2 Teknoloji Toplumu – Teknikler – Jacques Ellul

0
2439

Hiçbir sosyal, insani veya manevi gerçek, modern dünyamızda teknik gerçeği kadar önemli değildir. Ancak yine hiçbir konu da teknik kadar az anlaşılmamıştır. Teknik olgusunun konumunu belirlemek amacıyla birtakım yol işaretleri çizmeye koyulalım.

Teknik Olgusunun Yeri

Makineler ve Teknik. Ne zaman teknoloji veya teknik sözcüklerini duysak, aklımıza otomatik olarak makineler gelir. Gerçekten, dünyamızı bir makineler dünyası olarak düşünürüz. Aslında hatalı olan bu anlayış, sözgelimi Oldham ve PierTe Ducasse’nin çalışmalarında da görülür. Bunun kaynağı, makinenin tekniğin en aşikâr, göze çarpan, etkileyici örneği ve tarihsel olarak da ilk olması gerçeğidir. Teknik tarihi denen şey, genellikle makinenin talihinden başka bir şey değildir. Bu formülasyonun kendisi de, entelektüellerin şimdinin biçimlerini geçmişinkilerle özdeş sayma alışkanlıklarının bir örneğidir.

Teknik kesinlikle makineyle birlikte başlamıştır. Geriye kalan her şeyin mekanikten geliştiği oldukça doğrudur. Makine olmaksızın teknik dünyasının var olmayacağı da aynı ölçüde doğrudur. Fakat durumu bu şekilde açıklamak, onu hiçbir şekilde meşrulaştırmaz. Durumları bu şekilde karıştırmaya devam etmek bir hatadır. Çünkü makine teknik sorununun kökeni ve merkezinde bulunduğundan, makineyi ele alan birinin bütün sorunu ele aldığı fikri doğmaktadır. Bu da daha büyük bir hatadır. Teknik artık neredeyse tümüyle makineden bağımsızlaşmış; kendi evladının çok gerisinde kalmıştır.

Bugün için tekniğin endüstriyel hayatın dışında uygulandığını vurgulamakta yarar var. Tekniğin gücünün bugünkü yükselişinin makinenin artan kullanımıyla bir ilişkisi yok. Denge daha çok öbür tarafa kaymış görünüyor. Şimdi tümüyle tekniğe bağımlı olan makinedir; makine tekniğin yalnızca küçük bir parçasını temsil etmektedir. Teknik ile makine arasındaki bugünkü ilişkiyi karakterize edecek olsak, yalnızca makinenin belli bir tekniğin sonucu olduğunu değil, aynı zamanda makinenin toplumsal ve ekonomik uygulamalarının başka teknik gelişmelerce mümkün kılındığım da söyleyebiliriz. Makine bugün tekniğin en önemli parçası bile değildir – en harikulade kısmı olsa bile. Teknik, artık insanın sadece üretken faaliyetini değil tüm faaliyetlerini ele geçirmiştir.

Bununla birlikte, bir başka bakış açısına göre, makine derin bir belirtidir; tekniğin ulaşmaya çalıştığı ideali temsil etmektedir. Makine, tümüyle, münhasıran tekniktir. Saf tekniktir de diyebilirsiniz. Çünkü her nerede bir teknik faktör meydana gelirse, neredeyse kaçınılmaz biçimde mekanizasyonla sonuçlanır. Dokunduğu her şeyi bir makineye dönüştürür teknik.

Teknik ile makine arasında bir başka ilişki daha vardır ki bu ilişki medeniyetimizin sorununun tam merkeziyle ilgilidir. Makinenin insanlıktan çıkmış bir atmosfer yarattığı söylenir; buna da herkes katılır. 19. yüzyılın tipik bir özelliği olan makine, siyasal, kurumsal ve insani açılardan onu kabullenecek biçimde yapılandırılmamış olan bir topluma ansızın giriverdi. İnsan da elin¬den geldiği kadar makineyle birlikte yaşamak zorundaydı. İnsanoğlu şimdi insani olmaktan çok uzak koşullarda yaşıyor. Büyük şehirlerimizdeki yoğunlaşmayı, gecekonduları, yer, hava ve zaman darlığım, kasvetli sokakları ve geceyle gündüzü karıştı-ran solgun lambalan düşünün. Gayri insanileşmiş fabrikalarımızı, tatmin olmamış hislerimizi, çalışan kadınlarımızı, tabiata yabancılaşmamızı düşünün. Böyle bir ortamda anlamı yoktur hayatın. İnsanın bir paketten daha az önem taşıdığı toplu ulaşımımızı, insanın içinde yalnızca bir sayı olduğu hastanelerimizi bir düşünün. Yine de buna ilerleme diyoruz… Gürültü de, o canavar da gecenin her saatinde durmadan canımızı sıkıyor.

Kapitalizme sövüp saymak faydasız. Kapitalizm dünyamızı yaratmadı; makine yarattı. Aksini ispatlamaya matuf titiz ince-lemeler, aşikâr olanı tonlarca basılı malzemenin altına gömdü. Eğer demagogu oynamak istemiyorsak, suçlu tarafı belirtmeliyiz. “Makine antisosyaldir” diyor Lewis Mumford. “İlerlemeci karakteri nedeniyle, insani sömürünün en keskin biçimlerine yönelir”. Makine, kendisi için hazırlanmamış olan bir toplumsal ortamdaki yerini aldı; bu nedenle de içinde yaşadığımız insani olmayan toplumu yarattı. Kapitalizm, bu yüzdendir ki, 19. yüzyılın derin düzensizliğinin sadece bir boyutuydu. Düzeni yeniden kurmak için o toplumun tüm temellerini, sosyal ve politik yapılarını, sanatını ve yaşam biçimini, ticaret sistemini sorgulamak gerekliydi.

Fakat makineyi kendi başına bırakın, onun muazzam ağırlığını taşıyamayan her şeyi devirir. Bu yüzden, her şey, makine bağlamında yeniden değerlendirilmeliydi. Tekniğin oynadığı rol tam da budur. Tüm alanlarda, kullanabileceği şeylerin ve makineyle aynı çizgiye getirilebilecek her şeyin bir envanterini oluşturdu. Makine, kendisini 19. yüzyıl toplumuna entegre edemedi; teknik bunu yaptı. İşçilere uymayan eski evler yerle bir edildi; yerine de yeni dünya tekniğinin icap ettirdiği yapıldı. Teknik, makineyle baş etmesini sağlayacak kadar mekaniği kendi bünyesinde barındırır fakat insani düzenle yakın ilişkisini sürdürdüğü için makineyi geçer, onu aşar. Metal canavar, insanlığa sonsuza dek işkence edip gidemez. O, teknikte, kendisi kadar katı ve esneklikten yoksun bir kural bulmuştur.

Teknik, makineyi topluma entegre eder. Makinenin ihtiyacı olan dünya tipini kurar, ahenksiz makine gürültüsünün yıkıntılara sebep olduğu yerlere düzen getirir. Açıklığa kavuşturur, düzenleme yapar, rasyonelleştirir. Makinenin emek alanında yaptığını teknik soyut alanda yapar. Etkindir, her şeye etkinlik getirir. Bundan başka, teknik, geleneksel olarak organizasyon kusurlarını gizlemek için kullanılan makinenin kullanımında cimridir. Mumford, “makineler sosyal etkisizliği onayladı” diyor. Diğer yandan teknik, makinelerin daha rasyonel ve daha az gelişigüzel kullanımına yol açar. Makineleri tam olarak nerede olmaları gerekiyorsa oraya yerleştirir, ne yapmaları gerekiyorsa onlardan yalnızca onu ister.

Bu bizi birbiriyle zıt iki sosyal büyüme biçimine ulaştırır. Henri Guitton diyor ki: “Sosyal büyüme, eskiden tepkisel veya içgüdüseldi. Bir başka deyişle içgüdüseldi. Fakat yeni koşullar (makine), bizi, rasyonel, akıllı ve bilinçli bir sosyal gelişme türünü tanımaya zorluyor. Bunun, yalnızca mekansal açıdan sonlu bir dünya çağının değil aynı zamanda bilinçli bir dünya çağının da başlangıcı olup olmadığını kendi kendimize sorabiliriz”. Her şeyi saran teknik, aslında mekanize dünya bilincidir.

Teknik her şeyi entegre eder. Şok ve sansasyonel olaylardan kaçınır. İnsan, çelik dünyasına alışık değildir; teknik onu alıştırır. Kesin kenarlarıyla çatışmadan, insani olmayan boyutlarına teslim olma derdini çekmeden bu kör dünyanın düzenlemesini değiştirir. Teknik bu şekilde bir model sunar. Sürekli geçerli olacak davranışları belirler. Makinenin kargaşasının insanda doğurduğu endişe, birleşik bir toplumun verdiği teselliyle hafifler.

Teknik münhasıran makine tarafından temsil edildiği müddetçe, “insan ve makineden” bahsetmek mümkündü. Makine dışsal bir nesne olmaya devam etti; mesleki, özel ve ruhsal hayatında makine tarafından etkilense bile insan yine de üç aşağı beş yukarı bağımsız kaldı. Kendisini makinenin dışında öne sürebilecek ve onunla ilişkili bir konum benimseyebilecek durumdaydı.

Ancak teknik, insanınki dahil hayatın her alanına girdiğinde insan için dışsal olmaktan çıkıp onun bizzat özü olur. İnsanla artık yüz yüze değildir; onunla bütünleşmiştir ve giderek onu iç- selleştirir. Bu açıdan makineden radikal biçimde farklıdır teknik. Modem toplumda çok açık olan bu dönüşüm, tekniğin özerkleşmiş olması gerçeğinin sonucudur.

Tekniğin mekanizasyona yol açtığını söylerken, insanın makineye adapte olması basit gerçeğine gönderme yapmıyorum. Elbette böyle bir adaptasyon süreci vardır, fakat buna makinenin eylemi neden olmaktadır. Ancak burada bizi ilgilendiren, kendi başına bir tür mekanizasyondur. Makineye üstün bir “know-how” atfedersek, teknikten kaynaklanan mekanizasyon bu yüksek biçimin o zamana dek makineye yabancı olan tüm alanlara uygulanmasıdır. Hatta, tekniğin, makinenin kendisinin hiçbir rol oynayamayacağı tam da o alanın karakteristiği olduğunu bile söyleyebiliriz. Teknik ve makineyi birbiriyle değiştirilebilir sanmak ciddi bir hatadır. İşin başından itibaren bu yanlış anlamaya karşı uyanık olmalıyız.

Bilim ve Teknik. Hemencecik ikinci bir sorunla yüzyüze geliyoruz. Bir başka eşek köprüsü olduğu doğrudur bunun. Mesele çok fazla tartışılmış bulunduğundan bundan bahsetmeye bile tereddüt edebiliriz. Bilimle teknik arasındaki ilişki, lisansüstü tezler için standart bir konudur -19. yüzyıl deneysel biliminin tüm renkleriyle. Herkese, tekniğin bilimin bir uygulaması olduğu öğretilmiştir. Özellikle de (bilim saf spekülasyon oluyor) teknik, maddi gerçeklikle bilimsel formül arasındaki temas noktası olarak önemli bir rol oynar. Fakat aynı zamanda, pratik ürün, yani formüllerin pratik hayata uygulanması olarak da kendini gösterir.

Bu geleneksel görüş kökten yanlıştır. Sadece tek bir bilim kategorisini ve kısa bir zaman dönemini dikkate almaktadır: yalnızca fizik bilimleri ve 19. yüzyıl için doğrudur. Bunun üzerine genel bir incelemeyi dayandırmak bu nedenle mümkün değildir. Ne de bizim burada teşebbüs ettiğimiz gibi, durumun güncel bir gözden geçirmesi mümkündür. Birkaç basit açıklama, bu görüşlere olan güvenimizi yok etmeye yeter. Tarihsel olarak, teknik bilimden önce gelmiştir. İlkel insanlar bile belli tekniklere aşinaydı. Helen medeniyetinin ilk teknikleri Şarka aitti; Yunan biliminden doğmamışlardı. Sonuçta, tarihsel açıdan bakıldığında, bilimle teknik arasındaki ilişkinin tersine döndürülmesi gerekir. Bununla birlikte, teknik kendisini geliştirip yaygınlaştırmaya ancak bilim ortaya çıktıktan sonra başladı. Gelişebilmek için teknik, bilimi beklemek durumundaydı. Bertrand Gille, bu tarihsel perspektifte, haklı olarak demiştir ki: ‘Teknik, tekrarlanan tecrübeler yoluyla, sorunları gündeme getirmiş, genel kavramları ve dört temel elementi üretmiş; ama çözümler için beklemek zorunda kalmıştır”. Bilim de onu sağlamıştır.

Bu çağda, rastgele yapılan bir yoklama bile tamamen farklı bir ilişki ortay koyar. Her bir durumda teknik faaliyet ile bilimsel faaliyet arasındaki sınır hiç de öyle kesin hatlarla çizilmemiştir. Tarih bilimi açısından teknikten bahsettiğimizde, belli bir hazırlık çalışmasını, yani metin araştırmalarını, okumaları, karşılaştırmalı okumaları, anıtların incelenmesini, eleştiri ve yorumları kastediyoruz. Bunlar, ilkin yorumlamayı ardından da tarihsel sentezi, gerçek bilimin işini amaçlayan teknik işlemleri oluşturmaktadır. Yine burada da teknik önce gelmektedir. Fizikte bile belli durumlarda teknik, bilimden önce gelmektedir. En iyi bilinen örnek, deneysel dehanın katıksız bir başarısı olan buharlı motordur. Solomon, De Caus, Christian Huygens, Denes Papin, Thomas Savery gibilerinin buluş ve geliştirmeleri dizisi, pratikteki deneme yanılma yöntemine dayanır. İlgili çeşitli olguların bilimsel açıklaması çok daha sonraları, iki yüzyıl geçtikten sonra gelecekti ki o zaman bile formüle etmek kolay değildi. Bilimle teknik arasında hâlâ otomatik bir bağlantı yoktur. İlişki o kadar basit değildir, aralarında artan bir etkileşim söz- konusudur. Bugün tüm bilimsel araştırmalar, muazzam bir teknik hazırlığı varsayar -atom araştırmalarında olduğu gibi. Ve çoğu kere de, daha fazla bilimsel gelişmeye imkan tanıyan, basit bir teknik modifikasyondur.

Teknik araçlar olmadığı zaman bilim ilerlemez. Michael Faraday, maddenin oluşumuyla ilgili en son buluşlardan haberdardı ama vakum üretme teknikleri henüz var olmadığından kesin teoriler formüle edemedi. Bilimsel sonuçlar, yüksek vakum tekniklerini beklemek zorundaydı. Penisilinin tıbbi değeri 1912’de bir Fransız fizikçi tarafından keşfedildi, ama penisilini üretecek ve saklayacak bir teknik aracı yoktu onun. Bu buluş hakkında bu yüzden nihayet terk edilmesine yol açan kuşkular doğdu. Bir laboratuardaki araştırmacıların çoğunluğu, genellikle bilimsel çalışma diye düşünülen görevlerin çok uzağında – ki görevleri yerine getirirler. Araştırma çalışanı, artık tek tüfek bir dahi değildir. Robert Jungk’ün dediği gibi, “Araştırmacı, bir ekibin üyesi olarak çalışır ve gerek kendi araştırma özgürlüğünü gerekse kişisel kabullerini büyük bir laboratuarın kendisine sunduklarıyla değişmeye hazırdır. Bu iki şey, yokluklarında araştırmacının projelerini gerçekleştirmenin rüyasını bile göremeyeceği vazgeçilemez koşullardır…” Saf bilim, öyle görünüyor ki, yerini uygulamalı bilime terk ediyor. Uygulamalı bilim, durmadan, yeni teknik araştırmayı mümkün kılan muhteşem bir zirveye tırmanıyor. Bunun aksine, örneğin uçaklardaki gibi basit ve mekanik görünen belli teknik modifikasyonlar, karmaşık bilimsel çabayı gerektirir. Süpersonik hıza erişme sorunu bunlardan biridir. Norbert Wiener’in yaygın kabul gören düşüncesine göre, ABD’deki genç kuşak araştırmacılar, esas olarak, makinelerin, büyük ekiplerin ve muazzam paraların yardımı olmadan hiçbir şekilde araştırma yapamayan teknisyenlerdir.

Bilimle teknik arasındaki ilişki, sınırlan hiç olmayan daha yeni alanları dikkate aldığımızda daha bir flulaşır. Biyolojik teknikler nerede başlar, nerede biter? Modern psikoloji ve sosyolojide, bu bilimlerin uygulamasında her şey teknik olduğu için neye teknik diyeceğiz? Fakat tekniği karakterize eden şey uygulama değildir, çünkü teknik olmadan (önceden veya eşzamanlı olarak) bilimin varılma yöntemi yoktur. Tekniği reddedersek, bilim alanını terk eder, hipotez ve teorinin alanına gireriz. Politik ekonomide, bilimle ekonomik teknik arasında ayrım gözetmeye dönük iktisatçıların son çabalarına rağmen görüyoruz ki iktisadi düşüncenin bizzat özünü biçimlendiren şey ekonomik tekniktir.

Yerleşik temeller gerçekten sarsılmıştır. Fakat bu ilişkiler meselesi, teknik dünyanın büyüklüğü ve bilimsel dünyanın küçülmesi ışığında, sadece felsefeciler için bir akademik ilgi meselesi -içeriksiz spekülasyon- gibi görünüyor. Bugün sorun olan artık bilimin sınırlan değildir; insanın sınırlandır. Teknik olgusu da, insani durumla ilgili olarak, bilimsel durumla ilgili olduğundan çok daha önemlidir. Teknik bundan böyle bilime atıfla tanımlanmamalıdır. Burada, bilim felsefesine dalmamız veya ideal yahut entelektüel açıdan eylem ile bilim ilişkisinin ne olabileceğini ortaya koymamız gerekmiyor. Yapmamız gereken, kendimize bakmamız ve çok entelektüel felsefecilerin gözden kaçırıyor göründükleri kesin açık şeyleri kaydetmektir. Bilimsel faaliyetin önemini azaltma meselesi değildir bu; daha ziyade, bilimsel faaliyetin teknik faaliyet tarafından geride bırakıldığını, öylesine ki artık bilimin teknik sonucu olmadan düşünemeyeceğimiz dereceye geldiğini kabul etme meselesidir. Charles Camichel’in gözlemlediği gibi, bu ikisi birbirine her zaman olduğundan daha yakındır. Bizzat tekniklerin büyük bir hızla ilerledikleri gerçeği, ona denk büyük bir bilimsel gelişme gerektirir, genel bir hız kazandırır.

Ayrıca, teknikler her zaman çabucak kullanıma sunulur. Bilimsel bir buluşla onun günlük yaşama uygulanmasını geleneksel olarak ayıran süre giderek kısalmıştır. Buluş yapılır yapılmaz somut bir uygulama aranır. Sermaye veya devlet ilgile¬nir ve buluş, herkesin sonuçlarım tam olarak kavrayabilmesinden önce kamusal alana girer. Bilim adamı daha sağduyulu hareket edebilir. Dikkatlice hesap edilen laboratuar bulgularının dünyaya yaymaktan çekinebilir bile. Fakat gerçeklerin baskısına nasıl direnebilir ki? Paranın baskısına nasıl direnebilir? Başarıya, reklama ve halkın teveccühüne nasıl direnebilir? Ya da teknik uygulamayı son söz kılan genel zihin durumuna? Araştırmalarını izleme arzusuna nasıl direnecek? Bunlar, bugün araştırmacının ikilemleridir. Ya bulgularının teknolojik uygulama bulmasına imkan tanıyacak ya da araştırmasını bitirmeye zorlanacaktır. Bu, çalışmalarının devamı için gerekli teknik araçları onlara yalnızca Los Alamos’taki laboratuarların sağlayabileceğini gören atom fizikçilerinin dramıdır. O halde devlet, çok gerçek bir tekele sahiptir; bilim adamı da onun koşullarını kabule mecburdur. Atom bilimcilerden birinin dediği gibi: “Beni burada tutan, başka hiçbir yerde bulunmayan özel bir mikroskobu kendi çalışmam için kullanma imkanıdır” (Jungk). Bilim adamının artık direnecek durumu yok: “Bilim bile, özellikle de günümüzün en muazzam bilimi, tekniğin bir unsuru, basit bir araç haline gelmiştir” (Mauss). İşte bu noktada, gerçekten son söze ulaşıyoruz: Bilim, tekniğin bir aracı olmuştur.

Bilahare, bilimsel faydacılığın, yansız bir araştırmanın artık mümkün olmamasını getirecek derecede nasıl olup da teknikten böyle bir ivme kazandığım ele alacağız. Bilimsel bir altyapıya sahip olmak hep gerekmiştir ama bugün bilimsel ve teknik araştırma arasında bir ayrım gözetmek pek mümkün değil. Gerçekten, her şeyi yiyen tekniğimiz (kısmen Einstein’in görüşünü de temsil eder bu) en sonunda bilimi sterilleştirebilir.

Teknik kavramını sık sık daha yaygın kullanılan bilim kavramının yerine kullanacağım; genellikle bilimsel denen çalışmaları da teknik sayacağım. Bunun nedeni, belirtmiş olduğum ve daha sonra da daha derinlemesine tartışacağım teknikle bilimin yakın ilişkisidir.

Organizasyon ve Teknik. Üçüncü bir unsur, meselemizi daha açıkça formüle etmemize yardım edecektir. Teknik kavramını daha geniş anlamda anlamamız gerektiğini belirttim. Ancak geleneksel dilbilimsel kullanımdan sapmak istemeyen kimi yazarlar, cari anlamını korumak ve burada tarif ettiğimiz olgulara bir başka kavram atfetmeye çalışıyorlar.

Arnold Toynbee’ye göre tarih üç döneme ayrılır ve teknik dönemden organizasyon dönemine geçme noktasındadır. Mekanik tekniğin artık bizim zamanımızı karakterize etmediğinde Toynbee ile hemfikirim. Mekanik teknik ne kadar önemli ve etkileyici olmaya devam ederse etsin, daha az ihtişamlı olsalar bile çok daha belirleyici olan diğer faktörlere göre ikincildir. Kastettiğim, her alandaki devasa organizasyon hacmidir. Bunun kabulü, James Bumham’ı The Managerial Revolution’ı(Yönetimsel Devrim) yazmaya itmiştir.

Ancak, kavram tercihlerinde veya teknik dönem ile organizasyon dönemi arasında çizdiği hatta Toynbee’ye katılmıyorum. Şiddetli eleştirilere tabi tutulan yarım yamalak teknik anlayışındaki makine ile tekniği karıştırması hâlâ duruyor. Tekniğin alanını, bugünkü halini dikkate almadan geçmişteki şekliyle sınırlamıştır. Oysa Toynbee’nin organizasyon, Bumham’ın da yönetimsel eylem dediği şey, sosyal, ekonomik veya idari yaşama uygulanan tekniktir. Teknik, aşağıda tarif edilen “organizasyon”dan başka nedir? “Organizasyon, etkili ve ekonomik bir şekilde ve tüm eylemlerinin koordinasyon ve kombinasyonuyla, mutabık kalman hedeflere ulaşmak amacıyla uygun görevleri bireylere veya gruplara tahsis etmeyi içeren bir süreçtir” (Sheldon). Antoine Mas’in pek güzel ortaya koyduğu gibi, bu, ekonomik ve idari yaşamın standartlaşmasına, rasyonelleşmesine yol açar. “Standartlaşma, bir organizasyonun işleyişine zarar vermesi mümkün sorunların önceden çözülmesi demektir. Bir zorluk ortaya çıktığı anda çözüm bulmayı ilhama, maharete, hatta akla bırakma meselesi değildir bu; daha ziyade, bir ölçüde hem zorluğu hem de çözümü önceden kestirme meselesidir. O andan itibaren standartlaşma, organizasyonun bireylerden çok yöntemlere ve talimatlara dayanması anlamında gayri şahsiliği yaratır”. Sonuçta bir tekniğin tüm özelliklerine sahibiz. Organizasyon bir tekniktir. “Faktörlerin optimum kombinasyonuna veya optimum boyuta yaklaşmak… daha iyi bir organizasyon biçiminde teknik gelişmeyi başarmaktır” derken Andre L. A. Vincent çok haklıydı.

Aslında Toynbee ile hemfikir olduğunuz halde bu kavramla tartışmak niye diye sorulacaktır elbette. Ancak bu tartışmalar önemlidir. Toynbee, birlikte kalması gereken yüzyılları ve olguları ayırmaktadır. Tekniğin organizasyondan başka bir şey olduğuna, insanın bir anlama yeni bir eylem alanı ve yeni yöntemler keşfettiğine, öyle olmamasına rağmen organizasyonu yeni bir olgu olarak incelememiz gerektiğine inandırmak istemektedir. Diğer yandan bendeniz ise teknik sürecin sürekliliğinde ısrarcıyım. Yeni bir boyut kazanan (ki bana göre doğru bir boyuttur bu) ve dünya ölçeğinde gelişen de bu süreçtir.

Sonuçlar nelerdir? Birincisi, mekanik tekniğin yarattığı sorunlar, tekniğin idareye ve hayatın tüm alanlarına uygulanmasının sonucu, henüz hesap edilemeyecek derecede çoğalacaktır. Toynbee, tekniğin yerini almakta olan bu organizasyonun, bir ölçüde ona karşıt bir denge ve çare (bu, rahatlatıcı bir tarih anlayışıdır) olduğuna inanıyor. Fakat bana öyle geliyor ki bunun tam tersi doğrudur. Yani, kendisi de bir kere bu sorunları yaratan o yöntemlere dayanan bu gelişme, eski sorunlara kısmi çözümler sunmakla teknik sorunlara ekleme yapmaktadır. Bu, asırlardır süren eski bir çukuru kapatmak için yeni bir çukur kazma yöntemidir.

İkinci bir sonuç: eğer tanık olduğumuz, teknik alanının yalnızca bir uzantısıysa, mekanizasyonla ilgili yukarıda söylenenler anlaşılır niteliktedir. Toynbee, organizasyondan, etkileri henüz bilinemeyecek bir olgu olarak sözeder. Bununla birlikte, nihayetinde tekniğin her şeyi makine içinde asimile edeceğini gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz. Tekniğin ulaşmaya can attığı ideal, karşısına çıkan her şeyin mekanizasyonudur. Bu yüzden, Toynbee’ye muhalefetimin, sadece lafzi gibi görünse de önemli olduğu açıktır. Teknik çağ ilerlemeye devam ediyor; bizse genişlemesinin zirvesine ulaştığımızı bile söyleyemeyiz. Aslında, kimi önemli fetihler (diğerlerinin yanında, insan) hâlâ yapılmayı bekliyor. Bunu yapmaktan tekniği neyin alıkoyacağını kestirebilmek de zor. Bu yüzden, bu bir yeni faktör meselesi değilse bile, hiç değilse, olgunun neleri içerdiği ve neyi gösterdiği artık açıktır.

Tanımlar. Teknikle makineyi özdeşleştirmekten bir kere vazgeçince, bize göre, tekniğin tanımları yerleşik gerçeklere göre yetersizdir. Sosyolog Marcel Mauss, sorunu çok güzel anlamış, bir kısmı mükemmel olan çeşitli teknik tanımlan sunmuştur. Bunlardan, eleştiriye açık olan birini alıp, eleştiriye tabi tutarak kendi fikirlerimizi daha net bir şekilde ortaya koyalım: ‘Teknik, bir hareketler grubudur; genellikle ve çoğunlukla manüel, organize ve geleneksel eylemler grubu. Bunların hepsi, bilinen bir amaca, sözgelimi fiziksel, kimyasal veya organik bir amaca ulaşmak için bir araya gelir”. Bu tanım, ilkellerle uğraşan sosyologlar için harikulade geçerlidir. Mauss’un gösterdiği gibi, sayısız avantajlar sunar. Mesela, din ve sanat meselelerini teknik alanından uzaklaştırır (ancak sihir, daha sonra tartışacağımız üzere, teknikler arasında sayılmalıdır). Fakat bu avantajlar, yalnızca tarihsel bir perspektifte geçerlidir. Modern perspektifte bu tanım yetersizdir. Bir ekonomik planı geliştirme tekniğinin (tümüyle teknik bir işlemdir), Mauss’un tarif ettiği türden hareketlerin sonucu olduğu söylenebilir mi? Özel bir hareket veya fiziksel eylem söz konusu değildir. Bir ekonomi planı, tamamen entelektüel bir işlem olup yine de bir tekniktir. Mauss’un tekniğin manüel eylemle sınırlı olduğu şeklindeki ifadesini düşündüğümüzde, tanımının yetersizliği daha da belirginleşir. Bugün teknik: işlemlerin çoğu manüel değildir. Makineler insanların yerini alır veya almaz, teknik entelektüelleşir veya entelektüelleşmez, bugün dünyadaki en önemli alan (gelecekteki gelişmenin tohumlarını içinde taşıdığı için) pek de kol gücünün alam değildir. Kol gücüne dayalı emeğin hâlâ mekanik işlemin temeli olduğu doğrudur ve Jünger’in teknik gelişme yanılsamasına karşı esas argümanını hatırlasak iyi olur. Ona göre, teknik daha da geliştikçe o kadar da ikincil nitelikte kol gücü gerektirir. Ayrıca, manüel işlemler hacmi, teknik işlemlerin hacminden daha hızla artmaktadır. Böyle olabilir, ama bugün tekniklerin en önemli özelliği, kol gücüne değil, organizasyona ve makinelerin düzenlenmesine bağlı olmalarıdır.

Organize kavramını Mauss’un tanımında kullandığı şeklinde kullanmaya razıyım ama geleneksel kavramını kullanışında ondan ayrı düştüğümü belirtmek isterim. Bu da, bugünün tekniğini önceki medeniyetlerin tekniğinden ayırmaktadır. Tüm medeniyetlerde tekniğin gelenek olarak Varolduğu doğrudur. Bu miras süreçler, yavaş yavaş olgunlaşır, daha da yavaş değişiklikler gösterir; toplumsal bünyenin yanı sıra koşulların baskısıyla evrilir; kalıtsal hale gelen ve her yeni teknik biçimine entegre olan otomatizmler yaratır. Fakat nasıl olur da bunlardan hiçbirinin bugün için geçerli olmadığını göremeyiz? Teknik özerkleşmiş, kendi yasalarına uyan ve tüm geleneği kınayan her şeyi yiyen bir dünya oluşturmuştur. Artık geleneğe dayanmıyor teknik. Daha ziyade, önceki teknik yöntemlere dayanıyor. Gelişimi de, daha eski gelenekleri entegre etmek için çok hızlı, çok sarsıcıdır. Daha sonra ayrıntılarıyla ele alacağımız bu gerçek, bir tekniğin önceden bilinen bir sonucu sağladığının neden tam doğru olmadığını da açıklar. Yalnızca bir kullanıcıyı dikkate alırsak doğrudur. Bir otomobilin sürücüsü, gaz pedalına basmakla daha hızlı gidebileceğini bilir. Fakat mekanik alanında bile, servo-mekanizmalar  tekniğinin icadıyla bu aksiyom geçerliliğini sürdürmemektedir. Bu durumlarda makinenin kendisi çalıştıkça adapte olur. Bizzat bu gerçek, eyleminin nihai sonucunu kestirmeyi güçleştirir. Kullanımı değil de teknik gelişmeyi dikkate aldığımızda bu anlaşılır -her ne kadar bu ikisi şimdilerde yakından ilişkiliyse de. Kullanıcının sonuçlarım talimin edebileceği bir tekniğin sahipliğini çok uzun süreyle elinde tutabilmesi giderek daha az kesindir. Sürekli yenilikler, onun alışkanlıklarını durmadan değiştirmektedir.

Son olarak, Mauss, ulaşılan hedefin kimyasal veya fiziksel nitelikte olduğunu düşünür gibi. Ancak bugün tekniklerin daha ileri gittiğini kabul ediyoruz. Psikanaliz ve sosyoloji, teknik uygulama alanına geçmiştir; bunun bir örneği de propagandadır. Burada işlem, moral, ruhsal ve manevi özellik taşımaktadır. Bu durum, yine de bir teknik olmasına mani değildir. Ancak, bahsettiğimiz, bir zamanlar pragmatik yaklaşıma teslim edilen, şimdiyse yönetimin devraldığı bir dünyadır. Bu nedenle, 18. yüzyıla kadar teknik için geçerli olan Mauss’un tanımı, zamanımıza uygulanabilir değildir. Bu anlamda Mauss, ilkel insanlara dair kendi çalışmalarının kurbanı olmuştur. Teknikleri sınıflayışı da (yiyecek toplama, giyecek yapımı, ulaşım filem) bunu açıkça göstermektedir.

Yetersiz tanımlara diğer örnekleri, Mauss’la aynı araştırma çizgisini takip eden Jean Fourastie gibileri sunuyor. Fourastie için teknik gelişme, “sabit bir hammadde ve işgücüyle üretim hacminde elde edilen artıştır”. Yani, üründeki bu artışı eşsiz bir şekilde meydana getiren şeydir. Yine ona göre, bu teoremi üç boyutta analiz etmek mümkündür. Ayni getiride teknik, hammaddelerin önceden belirlenmiş bir ürünü elde edecek şekilde yönetilmesini sağlar. Finansal getiride teknik, sermaye yatırımı artışıyla gerçekleşecek üretim artışını sağlayan şeydir. İnsan gücü getirişinde teknik, sabit bir insan emeği birimiyle üretilen iş miktarını artırır. Bu bağlamda, Jünger’in hatasını düzelttiği için Fourastie’ye teşekkür etmeliyiz. Jünger, teknik gelişmeye ekonomik gelişmeyle karşı koyar çünkü ona göre bu ikisi birbirine zıttırlar. Buna karşılık Fourastie, ikisinin kesiştiğini ortaya koyuyor. Bununla birlikte, onun teknik tanımına da tümüyle keyfi olduğu için meydan okumalıyız.

Keyfidir, çünkü her şeyden önce tamamen ekonomiktir, sadece ekonomik getiriye odaklanmaktadır. Ekonomik getiri arayışına dayanmayan, ekonomik bir karakter de taşımayan sayısız geleneksel teknikler vardır. Mauss’un tanımında üstü kapalı belirttikleri tam da bunlardır; bugün de vardırlar. Sayısız modern teknikler arasında, ekonomik yaşamla ilgisi olmayan pek çoğu vardır. Sözgelimi, beslenme bilimine dayanan bir çiğneme tekniğini veya izci hareketinde olduğu gibi spor tekniklerini ele alalım. Bu örneklerde bir getiri türü görebiliriz, ama bu getirinin ekonomiyle pek az ilgisi vardır. Başka örneklerde ekonomik sonuçlar vardır ama bu sonuçlar talidir ve karakteristik oldukları söylenemez. Modern hesap makinesini düşünün. Belli ekonometrik araştırmalarda gerekli olan yetmiş değişkenli denklemlerin çözümü, elektronik hesap makinesi olmadan mümkün değildir. Ancak, önemi kendisiyle ölçülen bu makinenin kullanımından doğan şey, ekonomik verimlilik değildir.

Faurastie’nin tanımının ikinci eleştirisi, tekniğe özel bir üretken karakter atfetmesidir. Üretim hacminin büyümesi, üründen çok daha dar bir kavramdır. En büyük gelişmeyi gösteren teknikler, hiç de üretim teknikleri değildir. Örneğin, insanın bakımına yönelik tekniklerin (cerrahi, psikoloji gibi) verimlilikle bir ilgisi yok. En modem imha tekniklerinin verimlilikle ilgisi daha da azdır. Atom ve hidrojen bombalan, Almanların VI ve V2 silahlan, insan aklının en güçlü teknik yaratıklarının örnekleridir. İnsan yaratıcılığı ve mekanik yeteneği, bugün için, verimliliğe az bir referans gösterilen bir çizgide kullanılmaktadır.

Savaş makinelerimizin mükemmelliğine hiçbir şey yetişemez. Savaş gemileri ve savaş uçakları, sivil hayattaki muadillerinden kat be kat mükemmeldir. Ordunun örgütlenmesi (ulaştırması, levazımı ve idaresiyle), herhangi bir sivil organizasyonunkinden çok daha titizlikle yapılmıştır. Savaş alanındaki en küçük hata, sayısız hayata mal olur; zafer veya yenilgiyle ölçülebilir.

Burada ürün nedir? Genellikle çok az. Verimlilik nerede? Hiç yok. Benzer şekilde Vincent de verimliliğe gönderme yapıyor: ‘Teknik ilerleme, verili iki dönem arasındaki verili bir alanda dünya üretimindeki göreli değişmedir”. İktisadi açıdan kuşkusuz yararlı olan bu tanım, bir kere onu bir ikileme sokuyor. Vincent, teknik ilerlemeyi (tüm alanlarda tekniklerin ilerlemesine karşılık gelen) tekniğin ilerlemesinden ayırt etmeye ve bu ikisini, verimlilikteki değişmelerle ilgili olan “teknik ilerleme”den ayrı düşünmeye zorlanıyor. Bu, doğal olgulardan ulaşılan bir çıkarsamadır, zira onun tanımına göre Vincent, teknik ilerlemenin, tanım gereği tekniğin tam tersi doğal (natural) olguları (toprağın cevherinin çok veya az zenginliği gibi) kapsadığım kabule zorlanıyor.

Bu dilsel akrobasiler ve kılı kırk yarmalar, teknik ilerlemenin tek bir boyutunu hedefleyen ve tekniğe ait olmayan unsurları içeren böyle bir tanımın anlamsızlığım kanıtlamaya yeter. Vincent, bu tanımdan, teknik ilerlemenin yavaş olduğu sonucuna varıyor. Ancak ekonomik verimlilik için doğru olan, genellikle teknik ilerleme için doğru değildir. Tekniği tek bir bütünden koparılmış ve en ilerlemeci parça olarak değerlendirirseniz, bu durumda ilerlemesinin yavaş olduğunu öne sürebilirsiniz. Teknik ilerlemeyi ölçtüğünüzü iddia ettiğinizde bu soyutlama daha da aldatıcı hale gelir. Fouraristie’nin önerdiği tanım, tam doğru değil, çünkü üretime gönderme yapmayan her şeyi, ekonomik olmayan her etkiyi dışlıyor.

Teknik sorununu üretim tekniğinin boyutlarına indirgeme yönündeki bu eğilim, Georges Friedmann gibi aydın bir bilim adamının çalışmalarında da vardır. UNESCO’nun teknik üzerine kolokyumunun giriş kısmı da çok geniş bir tanımla başlıyor görünüyor. Fakat ikinci paragrafta, uyanda bulunmaksızın, herşeyi ekonomik üretim seviyesine indirgemeye başlıyor. Sorunun bu şekilde sınırlandırılmasına neden olan nedir? Bunda bir faktör, zımni bir iyimserlik olabilir. Yani teknik ilerlemenin koşulsuz olarak geçerli olduğunu (ki bu da teknik ilerlemenin tek boyutu adeta oymuşçasına en pozitif yönünün seçilmesine yolaçar) öne sürme ihtiyacı.

Bu durum Fouraristie’ye kılavuzluk etmiş olabilir, ama Friedmann örneğinde geçerli görünmüyor. Bana göre Friedmann’ın düşünüş tarzının gerisindeki mantık bilimsel aklın dönüşünde bulunmaktadır. Üretim tekniklerinin tüm boyutlan (mekanik, ekonomik, psikolojik, sosyolojik), sayısız uzmanlık incelemelerine tabi tutulmuştur. Sonuç olarak, insan ile endüstri makinesi arasındaki ilişkiler hakkında daha kesin ve bilimsel bilgi edinmeye başlıyoruz. Bilim adamı elinin altında bulunan malzemeleri kullanmak zorunda olduğu için; ve insanın otomobille, telefonla veya radyoyla ilişkisine dair neredeyse hiç birşey bilinmediği için ve insanın Apparafla ilişkisine dair veya tekniğin diğer boyutlarının sosyolojik etkilerine dair hiç ama hiçbir şey bilinmediği için bilim adamı bilimsel açıdan bilinen alana bilinçsizce yönelir ve tüm sorunu onunla sınırlamaya çalışır.

Bu bilimsel davranışta bir başka unsur daha vardır. Bilinebilen tek şey, sayılarla ifade edilendir -ya da hiç değilse ifade edilebilendir. Sözümona “keyfi ve sübjektif’ olandan uzaklaşmak, etikal ve edebi yargılardan (ki, herkesin bildiği üzere, öne¬miz ve temelsizdirler) kaçınmak için bilim adamı sayılara geri dönmelidir. Bir kere, işçinin yomlduğu şeklindeki tümüyle niteliksel açıklamadan ne sonuç çıkarmayı umarsınız ki? Fakat biyokimya yonılabilirliği rakamsal olarak ölçmeyi mümkünleştirince, en azından işçinin yorgunluğunu hesaba katmak mümkün olur. Sonra da bir çözüm bulma umudu vardır. Ancak, tekniğin etkilerinin koca bir bölümü (gerçekten en büyük bölümü), sayılara indirgenemez niteliktedir. Bu çalışmada incelediğimiz, tam da bu alandır. Bununla birlikte, hakkında söylenebilecek şeyler ciddiye alınacak gibi görünmediğinden, bilim adamının gözlerini kapayıp meseleyi bir sahte sorunlar alanı olarak değerlendirmesi ya da yok sayması daha iyidir. “Bilimsel” tavır, sıklıkla, geçerli bilimsel yönteme ait olmayan ne varsa onu reddetmeyi içerir. Endüstri makinesi meselesi ise, neredeyse tüm boyutlarıyla sayısal bir sorundur. Vincent örneğinde bu, tanımının gösterdiği gibi, bilinçlidir: ‘Teknik ilerlemeye, …sayısal olarak güvenilir bir şekilde ele alınabilir nitelikte olmaları koşuluyla her tür ilerlemeyi katıyoruz”.

H.D. Laswell’in tekniği “belli değerli amaçlara erişmek için mevcut kaynaklan kullandığımız araçlar topluluğu” şeklinde tanımlamasının da yukarıda zikredilen gelenekleri izlediği ve yalnızca endüstriyel tekniği içerdiği görülüyor. Burada, tekniğin hakikaten değerlerin gerçekleşmesine imkan tanıyıp tanımadığı tartışılabilir. Ancak, Laswell’in örneklerinden hareketle, kendi tanımının koşullarını son derece geniş bir anlamda düşündüğü görülür. Bir değerler listesi ve buna karşılık gelen teknikleri veriyor. Değerler olarak, sözgelimi zenginlikleri, gücü, refahı, tutkuları verirken; hükümet etme tekniklerim, üretimi, tıbbı, aile vesaireyi de tekniğin örnekleri olarak veriyor. Laswell’in değer anlayışı bir ölçüde tuhaf görünebilir. Terim, besbelli ki yerinde değil. Fakat söyledikleri, tekniklere tüm kapsamlarım verdiğini gösteriyor. Dahası, oldukça açık bir şekilde ortaya koyuyor ki, tekniğin etkilerini yalnızca cansız nesnelere değil, aynı zamanda insanlara da göstermek gerekir. Bu yüzden, bu anlayışla büyük ölçüde aynı fikirdeyim.

Jacques Ellul

Views: 88

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz