rağmen elde edilen tek sonuç verimlilikte fazlaca bir kazanç olmaksızın sistemin daha fazla karmaşıklaşmasıydı. İdari ve siyasi düzeyde her yeni organ (ki her biri kendi başına değerliydi ve kuşkusuz etkiliydi ama varolan yalnızca bir eklentiyi temsil ediyordu) aynı alanda halihazırda işlev gören diğer her organı hesaba katmak zorundaydı. Yeni karmaşık bölümler, yetki alanları ve hiyerarşiler, durmaksızın makineleri bunaltıyordu. Finansal düzlemde aynı devasa büyüme, geçerli nedenlerle, gerçekleşti. Fakat görünürdeki bir verimliliğin altında bir zayıf düşürmeyle sonuçlandı. Finansal teknikte yapılması gerekeni anlamış olan Colbert’in tüm çabalarına karşın hiçbir değişiklik yoktu. Yapılması gerekeni açıklıkla görmüş olan Louvous’un çabalarına rağmen ordunun askere alma, levazım ve idare tekniğinde bir değişiklik yoktu. 14. Louis, teknik araçların yokluğu yüzünden, otoritesine rağmen aciz bir monarktı.

Toplum bir kavşak noktasındaydı. Yeni araçlar yaratmak için her geçen gün ihtiyaç hissediliyordu. Bu araçların oluşturacağı yapı bile açıkça algılanıyordu. Ancak toplumun çerçevesi, revaçtaki fikirler, günün entelektüel tutumları, gerçekleştirilmelerine pek elverişli değildi. Teknik araçları onlara yabancı bir çerçevede kullanmak gerekiyordu. Bir kararı zorlamak veya modası geçmiş bir aracı elimine etmek için bu teknikler güçsüzdü. 17. yüzyılda hâlâ ortalıkta olan derin hümanizme; Rönesans hümanizmine karşı kürek çekiyordu. Hümanizm, yalnızca bilgiye ve insana saygıya değil, aynı zamanda insanın araçlara gerçek üstünlüğüne inanıyordu. Evrensellik fikriyle birleşen bu hümanizm tekniklerin gelişmesine izin vermedi. İnsanlar, kendi lehlerine işlese bile tekdüze her hukuka uymayı reddediyordu. Bu reddediş, toplumun tüm katmanlarında görülüyordu. Finans müdürleri ve parlamentodaki hukukçular, yeni ve kesin muhasebe tekniklerini ve yasama üstünlüğünü kullanmayı reddettiklerinde en karmaşık bir tarzda reddettiler. Orduya yeni ve rasyonel askere alma tekniklerini köylüler reddettiğinde de kestirme bir yol izlediler.

Teknik ilerlemenin her ülkede ve insani uğraşının her alanında aniden patlaması için dünya 18. yüzyılı beklemek zorundaydı.

Views: 40

Exit mobile version