4 Teknoloji Toplumu: Tarihsel Gelişim – Jacques Ellul

0
2845

İlkel Teknik. Burada, az önce tanımladığımız biçimiyle evrensel boyutunda tekniğin tarihini anlatmak mümkün ama zor. Mekanik tekniğin tarihine dair pek az bilgiyi ancak şimdilerde bilmeye başlıyoruz. Andre Leroi-Gourhan, Richard Lefebvre des Nöettes, Marc Bloch ve diğerlerinin eserlerini hatırlatmak yeterli. Ancak tekniğin tam tarihi henüz yazılmadı. Benim kitabım bir tarih kitabı değil. Tarihsel bakışı, sadece bugün toplumdaki teknik problemini anlamada gerekli olduğunda kullanacağım.

Teknik eylem, insanın en ilkel eylemidir. Avlanma tekniği; balık tutma ve yiyecek toplama tekniği vardır. Sonraları, silah, giyim ve inşaat yapma tekniği sözkonusudur. İşte burada bir sır var. Bu eylemin kökeni nedir? Bu, eksiksiz bir açıklamayı kabul etmeyen bir olgudur. Sabırlı bir araştırmayla, taklit et-me alanlarını, bir teknik biçiminden diğerine geçişleri ve nüfuz etmenin örneklerini buluruz. Fakat merkezde, kapalı bir alan vardır; o da icat (buluş = invention) olgusudur.

Tekniğin insanın psikolojisine soğurulduğu, o psikolojiye ve teknik motivasyon denen şeye de bağlı olduğu gösterilebilir. Ama bir zamanlar var olmayan bir eylemin nasıl var olmaya başladığına dair hiçbir açıklamamız yok. İnsanoğlu nasıl oldu da hayvanları evcilleştirdi; ekip biçmek için belli bitkileri nasıl seçti? Bize söylendiğine göre, burada motive edici güç dini idi  ve ilk bitkiler, birtakım büyülü amaçlar gözetilerek yetiştirildi. Bu muhtemeldir, fakat seçim nasıl yapılmıştır? Ve nasıl oldu da bu bitkilerin çoğunluğu yenebilir bitkilerdi? İnsanoğlu nasıl oldu da madenleri işlemeye, bronz yapmaya başladı? Fenike camının bulunması efsanesinin söylediği gibi, şans mıydı? Elbette ki cevap bu değil.

Bir muamma ile karşı karşıyayız. Ve bu noktada, bizatihi hayatın ortaya çıkmasında olduğu gibi bir aynı gizem boyutunun var olduğunu vurgulamakta yarar var. İnsanın her ilkel işlemi, içgüdü ile teknik eylem arasındaki muazzam uçurumun kapatıldığım ima eder. Öyle ki, sonraki tüm gelişmelerin etrafında mistik bir hava dolaşır. Bizim modem zamanlarda tekniğe tapışımız, insanoğlunun atalarının kendi el işlerinin gizemli ve olağanüstü karakterine hayranlığından kaynaklanmaktadır.

Tekniğin birbirinden farklı iki ayrı yolda evrildiği yeterince vurgulanmamıştır. Somut homo faber (yapan insan) tekniği vardır İti aşinası olduğumuz, normal olarak incelemeye tabi tuttuğumuz sorunları yönelten teknik budur. Aynı zamanda, aşağı yukarı manevi düzenle ilgili teknik de vardır ki buna da sihir (büyü; magic) diyoruz. Bununla birlikte, sihrin kelimenin dar anlamında bir teknik oluşu sorgulanabilir -Marcel Mauss’un açıkça gösterdiği gibi. Sihir, başka tekniklerle beraber, insanoğlunun manevi bir düzenin belli sonuçlarını elde etme iradesinin bir ifadesi olarak gelişti. Bu sonuçlan elde etmek için, insanoğlu bir yığın ayin, reçete ve yolu kullandı. Bir kere oturduktan sonra bunlar değişmezler. Biçime kesinlikle uymak, sihrin özelliklerinden biridir: hiç değişmeyen biçimler, ritüeller, maskeler; aynı türden ibadet halkaları; mistik ilaçlar, kehanet reçeteleri için aynı muhtevalar vesaire. Tüm bunlar yerleşti ve somaya devredildi. Söz veya hareketteki en ufak bir değişme, sihir dengesini değiştirebilirdi.

Hazır reçete ile kesin sonuç arasında bir ilişki vardır. Tövbe edilen tanrılar, böyle bir duaya zaruri olarak, yani dua doğru biçimde formüle edilmediği için icabet etmekten kaçınmalarına fırsat verilmemesi sebebiyle icabet ederler. Bu sabit oluş, sihrin teknik karakterinin bir göstergesidir. Arzulanan sonucu elde etmenin mümkün olan en iyi araçları bir kere bulununca, neden değiştirilsin ki? Her sihir aracı, onu kullananın gözünde en etkili olandır. Manevi alanda sihir, bir tekniğin tüm özelliklerini sergiler. İnsanoğlu ile “yüce güçler” arasında bir aracıdır. Aynen diğer tekniklerin insan ile madde arasında bir aracı olması gibi. Sihir fayda doğurur, zira tanrıların gücünü insanın gücüne tâbi kılar; önceden belirlenmiş bir sonucu hasıl eder. Tekniğin tabiatı itaat ettirmesi gibi, sihir de tanrıları insana tâbi kılmayı amaçlaması açısından insanın gücünü doğrular. Sihir, ilkel tekniğin özelliklerini taşır. Teknik, insan için bir giysi, kozmik bir elbisedir derken Leroi-Gourthan bunu göstermektedir. Madde ile çatışmasında, hayatta kalma mücadelesinde insanoğlu, kendisi ile çevresi arasında arabulucu bir konuma yerleşir. Bu konumun ikili işlevi sözkonusudur. Bu konum, bir korunma ve savunma aracıdır. İnsan tek başına kendisini savunmak için çok zayıftır. Aynı zamanda bir asimilasyon aracıdır da. Teknik aracılığıyla insan, yabancı yahut hasmane olan kendi fayda güçlerini kullanabilmektedir. Çevresini manipüle edebilir, ki artık sadece onun çevresi olmasın, bir denge faktörü haline gelsin ve ona yarar sağlasın. Böylece, tekniğin bir sonucu olarak, insanoğlu düşmanlarını müttefike dönüştürür.

Maddi tekniğin bu özellikleri, sihir tekniğinin özellikleriyle mükemmel bir benzerlik taşımaktadır. Bu alanda da insan, dışsal faktörlerle, gizem dünyasıyla, manevi güçlerle ve mistik akımlarla çatışma içerisindedir. Yardım almayan kendi aklıyla kendini nasıl savunacağım bilemediği için insan burada da kendi etrafına bariyerler kurar. Hem savunmaya hem de kendini alıştırmaya yarayan her aracı kullanır. Düşman güçleri kendi yararına çevirir; sihirli reçeteleri sayesinde ona itaat etmeye mecbur kalırlar. Yakınlardaki bir çalışmasında Masson-Oursel bunu teyid ediyor. O, insanın çevresine karşı kullandığı bir araç olarak sihrin temelde “etkinliğin skolastisizmi” olduğunu; sihrin pragmatik olduğunu, bununla birlikte objektif denmesi gereken bir kesinliği (hassaslığı) olduğunu; ve de o etkinliğin yalnızca belli “kutsama ve ehliyetsizleştirmelerde” gösterildiğini ortaya koyuyor. Masson-Oursel doğru biçimde, sihrin teknikten önce var olduğuna, aslında sihrin tekniğin ilk ifadesi olduğuna inanıyor.

Açıkçası, ta başlangıcından bu yana iki teknik mecrası olmuştur. Nasıl oluyor da ikincisine hiç önem vermiyoruz? Bunun birkaç nedeni var. Modem psikolojiden kaynaklanan nedenleri bir yan bırakabiliriz. Çünkü kafamız materyalizme odaklanmış ve sihri ciddiye almak istemiyoruz. Bizi pek ilgilendirmiyor. İnsanla alâkalı tekniklerini (büyük sihir teknikleri akımını) incelediğimiz bugün bile haberdar değiliz. Fakat bu ihmal objektif nedenlere de dayanıyor. Tümüyle maddi faktörlerle ilgili olarak, her ortamın bir başka toplumsal veya etnik grubun tekniklerini taklit etmeye direndiği gösterilmiştir. Elbette bu direnç sihir teknikleri alanında çok daha güçlüydü. Tüm tabu ve yasaklamalar, sihir muhafazakârlığının muazzam gücü buradaydı. Soma, maddi teknikler görece birbirinden farklı ve bağımsız iken sihir teknikleri hızla katı bir sistemde genişletilir. Her şey bir parçadan ibarettir; her şey bir başka şeye bağımlıdır. Sonuçta hiçbir şey karıştırılamaz; hiçbir şey tüm inanç ve eylemler yapısını tehdit etmeden değiştirilemez. Böylece, yayılma güçleri zayıf, yabancı sihir tekniklerine karşı da kuvvetli savunma gücüne ulaşılır.

Sihrin uygulama alam sınırlıdır ve çok az yayılma vardır ya da hiç yoktur. Yayılma, özel sihir ayinleriyle bağlı olmayan “maneviyatçı” dinlerle başlar. O halde farklı rakip sihir teknikleri arasında hiç tercih yapma imkanı yoktur. Yine de, yayılma ve tercih, teknik ilerlemede belirleyici faktörlerdir. Sihir alanında gerçek bir ilerleme yoktur; temel farklılığı da buradadır. Mekanda bir ilerleme, zamanda bir ilerleme sözkonusu değildir. Gerçekten, sihir gerileme eğilimindedir. Ve sihir tekniği bir etnik gruba, verili bir medeniyet biçimine bağlı olduğu içindir ki o grup yahut medeniyet kaybolduğunda tamamen kaybolur.

Bir medeniyet öldüğünde, mirasçılarına onun maddi aygıtı geçer, manevi olan değil. Araç gereçler, evler ve üretim yöntemleri sürer; yeniden hayata gelmişçesine tekrardan karşılaşılır. Büyük yıkım dönemlerinde geçici bir maddi gerileme olabilir ama kaybolan zemin yeniden bulunur. Sanki kolektif bir tarih hafızası, birkaç kuşak önce kaybedilmiş olanının yeniden bulunmasını mümkün kılmış gibi. Fakat sihir teknikleri, ayinler, reçeteler ve kurban verme uygulamaları bir daha geri gelmemek üzere kaybolurlar. Yeni medeniyet, eskisiyle ortak çok az yönü bulunan kendine ait yeni bir sihir kümesi oluşturur. Sadece, hiçbir anlam ifade etmeyen büyük genellemeler ve aceleci benzetmeler, sihir biçimlerinin ölümsüzleştiği ve yenilendiği inancını yaratır. Gerçekten, sihir biçimleri yalnızca “üyelerin” zihninde sürer, herhangi bir insan veya toplumsal gerçeklikte değil.

Sonuç olarak, zaman ve mekanda geçiş yapmayan bir sihir tekniği, maddi teknikle aynı evrim eğrisini izlemez. Birbiri üzerine bina edilen ve keşiflerden oluşan bir ilerleme yoktur. Daha ziyade, keşifler yan yana kalırlar ve birbirini etkilemezler. Sihir tekniklerinin gerilemesinde bir başka faktör daha vardır; o da kanıt meselesidir. Maddi tekniklerde tercih görece basittir. Her teknik kendi yakın sonucuna bağlı olduğu için, mesele, yalnızca en tatmin edici sonucu doğuranı seçme meselesidir. Ve maddi alanda bu sonuç kolayca görülebilir. Bir balta çeşidinin bir başkasına üstün olması, normal bir insanın ötesinde olmayan bir yargıdır -böyle bir tercihle karşılaştığında ilkel insanın katlandığı muazzam güçlüğe rağmen. Fakat sihir tekniklerinde aynı kesinlik yahut kanıt gücü mevcut değildir. Görece etkinliklerine kim karar verecek? Sihre dayalı etkin olma, her zaman yağmur yağdırma gibi açık bir maddi sonuçla ölçülmez. Tamamen manevi bir olguyla, hatta uzun bir zamana dayalı maddi olgularla da ölçülmek durumunda olabilir. Burada mesele açık değil; tercih de kolay değil. Başarısızlık nedenlerinin kesin olmayışını düşündüğümüzde zorluk daha da kesinleşir. Sihir tekniği gerçekte etkili olmadı mı? Yoksa tekniği kullanan ehil değil miydi? Yaygın tepki, teknikten çok sihirbazı suçlamaktır. Ve burada da yine sihirde bir hareketsizlik unsuru görüyoruz.

Başlangıç dönemlerine ilişkin bilgiler verdiğimiz iki büyük sihir akımı, tamamen farklı iki yolda evrilmişlerdir. Maddi teknikte bir artıştan sonra buluşlarda bir çoğalma (her bir buluşun bir diğerine dayanmasıyla) gözlemliyoruz. Sihirde ise sadece sonsuz yeni başlangıçlar görüyoruz, zira tarihin kısmetleri ve sihrin kendi etkisizliği yöntemlerinin sorgulanmasına yol açıyor.

Sihir alanında da bizim kendi çağımızın ezici bir üstünlük kazandığını, sihir tekniklerimizin gerçekten etkili hale geldiğini kaydedince açıklama çok daha zor hale geliyor. Bu teknikler elbette ki dini hayatla ya da ona benzer bir şeyle karıştırılmamalıdır. Bu, gerek amaç gerekse biçim açısından tamamen sosyal bir fenomendir. Bununla birlikte, her ikisi de sosyal nitelikli olmasına rağmen tekniğin iki boyutu kesinkes aynıdır ve her yerde çokça etkileşime girdikleri görülüyor.

Yunanistan. Teknik esas itibariyle Doğuludur (Oriental). Tekniğin ilk geliştiği yer, büyük ölçüde Yakın Doğu olup, bilimsel temel açısından çok az özellik taşıyordu. Tamamen pratik uygulamaya dönüktü ve bilimsel hareketleri tek başına ortaya çıkaran genel teorilerle ilgili değildi. Doğu’da tekniğin bu hakimiyeti, tüm Batı düşüncesinde görülen bir hataya işaret etmekte. O da, Doğu aklı mistik olana dönük olduğu, somut eyleme hiç ilgisinin olmadığı, buna karşılık Batı aklının “know-how” ve eyleme, sonuçta da tekniğe yönelik olduğu düşüncesidir. Oysa Doğu (the East), tüm eylemin beşiğiydi. Aynı zamanda, kavramın bugünkü anlamıyla, geçmişteki ve ilkel nitelikteki tüm tekniklerin, daha sonraları da manevi ve sihre dayalı tekniklerin de beşiğiydi.

Bununla birlikte Yunanlılar, tutarlı bir bilimsel faaliyete ilk sahip olanlardı ve bilimsel düşünceyi ilk özgürleştirenlerdi. Fakat daha sonra, hâlâ tarihçileri şaşırtan bir olgu gerçekleşti ki o da, bilim ile tekniğin neredeyse tamamen ayrılmasıydı. Kuşkusuz bu ayrışma, Arşimed örneğinin tarihçileri inandırdığından daha az mutlak bir ayrışmaydı. Fakat maddi gereksinimlerin küçümsenerek ele alındığı, teknik araştırmanın kafa yormaya değmez görüldüğü, bilimin amacının uygulama değil tefekkür olduğu düşüncesi kesindir. Eflatun, uygulamayla her uzlaşmadan kaçındı -hatta bilimsel araştırmayı geliştirmek için bile. Ona göre, yalnızca aldın mümkün olan en soyut kullanımı önemliydi. Arşimed daha da ileri gitti. Onun pratiği rasyonelleştirdiği, hatta bir dereceye kadar “uygulamalar” yaptığı doğrudur. Ancak onun mekanizması, rakamsal hesaplamalarının kesinliğini gösterdikten sonra tahrip edilecekti.

Yunanlılar, eyleme karşı neden bu Malthusçu davranışı benimsediler? Buna iki türlü cevap vermek mümkün: ya istekli değillerdi ya da buna muktedir değillerdi. Ve her ikisinin de doğru olması büyük ihtimal. Abel Rey, Science Technique (Bilim Tekniği) adlı çalışmasının beşinci cildini Yunanlılara ayırdı. Ona göre, gerileme döneminde Yunanistan, “kuvvetli ve tarafsız bir emek idealini (aslında tüm faydayı küçümseyen, düşünceye dalmış bir akıl idealini) sürdüremez hale geldi. Sonra da Doğu’nun tekniklerine başvurdu. Doğu’nun tekniklerine kendisininkileriyle başvuruyordu, zira her ne kadar küçümsese de insanın hayati ihtiyaçlarını yine de tatmin etmeye çalışıyordu”. Teknik zorunluluklarla yüzyüze gelen Yunanistan yenilikçi dehasını kaybetti, yüzünü Doğu tekniğine döndürdü. Abel Rey’in söylediği gibi, “know-how” ile “know-why” arasındaki köprüyü nasıl kurması gerektiğini bilmiyordu. Bu çöküş dönemi için, M.Ö. 2. ve 3. yüzyıllar için doğrudur ama bunu önceleyen dönem için geçerli görünmüyor. M.Ö. 5. yüzyılda Yunanistan hızlı bir teknik kalkınma yaşadı; her ne kadar daha sonraları ani bir duraklamaya girdiyse de.

Bilimlerinin altın çağında Yunalılar, bilimsel faaliyetlerinin teknik sonuçlarını çıkarabilirlerdi. Ama bunu istemediler. Walter şöyle soruyor: “Ahenge kafayı takmış olan Yunanlılar, tam da araştırmanın aşırıya kaçma riskini taşıdığı ve medeniyetlerine bir ucube yaratık yerleştirme tehdidini getirdiği bir dönemde kendilerini frenlediler mi?”. Bu, çoğu felsefi nitelikte bir dizi faktörün sonucuydu. Bir kere onlarınki, maddi ihtiyaçlara ve pratik hayata tepeden bakan bir hayat anlayışıydı. Kol gücüne dayalı emeğe (kölelik uygulamasından dolayı) itibar etmiyorlar, tefekkürü zihinsel eylemin gayesi olarak görüyorlar, gücün kullanımını reddediyorlar, doğal şeylere saygı duyuyorlardı. Yunanlılar teknik faaliyetten kuşku duyuyorlardı çünkü teknik faaliyet, kaba kuvvetin bir boyutunu temsil ediyor, itidal gereksinimini ima ediyordu. Teknik ekipmanları ne kadar mütevazı olursa olsun insanoğlu ta başlangıçtan bu yana makine ile ilişkisinde sihirbazın çırağı rolünü oynamıştır. Yunanlılar açısından bu duygu, ilkel insanın anlamadığı bir şey karşısında duyduğu korkunun (bazı kişilerin tekniklerimizden korkmasına bugün yapılan açıklama da böyle) bir yansıması değildir. Aksine, mükemmel bir şekilde ölçülüp biçilen belli bir yaşam anlayışının sonucuydu. Bir medeniye tin, bir aklın zirve noktasını temsil ediyordu.

Burada karşımıza Yunanlıların yüce erdemi, öz-denetim karşımıza çıkıyor. Tekniğin reddi, bilerek yapılan pozitif bir eylemdi ve kendine hakim olmayı, kaderin tanınmasını ve verili bir hayat anlayışının uygulanmasını içeriyordu. Yalnızca en mütevazı teknik yönetmelerine izin veriliyordu; onlar da maddi ihtiyaçlara (ihtiyaçların üstün gelmemesi için) doğrudan cevap veren tekniklerdi. Yunanistan’da araçlarda iktisat yapmak ve tekniğin nüfuz alanını daraltmak için bilinçli bir çaba sarfedildi. Hiç kimse bilimsel düşünceyi teknik açıdan uygulamaya çalışmadı, çünkü bilimsel düşünce bir hayat anlayışına, hikmete tekabül ediyordu. Yunanlıların büyük zihinsel meşgalesi, denge, ahenk ve itidal idi. Bu yüzden de tekniğin doğasında varolan sınırsız güce şiddetle direndiler, tekniği potansiyeli yüzünden reddettiler. Aynı nedenlerle sihir de Yunanistan’da görece az bir öneme sahipti.

Roma. Sosyal teknik hâlâ emekleme dönemindeydi. Kuşkusuz toplumsal örgütlenme yolunda birtakım girişimler olmuştu. Bazı Firavunların ve Pers imparatorluğunun çabalan görmezden gelinemezdi. Fakat bu örgütlenmeler yalnızca polis gücüyle sürdürülebilirken, gerçek toplumsal organizasyon için bunun tam tersi geçerlidir. Zor kullanmanın varlığı bile siyasi, idari ve hukuki tekniğin yokluğunu gösterir. Bu nedenle de geçmişin büyük imparatorlukları bizim çalışmamız açısından az önem taşır. Aynı şekilde, ordu da (savaş sanatını en ileri noktalara taşımış olan Kildaniler’in ordusu bile) amacı yağma olan, hiçbir sosyal teknik uygulamayan, oldukça inorganik bir tayfaydı. İskender’in ordusu gerçek stratejiden yararlandı, ancak bu neredeyse tamamen askeri nitelikte olup, hiçbir sosyolojik temeli yahut özelliği yoktu. Bir halkın değil, bir devletin ifadesiydi; bu yüzden de teknik için gerekli özden yoksundu.

Ancak Roma’da bir adım daha ileri giderek sosyal tekniğin gerek askeri gerekse sivil açıdan kusursuzluğuna geçiyoruz. Roma toplumunda her şey, hem özel hem de kamusal biçimiyle Roma hukukuna bağlıydı. Geliştiği dönemde (M.Ö. 2.yy’dan M.S. 2. yy.’a) bu hukuk tekniğini karakterize etmek için her şeyden önce soyut düşüncenin ürünü olmadığını, daha ziyade somut durumun (ki Romalılar bu durumu mümkün olan en az araçla değerlendirmeye çalıştılar) birebir görüntüsü olduğunu söyleyebiliriz. Bu gerçekçilik, adalete saygı duyuyor, tarih ve gerekliliği kabul ediyordu. Romalıların bilinçli olarak sahip oldukları bu somut ve deneysel bakış açısından idari ve hukuki teknikleri gelişti. Ve bir tür disiplin, yani minimum araç kullanımı kendini gösterdi. Temelleri muhtemelen dinde olan bu disiplin, tüm gelişmenin sırlarından biridir. Romalıların ihtiyaca cevap verme zorunlulukları ve aynı zamanda da kendilerinin aşın lükse kaçmalarına izin vermemeleri ölçüsünde, istisnalar ve ikincil kurallarla boğmadan her aracı işlemek, mükemmeliyete taşımak, onu mümkün olan her alanda kullanmak ve kendi haline bırakmak gerekliydi. Örgütlenmede tepkisini derhal bulmayan hiçbir sosyal durum ortaya çıkmadı. Ne de bu tepki yeni bir aracın yaratılması olabilirdi; daha çok, eski bir aracın geliştirilmesiydi. Gerçekten araçların çoğalması, bugün bile teknolojik zayıflığın gösterilmesi bağlamında düşünülmektedir.

Roma’da organizasyonun gelişmesindeki ikinci bir unsur, tamamen teknik nitelikli faktör ile insan faktörü arasında bir denge arayışıydı. Hukuk tekniği, insanın yerini almak üzere başlatılmadı. Roma hukuk tekniğinde inisiyatifi ve sorumluluğu ortadan kaldırmak bir yana bunların devreye sokulması ve kendilerini göstermeleri söz konusuydu. Ancak M.S. 3. yüzyıldadır ki hukuk tekniği hayatın ayrıntılarını ele almaya, her şeyi düzenlemeye, her şeyi öngörmeye, böylece de bireyi tam bir atalet içinde bırakmaya çalışmıştır. Fakat Roma’nın büyük hukuk çağı, bir denge çağıydı: hukuk çerçeveyi çizmiş, insanların kendi inisiyatiflerini izleyerek kullanabilecekleri araçları sağlamıştı. Elbette ki bu, teknik anlayışa denk düşen bir medeni anlayışı önceden varsayıyordu. İkisi arasındaki denge, bürokrasi diye adlandırdığımız prosedür sisteminde aşikârdı. Burada, şaşırtıcı bir basitlikle, mükemmel bir prosedür tipi vardı. Ve burada, tekniğin koşullarından birinin de, henüz toplumdan ayrı düşünülmeyen bireye saygı olduğunu görüyoruz.

Roma tekniğinin üçüncü bir özelliği de, kesin bir sonuca, toplumun iç ahengine yönelik olmasıydı. Bu teknik, kendini haklı çıkaran bir teknik değildi. Varlık nedeni olarak, kendi öz gelişimini almamıştı ve dışarıdan da empoze edilmemişti. Bağımsız unsurları tutan bir tür iskelet değildi; daha ziyade ahengi geliştirme amaçlıydı. Toplumun temeli polis değil, toplumun polisten mümkün olan en az ölçüde yararlanmasını mümkün kılan bir örgütlenmeydi. Bu tasarımı hayata geçirmek için bir dizi dini, idari ve finansal teknik elbette gerekliydi ama hiçbir şekilde güce başvurulmadı. Devletin güç kullanmaya mecbur kalacağı anlaşılınca Romalıların örgütlenme anlayışı, güçle sürdürmek yerine verili bir projeyi terk etmeye sevk ederdi. Güç asla ekonomik değildir; Roma da her şeyde iktisatlı davranırdı.

Bu toplumsal ahenk (bütünlük), dünyanın tanıdığı ilk hukuk tekniğiydi. Aynı zamanda, etkinlik ve ekonomiye aynı itinayı göstermesi bakımından sivil toplumun doğrudan bir ifadesi olan Roma askeri sisteminin de temelini oluşturdu. Buradan ulaşım organları, yiyecek sağlanması vesaire gibi gelişmeler, Romalıların kitle stratejileri anlayışları, kahramanlar yaratmayı reddedişleri doğdu. Savaşma, sonuçta en faydacı düzeyine indirgenmiş oldu.

Dördüncü bir unsur, süreklilik idi. Romalıların hukuk tekniği, tarihsel bir plan uyarınca sürekli yeniden adapte edilirdi. Bir yandan koşullar elverişli değilken tetikte bekleme politikası izlenirken, bir yandan da doğru an için hazırlıklar yapılır, o an geldiğinde de plan kararlılıkla uygulanırdı.

Maddi tekniklere gelince, Romalılar bunları aynı parlaklıkla geliştiremediler. M.Ö. 4. yüzyıldan 1. yüzyıla kadar ve M.S. 2. yüzyıl sonrasında neredeyse topyekün bir durgunluk vardı; araç gereçlerde silahlarda bir gelişim olmadı. Fakat M.Ö. 1. yüzyıldan M.S. 1.yüzyıla kadar teknikte bir canlanma yaşandı. Pratik gereklilikler (ekonomik ve askeri düzeylerde ve ulaşım açısından), hayvan gücüne dayalı makinelerle (demirhaneler, su tekerlekleri, pompalar, sabanlar, sicimle çalışan güdümlü motorlar vesaire) karşılandı.

Romalılar, muazzam bir uygulanabilirlik anlayışına sahipti. Hukuk sistemleri her zaman ve her yerde (İmparatorlukla) uygulanabilirdi. Hiç kesintiye uğramadan, sürekli olarak adapte edilirdi. Ve bunlar, Romanın tanıştırdığı tamamen yeni olgulardı. Daha sonra ise Roma teknik bir baş dönmesine sürüklendi; son yaklaşıyordu.

Views: 49

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz